14 Aralık 2019
ASFALTIN KRALLARI X X X ½ (Ford V Ferrari) Yönetmen: James Mangold Fox filmi. |
İşte birçok seyirci için 'yılın filmi'. Özellikle de erkekler için... Hele -en çok ABD'de olmak üzere- birçok kişi için erkek ve arabası ilişkisinin, erkek-kadın ilişkisine en büyük rakip olarak görüldüğü düşünülürse!..
Evet, arabalar. Eski deyimiyle otomobiller. Bu tipik Amerikan keşfi ve bu parlak erkek oyuncağı, 20. yüzyılın en önemli olaylarından biri oldu. Gündelik yaşamdan büyük yarışlara, savaştan sanayiye en görkemli yatırımların ve en hırslı rekabetlerin de nesnesi. Ve sinemanın da sık sık eğildiği bir konu.
Bu kez yapılagelmiş en iddialı filmlerden biriyle karşı karşıyayız. Yine gerçek olaylara dayanan, ama Hollywood'un kendine özgü becerisiyle en cilalı biçimde parlattığı bir film. Karşımızdakinin bir sinema olayından çok bir spor olayı izlenimi vermesi boşuna değil!..
1960'larda açılan film karşımıza ABD'deki Ford, Chevrolet, Oldsmobile gibi büyük markaları ve onların Avrupa'daki sayılı rakiplerini getiriyor: İtalya'dan Ferrari, Almanya'dan Porsche gibi... Ve onları ilk kez Amerika'daki yerel yarışmalarda izliyoruz. En önemlisi Willow Springs yarışı olan...
Bu arada özellikle Ford firmasını ve onun yöneticilerini (filmde dendiği gibi 'takım elbiseli adamları'nı) tanıyoruz. Başlarında markanın kurucusu efsanevi Henry Ford'un torunu olan Henry Ford II bulunan...
Ama asıl kahramanlarımız başkadır. Onlardan biri müthiş bir şoför olsa da sağlık sorunlarıyla 'designer', yani model tasarlayıcı olmaya kayan Carroll Shelby'dir. (Uzun zamandır izlemediğimiz Matt Damon). Diğeriyse motor uzmanı olduğu kadar eşsiz bir yarışçı da olan Ken Miles'dır. (Formda bir Christian Bale).
Ve araba yarışlarının dünya çapındaki asıl merkezi olan Fransa'nın Le Mans yarışları, tüm bu iş ve eylem adamlarını bir araya getirir. 14 kilometrelik yer yer belalı bir asfalt üzerinde teknoloji, sermaye, insan gücü ve iradesi buluşur. Ve dünyanın tüm kumarbazlarına da eşsiz bir heyecan sunar.
O yarışlar ve de Le Mans sinemada daha önce de işlenmişti. John Frankehheimer'in Grand Prix-Ölümle Yarışanlar, Sydney Pollack'ın Bobby Deerfield, Hal Needham'ın Cannonball Run-Yolun Sonu gibi filmleri ya da Death Race-Ölüm Yarışı, The Fast and the Furious-Hızlı ve Öfkeli, animasyon tekniğiyle çekilmiş Cars-Arabalar gibi seriler hatırlanabilir.
Belki en çok hatırlanansa Le Mans-Büyük Yarış filmidir (1971). Yarışı belgesele yakın bir gerçeklikle veren filmde baş rolü Steve McQueen oynuyordu: Sahici bir yarış tutkunu olan ve 1980'de 50 yaşında aramızdan ayrılan unutulmaz oyuncu...
Burada da yarış gerçekten baş döndüren bir ustalıkla anlatılmış. Hele final bölümünde... Belgesel/belgeci bir tavırla çağdaş teknolojinin buluşması parmak ısırtıyor. Ve bir dönemin usta yönetmeni, 1995'ten itibaren Heavy-Şişman, Cop Land-Güçlüler Bölgesi, Girl İnterrupted, İdentity-Kimlik, Walk The Line-Sınırları Aşmak, 3 10 Yuma Treni, Wolverine, Logan gibi birbirinden ilginç filmler imzalamış olan 1963 doğumlu James Mangold'u yeniden günışığına getiriyor.
Ama hikayede aksiyonun gerisindekiler de önemli. Özellikle araba sanayii üzerine, en çok da Ford üzerine söyledikleri. Dev şirketin örneğin ikinci büyük savaşa katkısı: Askeri uçakların beşte üçünü üretmiş!... Ama artık piste hiç inmemiş, sürekli sakız çiğneyen, hepsi sadece kendi pozisyonunu korumaya çalışan bir kravatlılar kadrosunca yönetiliyor. Ve Ford Mustang bile ne yapsa Ferrari'nin gerisinde kalıyor. Zaten filmin adı da bu rekabete işaret ediyor.
Ve bizler film boyunca, kahraman yarışçılar kadar patronları da tanıyoruz. Böylece Ken Miles yarışın ne menem bir şey olduğunu anlatmak için Henry Ford'u zorla arabaya alıp piste fırladığında adam hüngür hüngür ağlamaya başlayınca... Bizim de ağlayasımız geliyor. Aynı biçimde, Enzo Ferrari sonunda kaybedince, ona bile üzülüyoruz!.. Ve tüm bu yan karakterler de dikkatle seçilmiş, gayet iyi de oynamışlar.
