Amerikan sinema yazarları filmi hiç sevmemiş gözüküyorlar. Baş nedenleri iki ana temanın hiç kaynaşmaması ve ırkçılık eleştirisinin çok arkada kalması
SUBURBİCON X X X
Yönetmen: George Clooney Senaryo: Joel ve Ethan Coen, G. Clooney, Grant Heslov Görüntü: Robert Elswit Müzik: Alexandre Desplat Oyuncular: Matt Damon, Julianne Moore, Noah Jupe, Oscar İsaac, Gary Basabara, Glenn Fleshler, Karimah Westbrook, James Handy, Jack Conley
Amerikan filmi.
Amerikan taşrası... Özellikle 50-60’lı yılların tüm dünyaya yayılmış “Amerikan Rüyası” modası içinde, gökdelenlerin hemen kıyısında boy atmış... Geniş yolları, yemyeşil bahçeleri, şezlonglu terasları, hep açık duran ve içindeki tüm mahremiyeti kolayca teşhir eden pencereleri, itince açılıveren kapıları, devasa arabalarıyla...Gelişmişliğin zirvesindeki bir toplumun refahını ve rahat düzenini temsil eden bir yaşam biçimi.
O rahat hayatın içerebileceği /içerdiği kötülüğü, giderek dehşeti ancak 70’lerden sonra gelen büyük ustalar deşebilecekti. Sam Mendes ve American Beauty, David Lynch ve Blue Velvet, Coen kardeşler ve özellikle Fargo. Ve daha yeniler...
Bu senaryonun da aslında Coenlerin yıllar önce yazıp bir köşede unuttuğu bir projeden yola çıktığını öğrenmek şaşırtıcı değil. Onlara, 2002’den başlayarak aralarında İyi Geceler İyi Şanslar, İdes of March- Zirveye Giden Yol da bulunan hepsi ilginç beş film yönetmiş olan efsane oyuncu George Clooney ve Clooney takımından oyuncu-yazar Grant Heslov da katılmış. Ve ortaya Clooney’in yönettiği yine ilginç bir film çıkmış.
Film 1959 yılında adı Suburbicon olan yeni kurulmuş bir banliyöde geçiyor Ve açılışta bol bol sitenin tanıtımını izliyoruz: sanki dönemin Amerikan Ağaoğlu’su yeni evlerini tanıtıyor!....
Ama o ara bir eve yeni bir aile taşınıyor. Komşularından temel farkı renkleri olan: çünkü onlar siyahi bir çift ve küçük oğullarıdır!...
Irkçılığın zirveye vurduğu bir dönemde (ki bunu saldırı ve suikast yılları olan 60’lar izleyecektir), bu olay tüm semtte paniğe varan bir tepki yaratır. Ve komşuları araya resmen ahşap çitler örerler!.. Sadece Lodge ailesi tersine, küçük oğullarını siyahi komşu oğlanla oynaması için teşvik eder.
Ama Lodge’ların başı da derttedir. Nitekim evlerini basan iki çam yarması onları tehdit eder ve bayan Lodge’un ölümüne neden olur.
Olaylar öylesine üst üste gelir ki, bunun oğlanların dostluğu yüzünden olduğunu sanırsınız (ben öyle düşündüm). Ama öyle değildir. Kısa zamanda anlaşılır ki, Lodge’lar son derece şüpheli bir ailedir.
Bay Lodge ölen karısının ikiziyle işi pişirmiştir: ölümden çok önce....Ayrıca büyük borçları vardır ve bunun için ölen eşinin hayat sigortası belki son umuttur. Ve bunun için yerel Mafya ile işbirliğine girmiş bile olabilir!..
Filmin en göze çarpan özelliği, farklı iki ana temaya dayanması. Bir tür ırkçılık eleştirisi başlayan film, ani bir dönüşle bir gerilime, o sevdiğim deyimle bir kara-filme dönüşüyor. Hem de kapkara türünden...
Gerçekten de bir noktadan sonra herşeyin çığrından çıktığı bir öykü bu... Özellikle de o alabildiğine sevimli ve çevreci semt halkının...Öylesine güler yüzlü, reklam yıldızı gibi bir kitle nasıl oluyor da böylesi suça açık, katile dönüşmeye hazır, şiddete tapan bir ürkünç kalabalık olup çıkıyor?
Bunu öncelikle Lodge ailesi çerçevesinde sormak gerekiyor. En tipik bir Amerikan ailesi gibi sunulan bu insanlar nasıl böylesine korkunçlaşabiliyor! Matt Damon’un halim-selimliğini taşıya erkek, nasıl öz oğlunu bile gözden çıkarmayı düşünebiliyor!....
Julianne Moore o melek yüzünü biri şeytan olan ikizlere veriyor. Oscar İsaac yine ibretlik bir kötü adam çizerken küçük Noah Jupe, Wonder- Mucize’den sonra bu filmde de geleceğin yıldızı olabileceğini gösteriyor.
İlginç bir nokta var. IMDB’de baktım, özellikle Amerikan sinema yazarları filmi hiç sevmemiş gözüküyorlar. Baş nedenleri iki ana temanın hiç kaynaşmaması ve ırkçılık eleştirisinin çok arkada kalması.
Bu doğru. Ama filmi tümüyle mahkum etmeye yeterli değil. En azından kara-film yanının başarısı açık.
Ancak ABD dışından gelenler filmi hayli sevmiş. Özellikle de Fransızlar. Acaba niye?
Bir Fransız yazarın görüşü belki buna açıklık getirebilir. Şöyle diyor: “Film ABD’nin yalnızca belli bir dönemine değil, Trump Amerika’sına da ışık tutuyor. Irkçılık, öteki’nden korku, yolundan çıkmış bir ahlakın ve sapkınlığın savunulması”.
Acaba en saygın ABD’li eleştirmenlerin bile bu filmi aşırı biçimde mahkum etmesi, bilinçaltlarına sızmış çağdışı bir milliyetçilikten kaynaklanmasın?
'Avcı Kraven'de pek uyum sağlamayan, karmaşık ve biraz zıt motifler olduğunu biliyorum. Ama belki bu filmin gücünü oluşturan asıl öge. Bunca tema içinde böylesine çekici bir filme ulaşmak... Kolay olabilir mi?
Her şeyin sonuç olarak bir özenti gibi durduğu "Hain"de, cesetler birbiri ardına geliyor. Sonu yok sanki... Sonunda bir tek başkan, yani Haldun Dormen sağ kalıyor. Acaba ona olan saygıdan mı dersiniz?
Mukadderat; bir yandan yalnız bizde değil, tüm dünyada da var olan aile kurumunun miras denen olayla boğuşmasını ele alır. Öte yandan bu yaşlanmayı kabul etmeyen bir kadının portresidir