26 Ağustos 2024

Yeşil pasaport ve vize üzerine

Türkiye’nin bazı ülkelerin uyguladığı vize sıkılaştırmalarına karşı ve bunu değiştirebilmeye yönelik kısa vadede ve hatta öngörülebilir orta vadede yapabileceği pek bir şey olmadığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu nedenle vatandaşlarımız başta AB ülkeleri, ABD ve İngiltere gibi ülkelerden yakın dönemlerde kolay vize alabilme beklentisine hiç girmemelidir

Gazetelerde yer alan haberlere göre “yurt dışına gitmek isteyen binlerce vatandaşın vize talepleri reddedildiği için birçok meslek grubu yeşil pasaport peşine düşmüş ve TBMM’de bu konudaki kanun teklifi sayısı 19’a yükselmiş.” Necati Doğru, Sözcü’de “hela bekçileri de yeşil pasaport istiyor” diye yazarak kendisine iletilen talebi milletvekilleri duysun diye köşesine taşımış. Yine haberlere göre aralarında ABD, Kanada, İngiltere, Avustralya, Yeni Zelanda ve Meksika’nın da bulunduğu 40 ülke yeşil pasaporttan vize istiyormuş. Ve bu haberi tamamlayacak bir başkası da 2024’ün ilk altı ayında İngiltere’ye ulaşmaya çalışan kaçak göçmenlerde sayı bakımından T.C. vatandaşları üçüncü sırada ve oran ise yüzde 10 imiş. Bu sayı ile T.C. vatandaşları Suriyeli kaçak göçmen sayısını aşmış. Vize meselesinin nedenlerinden birisi kuşkusuz ekonomik göçmenlik ya da sığınmacılık. Vize alarak sınırları aşamayanlar kaçak göçmen olma yolunu deniyor.

Bugünlerde ülkemizin hem eğitimli genç nüfusu hem de eğitimli olmasa da kendine yeni bir yaşam kurmak için gençlerin önemli bir oranı, umudunu ve burada mutlu olma olanağını yitirdiğini düşünüp ülkemizi terk etmek ve gelişmiş Batı ülkelerine gitmek istiyor. Osmanlı döneminde Kırım Savaşı’ndan sonra Kırım ve Kafkasya, 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı’ndan sonra da Balkanlardan; Cumhuriyet sonrasında ise ağırlıklı olarak Balkanlardan hep bu topraklara kitlesel göçler oldu. Yakın tarihimizde daha önce vatandaşlarımızın ülkelerini kitleler halinde kendi iradeleriyle terk etme ve uzak diyarlara göçmek isteme eğiliminin belki de tek örneği Osmanlı döneminde Balkan Savaşları sırasında yaşanmıştı. O tarihlerde artık Anadolu ve Balkanlarda askere alacak genç nüfus bulmakta zorlanan Devlet askerlikten muaf olan güney vilayetlerimizde (bugünün Irak, Suriye, Ürdün ve Suudi Arabistan gibi) yaşayan Arapları da askere almaya ve vergilemeye karar verince Lübnan, Suriye, Filistin gibi bölgelerde yaşayan özellikle de Hristiyan olan Araplar askere gitmemek için ağırlıklı olarak geniş kitleler halinde ve ellerinde Osmanlı pasaportu (o günlerde vize derdi yok) Arjantin’den ABD’ye Amerika kıtasının değişik ülkelerine göçmüşlerdi. “El Turco” diye anılmalarının nedeni de taşıdıkları pasaportları idi yoksa kendilerinin Türk olması değil. Bunlardan birisinin de Edward Said’in babası olduğunu ve Osmanlı’da asker olmamak için ABD’ye göçüp daha sonra da oranın vatandaşı olabilmek için I. Dünya Savaşı sırasında ABD ordusuna yazılıp Avrupa’ya geldiğini Said’in yaşam hikayesini anlatımından öğreniyoruz. Hadi onlar askerlikten ve vergiden muaf oldukları ve manevi bir bağlarının olmadığı, sadece vatandaşı oldukları bir devlet onlarla maddi bir bağ kurmaya kalkınca bu tür kitlesel göç eyleminde bulundular. Ama şimdi (çoğunluğunun nene-dedeleri, büyük nene-dedeleri Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı, Milli Mücadele’yi görmüş ve yaşamış, Cumhuriyet’in kurucu unsuru olmuş) genç vatandaşlarımızın önemli bir kısmı şimdi kapıyı açsanız (zaten açık) ve kendilerini kabul edecek bir ülke bulsalar (sorun ya da çaresizlik de burada başlıyor) kitleler halinde ülkesini terk etme psikolojisine, böylesi bir duruma neden ve nasıl sürüklendiler?

