08 Eylül 2024

Ağla çocuk ağla, annen alsın açma

Sessizliği severim, ama sessiz bırakılmayı asla. Sessizlik, düşüncelere yer açar; ama sessiz bırakılmak, insanın varoluşuna gölge düşüren bir durumdur. Şu an bu satırları yazarken, sahilde simit ve açma satan adamın sesi dalgaların arasında yankılanıyor: "Ağla çocuk ağla, annen alsın açma"

Elimde bir fotoğraf var. Anneannem ve teyzem 1970'li yıllarda Almanya'da, rengarenk bir duvar kağıdının önünde rengarenk giyinmişler, kahkaha atıyorlar. Bu fotoğraf bir yanı ile o zamanların fotoğraflarına benzemiyor. O dönemde fotoğraflara verilen ihtimamlı pozlar yok bu karede. Çok samimi, çok gerçek bir an, bir kahkaha anı görüyorum. Oysa fotoğraf şimdi çok sessiz. Fotoğrafa baktığımda, Roland Barthes'in Camera Lucida kitabındaki "punctum" kavramı geliyor aklıma: O anın vuruculuğu, fotoğraftaki sessizlik içinde gizli bir yoğunluk taşıyor. Barthes, fotoğrafın zamanı durdurup ölümsüzleştirdiğini söyler, ben de bu sessizlikteki yaşamı ancak kendi duygusal belleğimle canlandırabileceğimi fark ediyorum.

Sessizliği severim, ama sessiz bırakılmayı asla. Sessizlik, düşüncelere yer açar; ama sessiz bırakılmak, insanın varoluşuna gölge düşüren bir durumdur. Şu an bu satırları yazarken, sahilde simit ve açma satan adamın sesi dalgaların arasında yankılanıyor: "Ağla çocuk ağla, annen alsın açma." Adamın sesinde bir sadelik, bir netlik var; sorun ortada, çözüm basit. Hayatın küçük anlarında her şey bu kadar açık ve netmiş gibi görünür. Ancak hayatın kendisi öyle değil ki. Keşke her şey bu adamın söyledikleri kadar basit olsaydı, diyorum içimden. Ama hayatın karmaşıklığı, insanların hikâyelerinin çoğu zaman sessizliğe gömülmesinde yatıyor. Yaşanmış olaylar, bir süre sonra unutuluyor ya da kasıtlı olarak göz ardı ediliyor. O hikâyeler açıkça paylaşılmadığında, anlamları bulanıklaşıyor, zamanla kayboluyor ve geride yalnızca sessizlik kalıyor.

Tıpkı fotoğraftaki kahkaha gibi, başlangıçta canlı ve güçlü olan anlar zamanla silikleşiyor. O kahkahanın yankısı artık yok; geriye sadece sessiz bir hatıra kalmış. Yaşamın karmaşıklığı da belki tam burada başlıyor: Bir zamanlar canlı ve net olan seslerin, anların zamanla unutulması, sessizliğe gömülmesi. Gerçekten duyduğumuz sesler ile bir zamanlar duyulmuş ve şimdi sessizlikle örtülmüş olanlar arasında sıkışıp kalıyoruz.

Susan Sontag, On Photography kitabında, fotoğrafın bir yandan "ölümü çağrıştırdığını" söyler, çünkü fotoğraf geçmişte yaşanmış bir anı sabitler ve o anı, içinde bulunduğu seslerden, hareketlerden koparıp sessiz bir görsele dönüştürür. Anneannem ve teyzemin kahkahalarla gülümsediği bu fotoğrafa baktıkça, o kahkahanın artık sadece bir görüntüye dönüştüğünü fark ediyorum. Ya da öyle mi? O neşeli an, artık yalnızca gözlerimle izlediğim, duyusal olarak ulaşamadığım bir suskunluk içinde hapsedilmiş. Zamanla bu sessizlik zihnimde daha da ağırlaşıyor; sanki o kahkaha orada asılı kalmış, ama asla geri getirilemeyecek.

