Ses ve sessizlikle ilişkimiz uzun yıllara dayanan bir aşk nefret ilişkisi. Her gün sosyal medyada etrafındaki fazla sesten şikayet eden insanların paylaşımlarını okuyorum. Plajda çok bağıranlar, balkonlardaki kalabalık aileler. Kimimize göre ses, medeniyetin ölçüsü. Uzundur yükselen çocuk karşıtı bir sessiz akım var ya, o da bu düşünceye destek veriyor. Bunu ayrı bir yazı konusu olarak bırakmakla beraber sadece ses konusuyla ilişkisi açısından bir örnek vereceğim. Çocuklar uçaklarda niye ağlıyor? Çocuklar plajlarda niye bağırıyor? Ya da neden sadece bizim çocuklarımız bağırarak ağlar konulu yazıları sizde okumuşsunuzdur. Bence olay basit; çocuklarda yetişkinlere benziyor. Çocuklar yalnız kalmayı bilmiyor çünkü yetişkinler yalnız kalmayı bilmiyor. Çocuklar bağırıyor çünkü yetişkinler de bağırıyor. Hepimiz birbirimize baka baka birbirimize benziyoruz işte bir kez daha. Çocuklarımız kendi kendilerine oyalanamıyor çünkü bunu yapabilen yetişkinlerin sayısı da parmakla sayılabiliyor. Sanırım yetişkinler uçaklarda ağlamıyor ama onlar da yüksek sesle konuşuyor, uçak ikaz ışıkları yandığı an telefonuna sarılıyor hatta sıklıkla yanındakiyle, önündekiyle hostesle tartışmaktan geri kalmıyor.
Biz neyiz ki çocuğumuz ne olsun?
Bir örneğin ardından konuyu gündelik bağlamından kopararak ona kuramsal bir arka plan kazandırmaya çalışacağım. Zira bu kuramsal olarak çok ilgilendiğim konuyu, ne kadar yazsam söyleyecek bir o kadar daha cümlem kalmış olacak, biliyorum.
Yıllar önce körpe bir asistanken üniversiteye vapurla gidip geliyorum. Telefonum çaldı, açtım ve konuşmaya başladım. Kendime göre sessiz konuşuyor olsam da bir vapur yolcuğu boyunca telefondaki arkadaşımla üniversitenin hararetli konularından konuşmaya devam ettik. O dönem bir maaş düzenlemesi gündemdeydi okulda. Sanki telefonla konuşarak bunu hızlandırabilecekmişiz gibi uzun uzun konuştuk. Bir ilkbahar akşamıydı ve ben dışarıda oturuyordum. Denize bakan tarafta çaprazımda oturan adam çubuk kraker yiyordu. Konuşmamın bir yerinde adam çubuk krakerin birini kırdı ve benim yüzüme fırlattı ve kalkıp gitti. O gün bugün, belki üstünden 20 sene geçmiştir utancımdan hiçbir şey azalmadı. O adamı bu davranışa zorladığım için kendimden utandım. Bir an durakladım, özür dileyemedim, ki dilesem bile adama o son 20 dakikayı geri veremeyecektim. Utandım, utandım. Sessizce konuşmaya çalışsam bile bu mırıltının da ortak alanda rahatsız edici bir sese dönüşebileceğinin dersini, telefonlar hayatımıza yeni yeni girmeye başladığında almıştım ben. O gün bugün dikkat ederim. Ben yetişkinken nasıl dikkat ediyorsam küçük kızımın da dikkat etmesi için elimden geleni yaparım. Çünkü ben ne yapıyorsam o da onu yapmaya başlar, bilirim. Ama maalesef sadece ailesi yetmez. Kamusal alanda herkesin alanının seninki kadar önemli olduğunun idrakını edemeyenler de bazen ona rol model olabilir, diye korkarım.
Velhasıl konuyu biraz ses ve sükut bağlamında sinemada, resimde ele alsam nasıl olur acaba?
Roma filminde hastanenin boş koridorunun birkaç saniye ekranda kaldığı bir plan vardır. Edward Hopper’ın “Söz ve Sükut” serisi resimlerine ve Hammershoi’nin beyaz kapılarının yalnızlığına benzer. Saniyeler içinde sesin hayatındaki yerini sorgulatır insana. Sessizlik peşindeki hayatlarımızın gerçek ve mutlak bir sessizlik anıyla karşılaştığımızda nasıl bir hayal kırıklığı ve bocalamayla kaldığını adeta sesle söyler. Ve beni saniyeler içinde etrafımdaki onlarca sesle barıştırır. Bu barışmayı tekrar düşünmeliyim elbette. Yan apartmanın yıkılması ve zeminde kaya bulunmasıyla başlayan sabah 7 akşam 7 taş kırma sesiyle barışmam epey zor.
