DÜZENBAZ
Yönetim ve senaryo: David O’Russell
Görüntü: Linus Sandgren
Müzik: Danny Elfman
Oyuncular: Christian Bale, Bradley Cooper, Amy Adams, Jeremy Renner, Jennifer Lawrence, Louis C. K., Jack Huston, Michael Pena, Alessandro Nivola, Robert De Niro, Elisabeth Röhm,
Amerikan sinemasının en sevdiğimiz türü olan kara-filmi gangster ve dönem filmi türleriyle harman ederek, içine bolca da kara mizah boca eden bir yeni film. Ve genelde öylesine lezzetli ki, bu karışımın nasıl olup da uzun zamandır karşımıza gelmediği sorusu bile akla geliyor…
Öte yandan, önce İngiliz kökenli Lady Edith Greensly olarak tanıdığımız, ama bunun yalan olduğunu anlamamızla birlikte özbeöz Amerikan taşralısı, eski strip-tease’ci ve Cosmopolitan’da gazeteci Sydney Prosser olduğunu öğrendiğimiz bir başka çekici dilber. O artık İrving’in yeni sevgilisi ve de suç ortağıdır. Şivesi ve şıklığıyla İrving’in zengin müşterilerini Londra’daki bağlantıları masalıyla tavlayıp, birlikte soymaya başlarlar: 5 bin $ alıp bunu Londra’da 50 bine dönüştürme mucizesini vaad ederek...Ve böylece kandırılmaya hazır nekadar çok insan olduğunu şaşkınlıkla farkederek!...
Öte yandan yakışıklı Richie DiMaso işe karışır. Ve kısa süre sonra, onun 70 sonlarının ABD’sinde son derece kirlenmiş siyaset sahnesindeki yozlaşma ve rüşveti yakalama peşindeki bir FBİ ajanı olduğu anlaşılır. DiMaso da güzel Sydney’in tuzağına düşer ve ona tutulur. Öte yandan, genç ve hırslı New Jersey valisi, İtalyan kökenli Carmine Polito da giderek çöken (ve bize Louis Malle’ın ünlü Atlantic City filmini hatırlatan) Atlantic City kentini kalkındırmak için, yeniden kumarhaneleri açma peşindedir. Ve bunun için, eski kulağı kesiklerle işbirliği yapmaya hazırdır.
Daha yan kişilerin de eklenmesiyle bir düzineyi bulup aşan bu karakterler, bu kirli siyasal ve ekonomik tablo fonu önünde karmaşık ilişkiler yaşarlar. Harcında seks kadar umutsuzca aranan gerçek aşk, gurur kadar utanç, umut kadar umutsuzluk da bulunan bir büyük dans, büyük kentin kıvrımlarında filizlenen bir İnsanlık Durumu manzarası...İyiniyetleri rüşvetle kirlenen politikacılar, demokrasinin içinden fışkıran insancıl hırs ve tutkular, en temiz hislerin düzenin çarklarına çarpıp tuzla buz olması. Ve tüm bu hikayenin içerdiği dramların, sonuç olarak hep süregelen bir kara mizahla beslenerek, adeta kaba komediyle flört eder hale gelmesi.
Bu geveze ve çok yönlü film, sinemaya hoşca iki saat geçirip bir polisiye entrikanın kolay düğümlerini çözerek eğlenmek için gidenlere ağır gelebilir. Öylesi zaten TV dizilerinde var!..Ama filmin öylesine hoşlukları da var ki... Karakterleri bu denli iyi ve ayrıntılı çizilmiş bir filme uzun zamandır rastlamadım. Tüm o andığım kişilikler, adları Christian Bale ve Bradley Cooper, Amy Adams ve Jennifer Lawrence, Jeremy Renner veya Alessandro Nivola olan oyuncular tarafından, oynanmanın da ötesinde, adeta baştan yaratılmışlar.
Yine de Christian Bale’e dikkat!...Geçmişte başta The Machinist- Makinist ve The Fighter- Döğüşçü olmak üzere kimi filmlerinde bir deri-bir kemik hale gelen sanatçı, bu film için aldığı kilolarla ve o güzel saçlarına kıymasıyla dikkat çekiyor.
Ama elbette kimse Robert de Niro’yla boy ölçüşemez!...Büyük aktör filmde azılı gangster Victor Tellezio rolünde en fazla on dakika gözüktüğü halde, kimliğini kafalarımıza yerleştiriyor.
Ancak bu suç ve iktidar destanının erkekleri yanında, asıl kadınlar ön plana çıkıyor. Özellikle Amy Adams ve Jennifer Lawrence tarif ötesi oyunlarıyla, perdede bir gerçek yaşamlar egemenliği kuruyorlar. Birçok adaylığından sonra Adams’ın bu yıl Altın Küre’den Oscar’ı da götürmesi beklenir. Oscar’lı Lawrence ise en azından aday olacaktır.
Ama en güzeli, bu tür sineması örneği gibi gözüken filmin baştan sona özgünlüğünü korumasıdır. Bu yalnız o kusursuz çizilmiş karakterlerde değil, filmin içerdiği sinemasal tadda da vardır. Örneğin iki insanı bir anda birbirine bağlayan bir Duke Ellington hayranlığı; temizlemecide unutulmuş giysileri armağan etme sahnesi; evlere yeni yeni girmeye başlamış microwave’in yarattığı olay; Arapça bilmeyen Arap şeyhi vb. bölümler...
Ya da Rosalyn’in o yılların Bond şarkısı Live and Let Die’ı söylediği veya Sydney’le Rosalyn’in ateşli ve ani bir öpüşmeyle yaşadıkları şok bölümleri... Tüm bunlar, has ve katıksız sinema anlarıdır. Ve filme taptaze ve yepyeni bir görünüm sağlarlar. Aslında belki yüz yıldır anlatılagelen şeyleri anlattığı halde...