Mikhail Bakhtin, ses ve sessizlik arasındaki ilişkiye derin anlamlar yükler. Ona göre, sessizlik de bir tür dildir ve çoğu zaman ses kadar güçlü olabilir. Bakhtin'in bu düşüncesini aklıma getirdiğimde, fotoğraftaki sessizlik bana sadece bir eksiklik değil, aynı zamanda anlam yüklü bir ifade biçimi gibi gelmeye başlıyor. O sessizlik, zamanın geçtiğini ve hayatın sabitlenemeyeceğini fısıldıyor. Fotoğraf, sadece bir kahkaha anını değil, o anın sessiz bir yankısını da barındırıyor; bu yankı, fotoğrafın sessizliğini daha da derinleştiriyor. Bu arada sahildeki adam bana yaklaşıyor, ağla çocuk bir ezgiye dönüşüyor.

Bu sessizliği düşünürken Andrey Tarkovski'nin Ayna (Zerkalo) filmi geliyor aklıma. Tarkovski'nin bu filmi, geçmişe, anılara ve içsel yolculuklara dair derin bir meditasyon gibi. Filmde karakterler genellikle suskun; hikâye, diyaloglardan çok sessizliğin ve imgelerin gücüyle anlatılıyor. Ancak bu sessizlik durağan değil, karakterlerin iç dünyalarındaki karmaşıklıkları ve çatışmaları hissettiriyor. Özellikle başkarakterin çocukluk anılarıyla olan hesaplaşmaları, sessizliğin içinde saklı bir fırtına gibi. Tarkovski, sessizliği, karakterlerin hem kendileriyle hem de geçmişleriyle olan hesaplaşmalarının bir yansıması olarak kullanıyor. Filmdeki bu suskunluk, anıların ağırlığını taşırken, sessizlik adeta bir anlatıcı gibi işlev görüyor. Anneannem ve teyzemin kahkahası da tıpkı bu filmdeki sessizlikler gibi; geçmişin sisli bir yankısına dönüşmüş durumda.

Krzysztof Kieslowski'nin Üç Renk: Mavi (Trois Couleurs: Bleu) filminde de sessizlik, anılar ve duygularla dolu. Filmde başkarakter Julie, eşini ve çocuğunu kaybettikten sonra sessizliğe çekilir. Yasını sessizlik içinde yaşar, geçmişin acısını derin bir sessizlikle ifade eder. Ancak bu sessizlik, bir kaçıştan öte, içsel bir arayış ve iyileşme sürecidir. Sessizlik, Julie'nin kayıplarıyla yüzleşmesini sağlar, ona yaşamaya devam edebilmesi için bir alan yaratır. Kieslowski, sessizliği bir boşluk olarak değil, karakterin iç dünyasındaki dönüşümün sembolü olarak kullanır. Tıpkı Ayna filminde olduğu gibi, sessizlik zamanın ve duyguların izini sürer; tıpkı fotoğraftaki gibi, bir zamanlar canlı olan anlar, şimdi geçmişin sessiz yankılarına dönüşür.

Fotoğraftaki sessizlik üzerine düşündükçe, bunun yalnızca bir anın ifadesi olmadığını fark ediyorum. Bu sessizlik, anlatılmayı bekleyen, göz ardı edilmiş ya da bastırılmış hayatların yansıması gibi. Bir sesin, bir anın kayboluşu değil sadece; aynı zamanda hikâyesi anlatılmamış insanların varlığını işaret eden derin bir suskunluk. Tıpkı Ayna ve Mavi filmlerindeki gibi; anıların ve geçmişin yükü sessizlikle ifade buluyor. Bu sessizlikler, bir anlamda çığlığa dönüşen suskunluklar; hem bireysel hem toplumsal hikâyelerin duyulmadığı anları bize hatırlatıyor.

Tarih boyunca susturulan, kahkahası duyulmayan, hikâyeleri eksik bırakılmış ya da yanlış anlatılmış milyonlarca kadını düşünelim şimdi. Bu yüzden oto-kurmacalara, anı kitaplarına, mektuplara ve tabii ki fotoğraflara büyük bir ilgim var. Bir kadının otobiyografisini yazması ya da yaşamını sinema yoluyla aktarması, yalnızca kişisel bir eylem değil; aynı zamanda tarihsel bir sessizliği bozma girişimidir. Sessizliği kırmak ve anlatılmamış hikâyeleri gün yüzüne çıkarmak, bireysel deneyimlerin ötesine geçen geniş bir anlam taşır. Marguerite Duras'ın yazılarında sıkça karşılaştığımız kişisel anlatılar, bireysel olanla sınırlı kalmaz; bir neslin ve cinsiyetin ortak deneyimlerini de açığa çıkarır. Duras'ın kişisel hikâyeleri, tarihsel ve toplumsal bir bağlama oturur; bireysel olanla evrensel olan arasında bir köprü kurar.

