JOE
Yönetmen: David Gordon Green
Senaryo: Gary Hawkins
Görüntü: Tim Orr
Müzik: Jeff Macİlwain
Oyuncular: Nicolas Cage, Tye Sheridan, Gary Poulter, Ronnie Gene Blevins, Heather Kafka/ Amerikan filmi.
Amerikan bağımsız sineması zaman zaman müthiş sürprizler yapabiliyor. Stüdyo sisteminin, üstün-yapım mantığının ve aşırı gişe beklentisinin dışına çıkıldığı zaman, ABD gibi muazzam geniş ve çok katmanlı bir ülkede anlatılacak o kadar ilginç öyküler var ki...
Yönetmen David Gordon Green’in filmi, yaratıcı sinemacıların zengin esin kaynaklarının başında gelen ‘derin Amerika’ ya da daha basit deyimiyle kırsal kesim üzerine bir film. Güney’de Austin çevresinde geçen film, tümüyle hayatı kaymış, içki ve sigaranın tutsağı olmuş eski polis Joe Ransom’un öyküsünü anlatıyor.
Hepsi zencilerden oluşan küçük ekibiyle, örneğin ağaçları yenileme (yani yaşlı olanları söküp daha verimli çam ağaçları dikme) gibi işler alan Joe, daha öncesinde David Lynch, John Carpenter vb. yönetmenlerin filmlerinden bildiğimiz o ürkünç, uğursuz ve tekin olmayan Amerikan taşrasının gündelik hayatı içinde varolmaya çalışıyor. Şiddetin, hem de en gereksiz biçimiyle kol gezdiği, yenilen bir yumruğun karşılığının silahla verildiği, yaşlı kadınlarin bellerinde tabancayla dolaştığı, köpeklerin bile birbirlerini en vahşi biçimde kemirdiği bir yaşam. Mayası şiddetle yoğrulmuş bir toplumun, üstelik eğitim-dışı kalmış kesiminden beklenebileceği gibi...
Bu hengamede Joe bir yandan peşindeki tehlikeli katille, öte yanda tanışıp var olmayan oğlu yerine koyduğu onbeş yaşlarındaki bir çocuğun tehlikeli bir manyak olan babasıyla mücadele etmek zorunda kalıyor. Eski meslekdaşlarıyla, yani polislerle arası hiç iyi olmadığı için, yardım alacak kimsesi de yok. Zenci ekibiyle, o basit ve sade insanlarla kurduğu dostluğun dışında...
Film son dönemin kimi taşra filmlerini anımsatıyor: özellikle 2010’lu yılların Mud veya Paperboy- Gazeteci Çocuk gibi filmlerini... Biraz gevşek bir sinemayla anlatılmış olsa da, anlattığı şeylerin özünden gelen bir güçle çağdaş bir trajedi etkisine erişmeyi biliyor. Bu verimli coğrafyada, doğa da, hayvanlar da birer tehdit öğesi olabildikleri gibi, aile ve komşuluk gibi kurumlar da güvenilmez gözüküyor. Çocuklarına öylesi zalim davranabilen bir babanın bir canavardan farkı olabilir mi? Ya da bir dramatik öykünün ana kahramanı, kendisini böylesine tahrip edip yok olma aşamasına gelmeyi nasıl yapabilir?
Sonuç olarak insanın içini acıtan ve yüreğini daraltan bir film bu... Yok yok, taşra orada dursun... Büyük kentin ölümcüllüğünden dem vuranlar, taşranın her alanda içerdiği o meşum soluğu, o yoğun günahkarlığı, o bilinçsizliği, o cehaleti ve o gündelik şiddeti nereye koyacaklar, nasıl açıklayacaklar? Ben yine büyük şehirde kalayım!..
Biraz daha ciddi olursak, film cesur bir romandan yola çıkarak kendi toplumuna, onun derinliklerinde sakladığı suç ve günahlara bir ışık tutuyor. Ve insanı hayli etkiliyor. Kimi acemiliklerine, kimi amatörce anlarına karşın...
Ve çoğu o çevreden, hatta sokaktan bulunmuş amatör oyuncuların yanı sıra Nicolas Cage, onca kötü filmden sonra gerçek oyunculuğa parlak bir dönüş yapıyor. Ve ne denli iyi bir aktör olduğunu yeniden hatırlatıyor. Zamanı gelmişti!..