Geçen Perşembe, YSK’nın Ekrem İmamoğlu’na mazbatasını vermesinin hemen ardından, olağanüstü bir buluşma için Mardin’e gittim. Geçen Pazar günü dönerken, hem İmamoğlu’nun o sıradışı Maltepe mitinginin, hem de hemen öncesinde sayın Kılıçdaroğlu’na yapılan haince saldırının günüydü. Bizlerse hemen tüm günümüzü Mardin havaalanında geçirdik: İstanbul’dan kalkıp birtürlü gelmeyen, gelince de kalkmayan uçak yüzünden...Böylece yakın tarihimizin iç içe girmiş bu önemli olaylarının heyecanını tam yakalayamadık.
Mardin’i önümüzdeki günlerde yazacağım. Ama bugünlük son siyasal olaylar için ben de naçizane birkaç fikir beyan etmek istiyorum.
Son yazılarımdan birinde İmamoğlu’nun seçimi almasının beni nasıl gözyaşlarına boğduğunu söylemiştim. ‘Mazbata olayı’ da öyle oldu. Ülkenin içine düştüğü/düşürüldüğü acımasız ve hoşgörüsüz atmosfer içinde demek ki hala biraz umut vardı. Çünkü hala yeterince namuslu, vicdan sahibi, ülkesini gerçekten seven, demokrasiyi ne olduğunu tam bilmese, hatta tam telaffuz edemese bile en soylu bir yaşam biçimi olarak hisseden bir büyük kitle vardı. Artık azınlıktan çoğunluğa doğru hızla büyüyen ve ülkenin yarınlarına ışık saçmaya başlayan...
Bu konuda çok yazıldı, çok güzel şeyler de söylendi. Ben birkaç nokta eklemek istiyorum. Öncelikle nüfusu hala baskın biçimde genç olan ülkelerin arasında bulunan Türkiye’de gençliğin, genç olmanın önemi. Bunu, anılarını yazdığı son kitabı nedeniyle 80 yaşına girdiği heryerde yazılan bir yazar olarak söylüyorum!...
Elbette birçok yaşlı insana ve genelde yaşlılığa da saygım var. Ama artık siyaset sanatı heryerde giderek gençlerin eline geçmeli. Onların tazeliği, gücü, enerjisi; onların yepyeni projeleri; onların yaşam sevinci, komplekssizliği; dünyaya en saf biçimde bakışları; herşeyi yeniden kurma ve yeni değerler yaratma çabaları. Öylesine önemli ki...
Bakınız İmamoğlu’nun tüm davranışlarına...Herşeyiyle sempatik, hep güleç yüzlü, hertürlü espriyi, eleştiriyi, hatta küçümsemeyi kaldıran, kolay kolay kızmayan, sanki yepyeni bir kent ve dünya yaratmaya aday bir adam. Sabırlı, tahammüllü, öfke ve kızgınlıkla ilişkisi olmayan bir yeni dönem politikacısı.. Hırsı yok değil, ama eskilerin tersine bu hırs bitmeyen bir öfke şeklinde rakiplerine ve ‘ötekilere’ değil, seçmenine, şehirlisine, vatandaşına daha iyi hizmet vermeye yönelik...
O bir düzine büyükşehir belediyesini ve onların temsil ettiği Türkiye nüfusunun % 45 kadarının oylarını alan diğer başkanlar da öyle. Ve aslında dünyadaki gidişat da farklı değil....Son örneği Ukrayna’daki Vladimir Zelensky. Eski bir komedyen olan 41 yaşındaki Zelensky, son seçimlerde büyük oy farkıyla başkan oldu. Halkının yüzünü güldüreceği kesin...Ve resimlerine, görüntülerine bakınız: ne kadar da İmamoğlu’na benziyor!....
Bir de eskilere bakınız. Hele bizde...Yıllaryılı ayni söylemi sürdüren, suratları bir karış, gülmeyi sanki hiç bilmemiş, espri yapmayı unutmuş yönetici eskileri. Sanki ünlü Coen Kardeşler filmi İhtiyarlara Yer Yok’taki gibi...
Hele o Bahçeli. Nasıl oluyor da milliyetçilik gibi soylu bir öğretinin siyasal sorumluluğu onun ellerine kalmış...Çok uzun zamandır AKP’nin en büyük desteği oldu, oluyor. Oysa benim bildiğim milliyetçilik Türk’ü, Türkiye’yi ve Türkçülüğü korumayı, yüceltmeyi gerektirir. Bu yüzden, tarihte bunu en görkemli biçimde yapmış ve bu büyük halkı yeniden istiklaline kavuşturmuş büyük lider Mustafa Kemal Atatürk’e özellikle koşulsuz saygıyı da...
Onun devrimlerini; laik düşünceden bilimsel kafaya, gerçek bir insan sevgisinden tüm kesimleri kucaklamaya ilkelerini; çocuklara ve gençlere apayrı bayramlar tahsis etmesini; kadınlara hertürlü hakkı (daha Avrupa’dan önce oy hakkını!) verip onları çağdaş vatandaş statüsüne yükseltmesini. Ve başka şeyleri.
Peki o zaman Bahçeli bey nasıl oluyor da AKP ile böylesine yapışık kardeşler olabiliyor? Ata’nın adını kültür merkezlerinden havaalanlarına heryerden silen, laik düşünceyi dışlayan, imam hatiplere inanılmaz bütçeler ayıran, Anıtkabir’i binalarla çevirip AOÇ-Atatürk Orman Çiftliğine saray kuran bir partiyle nasıl böylesine kanka olabiliyor?
Partisinin kurucusu ve büyük lideri, gerçek milliyetçi merhum Alpaslan Türkeş olsa böyle mi yapardı? Tüm bunları sineye çeker miydi?..
Ve Bahçeli bunu yaparken nasıl oluyor da Atatürk’ün kurduğu parti olan CHP’yi ve onun liderini böylesine düşman gibi görebiliyor? Demokrasi anlayışı nasıl böylesine sığlaşabiliyor; onun yaşı yaşına uygun liderinin uğradığı iğrenç saldırıyı açık biçimde mertçe kınamak yerine, onu eleştiren bir imayla karşılayabiliyor?
İktidardaki parti bile bunu yapabilmişşken, RTE’nin ağzıyla “kızgın demiri soğutma çabasına” girişmişken, o ağzından tek bir barış vaadi, tek bir milletçe buluşma sözü çıkmadan konuşabiliyor?
Ve hâlâ halkın yüzde 90’ının anlamını bile doğru-dürüst bilmediği ‘beka’ sözcüğünü böylesine ısrarla, inatla, sanki masallardaki o sihirli sözcüklerden biriymiş gibi kullanabiliyor? Anlayan varsa beri gelsin!...