Ama her şeye karşın ön planda iki temel kişi var. Aksiyonla iç içe oldukları için... Carroll Shelby'de Matt Damon biraz patates suratlı olmuş, ama iyi oyunculuğunu koruyor.
Ken Miles'da ise Christian Bale daha göz dolduruyor. Öncellikle kişiliği daha sağlam olduğu için... O savaşta Normandiya çıkarmasına tankla katılmış bir efsane-kişilik. Kendisine tapan karısı ve oğluna karşın, o sanki arabalara, en çok da motora müthiş bir tutkuyla bağlı.
“Arabalara nazik davranmak gerek” sözüyle onları okşarken, sanki bir aşkı yaşıyor!... Bu öge, filmin sanırım en güçlü, en özgün yanı. Ve o bu karaktere can verirken, biraz da yüzüne bir maske takmış gibi duruyor.
Başta zaten söylemiştim: Bu belki bir sinema başyapıtı değil. Ama bir spor filmi zirvesi olduğu kesin...
Yarın: KRALİÇE LEAR
Columbia filmi.
İlk Jumanji 1995 yılında çıkagelmişti: Robin Williams'ın taklit edilemez başrolü ve zamanı için çarpıcı özel efeklerle... Yaramaz bir oğlanın eski bir sandığı karıştırırken bambaşka bir dünyaya geçmesini ve oradaki garip yaşamı keşfetmesini anlatan bir fantezi.
Yıllar sonra, 2017'de Jumanji: Welcome to the Jungle yapıldı. Daha önce Sex Tape, Bad Teacher gibi ilginç ve aykırı filmler yapmış olan Jake Kasdan'ın yönetimiyle. Ki kendileri Indiana Jones serisi dahil ünlü fantastik filmlerin yazarı ve ayrıca birçok filmin de yönetmeni Lawrence Kasdan'ın oğlu olurlar!
O filmin görece başarısından sonra çok beklenmedi. Ve yılın bu zamanında, Amerikalıların 'Noel filmi' dedikleri, daha çok küçüklere seslenen ve ailece gidilebilecek filmlerden olan bu yapım ortaya çıkıverdi. Bu kez çok daha geliştirilmiş özel efektler, yeni oyuncular ve geniş bir kadro ile...
Yine Jake Kasdan'ın yönettiği filmde bu kez genç Spencer'i (Alex Wolff) ve ailesinin kimi bireylerini tanıyoruz. Özellikle dedesi Eddie ve eski ortağı Milo (Danny DeVito ve Danny Glover gibi iki eski ustanın sürpriz dönüşleri!).
Alex de bilinmeyenin dayanılmaz cazibesine teslim oluyor. Ve eskileri karıştırırken, o gizemli aleme dalıveriyor. Karlı dağlardan çöllere, oradan vahşi ormanlara uzanan, sayısız garip, tuhaf, ürkünç ya da sevimli kişilik içeren; geçmişten geleceğe uzanan bir garip maceranın içinde...
Aslında ilginç biçimde başlayan bir film, özellikle andığım oyuncuların sempatikliği ve özgün kişilikleriyle, 'öte yana' geçer geçmez değişiyor. Öncelikle ilk başta tanıdığımız ve kanımızın kaynadığı tüm o kahramanları birden kaybediyoruz. Hiç de hoş bir deneyim değil!
Çünkü her kişilik bambaşka bir kılığa ve kişiye dönüşüyor. Bu arada yaşlar ve cinsiyetlerle de oynanıyor. Yani yaşlı bir adam genç bir kız, bir moruk iri-yarı bir dev olabiliyor. Örnek: Danny DeVito'nun sevimli dedesi Eddie, Dwayne Johnson'un devasa bedenine giriyor!
Hatta yabancı bir eleştirmenin alayla yazdığı gibi, bu dönüşümlerde giyinik olan bir erkek, bir kadın karakter olarak dönünce yarı çıplak oluveriyor. O yazar çıplaklığın sadece kadınlara yakıştırılmasını bir cinsiyet ayrımı olarak görüyor. Haksız mı?
Neyse... İlk bölümden sonra ikinci bölümde de Jack Black, Kevin Hart gibi özlenmiş oyuncular veya Karen Gillan, Awkwavina gibi hoş kadınlar var. Özel efektler iyi. Hele bir maymunlarla savaş bölümü var ki, görmelere seza....
Yine de şöyle düşünüyorum: bu masal-filmlerde bile asgari bir mantık, minimum inandırıcılık, bir gerçeğe-benzerlik duygusu olmalı. O eski fantezilerde bu vardı: Indiana Jones serüvenlerinden Star Wars serisine, X-Men'lerden Alien'lere...
Sınırsız biçimde fanteziye teslimiyet bana hoş gelmiyor. Bu yüzden bu filmi de gözdelerimden sayamıyorum, kusura bakılmasın.
Digiturk’te Accused ve diğer diziler, Oksijen’in büyük başarısı ve başka şeyler
İnsan bedenine yapılan ve yapılabilecek her türlü işkencenin bile etkilemediği bir direnç kazanır Nathan... Artık perde bir korku tiyatrosu haline gelmiştir. En sabırlı seyirciyi bile isyan ettirecek kadar…
Bahçeli Bey şöyle diyor: “Yargıya saygı duy, partinde otur.” Özel’in yanıtı: “Milletin sesini duy, darbeye karşı dur.” Hangisini tercih edersiniz?
© Tüm hakları saklıdır.