Vize meselesinin sıkılaştırmaya başlaması 1980’lerin sonunda Almanya’nın başını çektiği bir vize uygulaması ile diğer Avrupa ülkelerine yayıldı. Zaman içinde sadece vize uygulamasının kendisi değil vize koşulları da giderek zorlaştırıldı, ağırlaştırıldı. Zaten gergin bir konu olan vize meselesini İŞİD’in Suriye ve Irak’ın kuzeyini işgali, Suriye İç Savaşı sonrası gelişmeler, Orta-Doğu’daki gelişmelerde aldığımız politik pozisyon, Covid ve Rusya-Ukrayna Savaşı adeta ulusal bir sorun haline dönüştürdü.

Vatandaş, bizi yönetenlerden bu sorunu çözmesini bekliyor, ancak içinde bulunduğumuz ekonomik ve politik koşullar ile vizenin niteliği bu konuyu Türkiye’yi yönetenlerin kısa vadede çözebilecek olanak ve güce sahip olmadığını gösteriyor. Siyasetçi de bunu bildiği için daha önce yapılmış vize anlaşmaları ile sağlanmış olan yeşil pasaportlara vize muafiyetini bu pasaportları alanların kapsamını genişleterek kısmi bir rahatlama sağlayıp tencerenin buharını almak istiyor. Ama ne bu Kanun tekliflerini veren milletvekilleri ne de yeşil pasaport beklentisinde olanlar yapılmış bu anlaşmaların bir gecede askıya alınabileceğinin (bir sabah ansızın gelmek bu olsa gerek) farkında değiller ya da ya şimdiye kadar işe yaradığı için de ya tutarsa diye düşünüyorlar.

Konuyu bugünlerdeki durumumuz ile kıyaslayabilmek için biraz eski olan bir anımı paylaşarak ele almak istiyorum. Ama daha sonra buna bağlı olarak 1980’lerin başındaki genel resmi çizmeliyim. Pasaport ve vize ile ilgili bu anım 40 yılda mavi pasaportumuzla vizesiz gidebildiğimiz ülkelere artık vize bile alamaz durumuma gelmemizin hazin durumunu gösteriyor.

Maliye Bakanlığındaki görevimden Haziran 1981’de ayrıldım ve Yapı ve Kredi Bankası’nda genel müdür yardımcısı olarak işe başladım. Kamu görevinden ayrıldığımda üçlü kararname ile atanmış ve 1. derecede görev yapan bir memur olarak o günkü (bugüne göre koşulları çok dar olan yeşil pasaport verme) kuralların çerçevesinde yeşil pasaport alma hakkı olan bir vatandaş idim. Yapı ve Kredi Bankası’nda genel müdür yardımcısı olarak göreve başlayınca işim gereği pasaport aldım. Aldığım pasaport umumi pasaport olup rengi mavi idi ve aklıma hususi yeşil pasaport almak gelmesi için bir neden olmadığı gibi aslında o günlerde sanırım buna gerek de yoktu.

Yapı ve Kredi’de göreve başladıktan bir süre sonra 1981 sonbaharında Grubun patronu MEK, Caterpillar yedek parçası kaçakçılığı iddiaları üzerine tutuklanırım kaygısı ile İsviçre’ye Cenevre’ye gitti ve 1984 martına kadar geri dönmedi ve orada kaçak hayatı yaşadı (Dönünce de siyasetin onu affetmesinin bedelini YKB nasıl ödedi belki bir gün tartışırım.) Türkiye’deki işleri (internetin ve cep telefonlarının olmadığı bir dünyada) uzaktan kendince yönetmeye çalıştı ve Cenevre’deki şirketleri ile de iş yapmayı sürdürdü (Cenevre’deki iş yaşamının en yakın tanıklarından birisi de orada yönetici olarak çalışan eski AK Parti Milletvekili Emin Şirin’dir.) Mart 1982’de gerek Yapı-Kredi gerekse diğer bazı işler hakkında bilgi vermek ve bazı konuları görüşmek ve onun onaylarını almak amacıyla o sırada Yapı Kredi de genel müdür yardımcısı olan rahmetli Tuncay Artun ile birlikte Cenevre’ye gittik (bu gidip gelmelerim o yurda dönene kadar sürdü.)