Agnès Varda'nın filmleri de benzer şekilde kişisel ve toplumsal sınırları zorlar. Varda, bir kadının günlük yaşamını, kişisel deneyimlerini toplumsal bağlamla ilişkilendirir. Kendi yaşamına ve çevresine dair gözlemlerini sinema aracılığıyla aktarırken, bireysel hikâyelerin aslında toplumsal normları ve kadınların toplumdaki yerini sorgulayan güçlü anlatılara dönüştüğünü gösterir. Varda'nın filmlerinde bireysel olanla toplumsal olan iç içe geçer; kişisel hikâyeler toplumsal yapının aynası olur.

Louise Bourgeois'nin heykel çalışmalarında da bireysel ve toplumsal deneyimler birbirine karışır. Bourgeois, kişisel travmalarını ve aile ilişkilerini sanatı aracılığıyla evrensel bir düzeye taşır. Onun devasa örümcek heykelleri, annesinin narin ama koruyucu karakterine dair bir sembol olmakla birlikte, kadının güç, kırılganlık ve dayanıklılık gibi duygusal dinamiklerini de barındırır. Varda gibi, Bourgeois de kişisel hikâyelerini toplumsal meselelerle birleştirir; bireysel olanı evrensel yapmanın gücünü sanatında sorgular.

Varda'nın filmleri ve Bourgeois'nin sanatı, kişisel olanı toplumsal bir aynaya dönüştürür. İzleyiciyi yalnızca bireysel bir yolculuğa değil, daha geniş bir toplumsal sorgulamaya da davet eder.

Neden anlatılmamış bir hikâye kalmamalı? Çünkü her hikâye, insanlık deneyiminin bir parçasıdır ve sessiz bırakıldığında, tarih eksik kalır. Kendi hikâyelerimizi anlattığımızda, yalnızca bireysel deneyimlerimizi paylaşmakla kalmıyoruz; aynı zamanda toplumsal hafızaya katkıda bulunuyor, yeni bir anlatı biçimi yaratıyoruz. Otobiyografik filmler ve kitaplar bu yüzden bu kadar önemli; oto-portreler de bu yüzden baş tacım. Onlar, yalnızca edebi ya da sanatsal bir tür olmanın ötesinde, bir varoluş alanıdır. Edebiyat dünyasında Annie Ernaux, Rachel Cusk ve Tove Ditlevsen gibi yazarlar, yalnızca kendi hikâyelerini yazmakla kalmıyor; aynı zamanda bir kuşağın, bir toplumun ve bir cinsiyetin sesini duyuruyorlar.

Sarah Polley'nin Stories We Tell (2012) filmi de bu bağlamda dikkate değer bir örnek. Polley, bu belgeselde ailesiyle ilgili kişisel bir hikâyeyi keşfetme ve yeniden anlatma sürecine odaklanır. Film, aile sırları, bellek, gerçeklik ve öz-kurmaca üzerine bir sorgulama sunarken, kişisel olanın nasıl toplumsal ve evrensel bir hikâyeye dönüştüğünü gösterir. Polley'nin yaptığı, sessiz kalmış bir aile hikâyesini yeniden anlatmak ve bireysel anıların tarihin nasıl şekillendiğini göstermektir. Stories We Tell, sesini bulamayan ya da bastırılan hikâyelerin nasıl büyük bir toplumsal yankı yaratabileceğini gözler önüne serer. Filmde kullanılan çoklu anlatı teknikleri ve gerçek ile kurmaca arasındaki ince çizgi, öz-kurmaca anlatıların ve otobiyografinin nasıl güçlü bir ifade aracı olabileceğini bir kez daha kanıtlar.

