Yaz tatilimin gözde uğraşlarından kitap okumak olayına giriştim. Hem de hızlı biçimde...Ama ilk okuduklarımı bir kenara koyarak (onların da sırası gelecek) en son bitirdiğim Ahmet Ümit romanına naçizane değinmek istiyorum. Henüz üzerine doğru-dürüst bir eleştiri yazılmadı çünkü....Sayısız söyleşinin ötesinde...
Sevgili dostum Ahmet’i 1989’da hikayelerle başlayan yazarlığında çok sadık biçimde izlediğimi söyleyemem. Öylesine verimli ki, onu hiç kaçırmadan okumak zor....Benim okurluğum 1996’daki Sis ve Gece’yle başladı. Ve o romanı överken kullandığım “Ah, keşke bu roman bir Roman Polanski’nin eline geçseydi!” cümlesini de eklemeliyim. Gerçi Polanski değil, bir Türk yönetmeni onu film yaptı; hiç de fena olmayan...Ama artık Ahmet şöhret yolunda hızlı adımlarla ilerliyordu. Benim özellikle sevdiğim romanlarına bakarsak: Patasana, Beyoğlu Rapsodisi, İstanbul Hatırası, Beyoğlu’nun En Güzel Abisi, Aşkımız Eski Bir Roman...Ve gözde detektifi Komiser Nevzat serisi: Çiçekçinin Ölümü, Tapınak Fahişeleri, Davulcu Davut’u Kim Öldürdü?....Toplam 26 kitap. 20’den çok yabancı dile çevrilen..
Kayıp Tanrılar Ülkesi sanırım tüm bunların içinde özel bir yere sahip olacak. Bu belki onun en kalın kitabı: 502 sayfa...Ayni zamanda en yoğun, en karmaşık ve yapı olarak en zor romanı. Bir tür edebi puzzle, kendine özgü bir tarihsel ve politik bulmaca. Okuması biraz çaba isteyen, ama bu çabayı ödüllendiren bir yapıt.
Bu anlatması zor romanı anlatmak için nereden başlamalı, onu oluşturan birçok –aslında üç temel- ögenin hangisinden işe girişmeli? Belki en yüzeysel olanından, yani ana kahramanlardan ve o polisiye entrikadan...Baş kişi kuşkusuz Berlin Emniyet Müdürlüğü’nün Türk kökenli kadın başkomiseri Yıldız Karasu. Vaktiyle ailesinin göçü nedeniyle Alman vatandaşı olarak orada dünyaya gelmiş, bir Alman’la evlenip ayrılmış, oğlunu tek başına büyüten zeki, hırslı, enerjik bir kadın. Yardımcısı son derece iri-yarı Tobias Becker ve hepsi Alman olan üstleri.
Ve o sırada başlayan cinayetler. Bir Türk ailesinin etrafında çöreklenen..Kalabalık Ölmez ailesinin genç kuşaktan üyesi Cemal Ölmez ölü olarak bulunuyor. Hem de en ürkünç biçimde: kalbi çıkarılmış ve onun ellerine bırakılmış olarak...Hemen ardından yine vahşi biçimde –ve aslında daha önce- işlenmiş bir cinayetin kurbanı, Cemal’in dedesi geliyor. Bu korkunç ‘infaz’ olayları sürecek ve aileyle bir biçimde teması olan yeni kurbanlar olacaktır
Tüm bunların nedeni ne olabilir? Yakışıklı Cemal’in aslında eşcinsel olması onu ailenin hedefi yapmış olabilir mi? Üstelik Cemal yıllar öncesinde bir başka genç Ölmez’in ölümüne yol açmışsa?
Ama ayrıca ülkede gitgide artan Neo-Nazi eylemler asıl neden olabilir mi? Ve aile-içi bölünmeden çok, yabancı (en çok da Türk) düşmanı örgütler bu aileye takmış olabilir mi? Nitekim bu en olası açıklama olarak görülecek ve komiser Yıldız bu ihtimalin peşine düşecektir. Böylece bizlere tarihin içinden süzülüp gelerek çağdaş Almanya üzerine de önemli sosyal gözlemler ve bilgiler sunarak...Bu konuda da Ahmet Ümit’in bu roman için yaptığı araştırmaların ve topladığı bilgilerin çokluğu ve gerçekliği tartışma ötesidir.
Ama Ümit bunlarla kalmıyor. Romanına çok daha zor, karmaşık, egzotik ve çekici bir öge daha sokuyor. O da en eski Yunan mitolojisi, onun yarattığı çok-tanrıcılık ve ardındaki sonsuz efsaneler zenginliğidir. Bu bambaşka ögeyi romandaki Türkiye ve Türk-Alman ilişkileriyle bağdaştırmak içinse dahiyane bir yol seçiyor. Ölmez ailesinin geçmişini alıp Bergama’ya taşıyor. Eski adıyla Pergamon ve orada kurulmuş olan ünlü antik ve devasa Yunan mabedi.