O tarihlerde Cenevre’ye THY ve Swissair haftanın belli günleri (ve aynı günde olmayacak şekilde) uçuyor, uçaklar önce Zurih’e inip yolcularını bırakıp Cenevre’ye devam ediyorlardı. Dönüşte de Cenevre’den kalkıyor sonra Zürih’e inip oradan yolcu alıyor ve İstanbul’a doğru havalanıyordu. Yani bir tür uçak-dolmuş gibi idiler. İsviçre-Türkiye arasında Sabah İstanbul’dan kalkan ve giden uçak yolcu alıp geri döndüğünden tek bir gidiş geliş yapılıyor ve giderseniz bir gece konaklamadan dönemiyordunuz.

Yeşil pasaport alma hakları bulunan ancak ellerinde mavi pasaport olan iki eski kamu görevlisi halen özel sektörde yöneticilik yapmaya çalışan saf ve gariban iki genç olarak Cenevre hava alanına indik. Hava alanları şimdiki gibi kalabalık değil. Pasaport kontrolü kapısına gittik. Ama o da ne! Kapılarda hem kalabalık ve uzun sıralar olmadığı gibi hiçbirisinde görevli bile yok. Baktık herkes elini kolunu sallaya sallaya geçip gidiyor. Önce bir duraksadık ileride biraz uzakta üniformalı pasaport görevlisini gördük. Kapıyı işaret ettik ve pasaportlarımız gösterip damgalama işaret yaptık. Bize vücut diliyle geçin, beklemeyin işareti yaptı. Biz kendi ülkemizde giriş ve çıkışta pasaporta damga bastırma gerektiğini bilen kişileriz. Önce duraksadık ama geçtik. Valizlerimizi aldık. Dışarı çıkacağız ama içimize kurt düştü. Maliye rahlesinden geçmiş eski denetim elemanlığımız var ya. Kuşkulanmak ruhumuza işlemiz. Tuncay’a “Dur çıkmayalım, ne olur olmaz biz bu pasaportlara Cenevre’ye giriş damgası bastırmalıyız; sonra bakarsın döneceğimiz yer Türkiye, patron zaten kaçak durumda; bu damgalara ihtiyacımız olabilir” dedim. Aradık bir pasaport görevlisi olduğuna ikna olduğumuz bir üniformalı zatı durdurduk ve Cenevre’ye yeni iniş yaptığımızı, pasaportlarımıza ülkeye giriş damgası bastırmak istediğimiz söyledik. Adam(cağız) şaşırdı. Gerek yok dedi. Ama onu bir kere yakalamışız. Peşine takıldık. İlle de giriş damgası diye tutturdum. O nereye gider ise ben ve Tuncay ardındayız. Sonunda pes etti. Ve yüz ifadesinden içinden “çattık belaya, lanet olsun peki damgalatalım da kurtulayım” dediği okunuyordu. Bizi üst kata çıkarıp, uzun ve dolambaçlı koridorlardan geçip bir odaya götürdü. Oradaki görevliye şunların pasaportlarına bir giriş damgası basın dedi. O da pasaportlarımızı alıp giriş damgalarını bastı. Tuncay’la birlikte rahatlamış ve ileride çıkabilecek olası bir soruna karşı önlemini almış kişilerin gönül rahatlığı ile hava alanından çıktık.

Ülkemizden çıkabilsek de dışarısı artık bizleri ülkesine almak istemiyor

 O tarihlerde (1970’li ve 1980’li yılların ilk yarısı) ülkemize batı dünyasında ABD dışında vize uygulayan bir ülke de yoktu. ABD de sınırsız süreli vize verebiliyordu. Bir kez alabilirseniz ömür boyu yeni vize ihtiyacınız yoktu. I. Körfez Savaşı sırasında ABD sınırsız süreli vize vermeyi kaldırdı ve bu vizeleri verildiği tarihten itibaren 10 yıl ile sınırladı. Sovyet Bloku ülkeleri soğuk savaş nedeniyle vize uyguluyordu. Diğer yandan da 17 sayılı Karar nedeniyle sıkı bir kambiyo kontrolü olduğu için de ülkeden turist olarak yurtdışına ancak üç yılda bir çıkabiliyordunuz, bu 12 Eylül’den sonra iki yıla düşürüldü ve 1980’lerin ortasında Özal ile birlikte sınırlama kaldırıldı. Bankacılar da diğer iş adamları gibi iş nedeniyle çıkışlarda bu sınırlamanın dışında idiler ve görev nedeniyle yurt dışına çıkınca işyerlerinin ödedikleri kurumlar vergisine göre miktarı kademeli olarak değişen dövizi günlük harcama için alabiliyorlardı. O tarihlerde yurtdışına turist olarak çıkarken çok sınırlı (100 dolar, 200 dolar gibi) döviz almanız mümkün idi ve kredi kartı denilen ödeme aracı da henüz ülkemizde dolanıma girmemişti. Diğer yandan eşinize de isterseniz Hazineden “dövizsiz çıkış izni” alabiliyordunuz; bu izin Hazinece eşinizin pasaportuna işleniyor idi (tıpkı II. Dünya savaşı sırasında nüfus kağıtlarına işlenen ve karneyle verilen bazı mal alma izinler gibi) ve böylece bu izin ile eşiniz sizin ile birlikte, turist olarak çıkma hakkına bir halel gelmeden yurt dışına çıkabiliyordu.