Baktığım fotoğraf, bana bir anın içinde sıkışıp kalmamanın, onu canlı tutarak sonraki kuşaklara aktarabilmenin ne kadar önemli olduğunu hatırlatıyor. O sessiz kahkaha, bir zamanlar yaşamış insanların izini taşıyor. Fotoğrafın sabitlediği an, geçmişin derinliklerinde kaybolmak yerine, geleceğe bir köprü kuruyor. Bu anı paylaşmak, sadece bir hatırayı canlandırmak değil, aynı zamanda hayatın sürekli akışını hatırlatıyor. Annie Ernaux'nun Yıllar kitabında olduğu gibi, bir insanın yaşamı sadece kendi anılarıyla sınırlı değildir. Her birey, toplumun ve zamanın katmanlarında, başkalarının da deneyimleriyle iç içe geçmiş bir hikâye anlatır. Bu fotoğrafa bakarken, anneannem ve teyzemin o kahkahasının sadece bir aile anısı olmadığını, daha büyük bir geçmişin, bir kuşağın duygusal yankısı olduğunu hissediyorum. O an, yalnızca onların değil, göç yollarında yeni bir hayat kurmaya çalışan tüm insanların hikâyesini taşıyor. Bu yüzden o sessizlik, yalnızca kaybolmuş bir ses değil; aktarılmayı bekleyen bir hatıra, bir yaşamın izi Bu anı yazmak, paylaşmak, o kahkahayı yeniden hayata döndürmek; işte belki de bu yüzden anlatılmamış hikâye kalmamalı. Her bir anı, her bir yaşam, sessizlikte kaybolmadan önce dile getirilmeli.

"Ağla çocuk ağla, annen alsın açma" diyor sahildeki adam. Hayatın basit görünen anlarından birinde, o ses bana başka bir ritmi fısıldıyor: Anlat hikâyeni, susup kalma. Her sessizlikte bir hikâye saklı, her fotoğrafta yankılanmayı bekleyen bir an. Kahkahalarla dolu o kare, bana yalnızca o anı değil, anlatılmayı bekleyen hayatları hatırlatıyor. Belki de en önemli şey bu: Anlat hikâyeni, susup kalma. Çünkü anlatılmayan her hikâye, zamanın içinde kaybolup gider.


Not: Projem üzerinde çalışırken, bastırılan kadınların seslerinden bahsettiğim giriş bölümünde neredeyse bazı önemli isimleri anmayı unutuyordum. Yazdıklarıma yoğun bir şekilde dalmışken, bir an kafamı kaldırıp kendime sordum: Neden hep Annie Ernaux'dan örnek veriyorum da Teslime Nesrin'den bahsetmiyorum? Neval El Sadavi, Füruğ Ferruhzad neden yok örneklerimde? Bu sorular zihnimde dolanırken, projemde yakın coğrafyalardan aynı türde yazan kadın yazarları da eklemem gerektiğini fark ettim. Sevgili arkadaşım Fatma'ya danıştım, ve önerileriyle listeme harika isimler ekledim. Fatma Burçak'a özellikle Orta Doğu edebiyatı konusundaki katkıları için müteşekkirim.

Aslı Kotaman kimdir?
 

Aslı Kotaman Universitaat Ruhr, CAIS entitüsüne bağlı olarak diziler, filmler, medya dolayımıyla hayatımıza giren tüm içerikler üzerine çalışıyor.

Kotaman, lisans ve yüksek lisansını gazetecilik, doktorasını ve doçentliğini sinema alanında tamamladı.

Sanatın Erkeksiz Tarihi, Zihin Koleksiyoncusu ve Açıkçası Canım Umurumda Değil deneme kitaplarının yazarı Kotaman'ın akademik olarak yayımladığı Türkçe ve İngilizce makale ve kitapları mevcuttur.

Gazete yazılarına ve sosyal medya üzerinden yaptığı yayınlara devam eden Kotaman'ın çalışma alanları içersinde diziler, film eleştirileri, feminist yazın, temsil, bakış alanları bulunuyor. 

Yazarın Diğer Yazıları

Paylaşılamayan mutluluk ve performatif mutsuzluk

Biz neden mutluluğumuzu paylaşmak yerine mutsuzluğumuzu yarıştırmayı tercih ediyoruz?

Hayatın katmanları: Kairos ve tül perdeler

Geçmişin izleri, tül perdenin ardında belirip kayboluyor. Kairos, zamanın her katmanda bıraktığı izleri açığa çıkarıyor

Yarım kalmış düşler, tamamlanmamış hikâyeler, bitmemiş cümleler

Sen de biliyorsun; bazen sadece yarım kalmıyoruz, yarım bıraktırılıyoruz. Eksik bırakılan hayallerin, tamamlanmamış cümlelerin arasında yolumuzu bulmaya çalışıyoruz

"
"