1870’li yıllarda yörede yol çalışmaları yapan antik kültür aşığı mühendis Carl Humann bu eşsiz yapıyı bulmuş ve Zeus Altarı ile tüm çevresini ne yapıp edip kendi ülkesine taşıtmıştı. Yalnız Türkiye’den kaçırılmış değil, tüm dünyada vuku bulmuş en büyük arkeolojik soygun...Orada yeniden parça parça birleştirilip tüm görkemiyle yeniden kurularak 1930 yılında açılan devasa müze, bugün hayranlıkla izleniyor. Ve Türkiye de zaman zaman onu tümüyle geri alma isteklerini açıklıyor. Ama artık çok geç değil mi?
Ümit bu olayı romanına iyice oturtmak için aileyi olaya organik biçimde bağlıyor. Ölmez ailesi de aslen Bergama’lıdır ve tam dört kuşak boyunca Pergamon kazılarında çalışmıştır. Ama sanatçımız bununla yetinmiyor. Tüm olayı –yani art arda gelen korkunç cinayetleri- mitolojiyle daha da sıkı bir bağın düğümlerine yerleştiriyor. Bunun için her bölüm (roman !2 bölümden oluşmaktadır) özel bir giriş’le açılıyor: Tanrılar tanrısı Zeus’un ağzından dile getirilen tüm bir klasik mitoloji tarihi. Şöylesi tuhaf başlıklar altında:
Unutmanın bedelini ödeyecek unutanlar- Tanrıların şafağı- Ben buyum işte: yeryüzü ve gökyüzündeki cümle mahlukatın baştanrısı Zeus- Sizi yok edecek olan sizi yaratandır- Herakles oğullarını öldürmesinin kefaretini ödemiştir- Vs.vs. Hepsi birbirinden tumturaklı başlıklar ve onları izleyen uzunca yazıların oluşturduğu tam bir Yunan mitolojisi dökümü. Ahmet Ümit tanrılar tanrısı Zeus’un bu özel notlarını nasıl ele geçirdi, doğrusu merak ediyorum!...
Ve de 500 sayfanın sonunda o korkunç suçların kördüğümü çözülüyor. İşin onuru bizim ırkımızdan detektif Yıldız Karasu’nun olmak üzere...Üstelik sonuç olarak herşeyin başladığı bizim ülkemizde, Bergama’da çözülüyor. Gerçi çözüm –yani katilin kimliği- biraz daha önce belli oluyor. Ahmet Ümit’in kusursuz zamanlamasıyla...Ve hayli süprizli biçimde....(Size açıklamam elbette...Ama uşak olmadığını söyleyeyim!)...
Ve de çözüme bir Türk daha katılıyor: Türkiye’deki başkomiser Nevzat, bizzat Bergama’ya gelip Yıldız hanımın son, ama yine son derece tehlikeli, hatta ölümcül çabasına el veriyor. Böylece Ümit ünlü romanlarının başkişisine de bir selam yollamış oluyor.
Gördüğünüz gibi klasik polisiye kavramından hayli uzak, çok katmanlı, çok şaşırtıcı ve de çok öğretici bir roman karşısındayız. Klasik polisiye artık alt-üst olmuştur: sağcı-solcu, yaşlı-genç, kadın-erkek, inanan-inanmayan, dindar-ateist, nazi-demokrat, suçlu-masum...Bunları ve daha birçok şeyi uygun dozlarla birbirine karıştırarak....Ve Türkiye’nin üzerinde oturduğu toprağın müthiş kültür zenginliği, daha doğrusu o inanılmaz kültürler mozaiği, bu alışılmamış romanın dokusuna sinmiştir. Osmanlı’nın başta Fatih Sultan Mehmet çok iyi kavradığı, ama birçok padişahın yanına bile yaklaşamadığı zenginlik (öyle olmasaydı o devasa mabet taa Almanya’ya taşınabilir miydi?)...
Ki bu olay bugün de anlaşılmış değil. Bunu göstermek için, yine Ahmet Ümit aracılığıyla tanrılar tanrısı Zeus’e başvurayım: 8. Bölümü açan şu sözleriyle:
"İster baba olsun, ister kral, isterse baştanrı...Kimse adaletten ayrılmamalı. Akrabalarını kayırmamalı, yasa neyse uymalı. Çünkü yasa yoksa taht da yoktur, yasa yoksa taç da yoktur, yasa yoksa saray da yoktur”.
Demek ki neymiş efendim?!...