Yüzyılın başında Charles Dickens ve onunla aynı fikirde olan bir grup insan bir bildiri yayınlayarak parlemontaya sukünet çağrısında bulunmuşlardı. Londra’nın, sanayileşmenin ve kentleşmenin ardından olağan dışı ve hatta tahammül edilemez bir ses düzeyine ulaştığını söyleyerek, sokakların neredeyse sesin fazlalığı yüzünden çıldırmış olduğunu belirtmişlerdi. Aslında bu yeni değildi, Dickens’tan çok önce de düşünürler, yazarlar bu konuya değindiler. Örneğin Arthur Schopenhauer’ın konu hakkındaki değerlendirmesi tabiri caizse üst perdeden bir yorumdu. “Düşünürlerin iyi işler yapabilmeleri için sessizliğe ihtiyacı vardır, çeşitli seslerin ahenksiz bir şekilde bir araya getirilmesi entellektüel insanlar için işkencedir” diyor ve ekliyordu. “Sadece aptal insanları gürültüyü tolere edebilir.”
Elbette Arthur Schopenhauer ‘ın dönemdaşı olmadıkça bu zamanın ruhunu derinden hissetmemiz çok zor. O dönemler daha çok sokağın sesine duyulan bir öfke hakimdi. Ama sanırım, yıllar geçtikçe ve seslere karşı olan tahammülümüz arttıkça, diğer insanların seslerine karşı olan tahammülümüz azaldı.
Bu cümleleri kurarken ses ve sessizliğin aslında kardeş olduğunu düşünüyorum. Zira mutlak sessizlik diye bir şeyin mümkün olamayabileceği, çünkü sesin kendisini yok eden sessizlikten korkamayacağını ve sese gebe olmayan sessizliğin olmadığını konuyla ilgili olan kuramcılardan okuyorum. Örneğin Bela Balasz, filmlerdeki sessizlik için, “Filmlerde sessizliğin de bir ses efektidir, ses ancak karşıtıyla var olabilir. Sadece sesin olduğu yerde sessizlik vardır. Sessizliğin üretimi olabilecek en dramatik efekttir ancak sessizliği hiçbir sanat formu yaratamaz" diyordu.
Jean Luc Godard’ın “Çete” filmi ses ve sesin karşıtlığı konularına bir örnek barındırır. Filmde yönetmen sesin rolünü anlatabilmek için bir anda sesi keser. Sesle oynadığı bu oyun için bir de “Hafta sonu” filminin uzun plan çekilen o unutulmaz trafik sahnesini düşünelim. Burjuvanın konfor alanının dışında, kendi yarattığı kaos ve kakafoniye kendi yöntemleriyle çaresiz kalışını yine ses ve sessizlik üzerinden izlemeye devam ederiz. “Rififi” filminin ünlü soygun sahnesi de Balasz’ın tezine bir saygı duruş sanırım. Seyretmemiş olanlara öneririm.
Türk sinemasının sessiz kadınları, sinemanın sessiz kahramanları karşımıza Sürü, Eşkıya, Before the Rain, Persona, Quiet Place, Into Great Silence, Tribe, All is Lost, Nothing Personal, Koyaanisqatsi ve Kim Ki Duk’un şiir gibi filmi İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış ses ve sessizlik konularında aklıma ilk gelen örneklerden. Hepsi sesle ilişkimizi sorguluyor ve sesin yıllar içinde hayatımızda değişen yerine bir göz atıyor.
Bu konuda daha uzun bir değiniyi sanırım “Quiet Place” filmi hak ediyor. Sinemanın tüm ihtişamıyla görsel işitsel dilin en üst düzey örneklerini kullanmaya başladığı dönemde sesi değil ama sessizliği bir korku aracı olarak kullanıyor. Susan Sontag “Susmanın Estetiği” kitabında, susma davranışının ve sessizliğin de bir güç aracı olarak kullanılabileceğini söylüyordu ya hani, sanırım bu film, bu konuda, Persona gibi çok güzel örneklerden biri.
Sessizlik söylenecek bir şeyin kalmaması ölçüsünde ürkütücü elbette. Yazarların ve düşünürlerin yaşadığı Bartelby sendromu buna örnek olsa gerek. Yazacak bir şeyi kalmadığını, resmederek söyleyecek bir şeyi kalmadığını düşünen kişi sayısı azımsanmayacak kadar çok. Haydi bu da ayrı bir yazı konusu olsun. "Söylenmeyecek şey konusunda susmalı" diyerek kitabını noktalayan Wittgenstein'ı, bu dünyaya daha fazla faydalı olamayacağını düşünen Pablo Neruda’yı, Virginia Woolf’ü, Marcel Duchamp’ı, Salinger’i, Arthur Rimbaud’yu, Kafka’yı, Tolstoy’u, Jacques Vache’yi ve Oblomov’u konuşalım.
Sesle sessizliği ben de kardeş görüyorum. Birine iyi diğerine kötü demem imkansız. Gündelik hayatıma yıkıcı müdahale eden sesleri kabullenemiyor ama sokağın sesini kaçırabilme ihtimalime karşın kulaklığımın sesini müzik dinlerken hep kısıkta tutuyorum.
Ve son sözü Andre Gide’ye bırakıyorum. “Sessizliği öğrenmeliyim” diyordu Gide. Sadece başkaları için değil, kendimiz için de sessizliği öğrenmeliyiz belki de. Çünkü ses ancak karşıtıyla anlam kazanıp bizi memnun edebilir, sessizlikle.