Bu nedenle o günlerde yurtiçinde yaşayan vatandaşlarımız istese de canı çektiğinde yurt dışına çıkamıyordu. Deyim yerinde mi bilmiyorum “ülke kambiyo rejiminin koyduğu bir tür duvarlarla çevrili açık hava hapishanesi idi.” Dışarı bizi ülkesine alsa bile oraya gidebilmek için biz kendi ülkenizden çıkamıyorduk. Şimdi ülkede örülen kambiyo rejiminin duvarları yıkıldı ve içerden dışarıya çıkmamıza izin veriliyor (hatta devletlûlarımız bazılarımız için gidip de gelmese bile diye düşünüyor) ama bu sefer de duvarları dışarıda ördüler. Ülkemizden çıkabilsek de dışarısı artık bizleri ülkesine almak istemiyor. Sanırım 2005-2015 arasında T.C. vatandaşları yurtdışına çıkışlarda “lale devri” yaşadı. Ülkeye akan sıcak para nedeniyle “değerli TL-düşük enflasyon” ortamında çılgınca bir yurtdışı çıkışlar dönemi yaşandı. O günlerde turizm şirketlerinin gazetelere verdiği yurt dışı turu ilanları bazı gazetelerde 10 tam sayfaya çıkmış; bazı gazeteler her hafta sonu kabarık sayfa sayılı “seyahat-turizm” ekleri yayınlıyorlardı. “Yurt-dışı seyahatmania” sı azalarak Covid salgınına kadar sürdü. O günler tekrar yaşanır mı bilmem?

1980’li yıllarda mavi pasaport kullanmaya devam ettim. Ta ki Avrupa ülkeleri birer ikişer artık etrafımıza vize duvarlarını çekene kadar. Bir ülkede iradem dışı ortaya çıkan bir aktarma zorunluğuna takılınca yeşil pasaport almaya karar verdim. Eski kamu görevlerim (Maliye Bakanlığı, İstanbul Üniversitesi ve SPK) nedeniyle şimdi yeşil pasaport alma hakkıma bir de eşimin Baroya kayıtlı olması nedeniyle onun hakkından yararlanarak yeşil pasaport alma hakkım eklendi.

Pasaportumun süresi dolunca, artık emekli bir vatandaş olarak yurt içinde zaten itilip kakılıyoruz bir de yurt dışında gidip orada (yeşil bile olsa) pasaportumuz nedeniyle itilip kakılmayalım diye uzun yıllar boyu inatla yeni pasaport almadım. Biraz bu vize sıkıntıları, biraz yaş alma, biraz da çok sayıda ülkeyi ve şehri görmenin doygunluğu nedenleriyle mi bilmiyorum artık pek yurt dışında bir yere gitmek de hiç içimden gelmiyor. Tek dileğim gitmek zorunda kalmamak. Allah ülkemize zeval vermesin. Yoksa ülkenizin dışında dünyanın her yeri size dar gelir. Atalarımız “gezmeye yaban el, ölmeye vatan gerek” demişler ve güzel söylemişler.

Türkiye nasıl oldu da bugünkü noktaya geldi? Bir yanda daha önce vize uygulamayan ancak artık nerede ise T.C. vatandaşlarına vize vermeyi durdurmasa da olanaksız hale getiren Avrupa ülkeleri; daha önce kolayca vize veren ancak artık neredeyse vize randevusu bile vermeyen ABD, Kanada, Avustralya gibi ülkeler. Uluslararası ilişkilerde size ve sizin vatandaşınıza bir devletin yaptığı uygulamaya karşı sizin de ona ve onun vatandaşına karşı aynı uygulamayla cevap vermeyi ifade eden “mütekabiliyet” ya da yeni dilde “karşılıklılık” denilen ilke veya politika aracını uygulamanın bir devletin doğal hakkı ve onun için onurlu bir davranış ya da tepkide bulunma olduğunu Mülkiye’de uluslararası politika dersinde bize öğretmişlerdi (Suat Bilge, Seha Meray ve Mehmet Gönlübol hocalarımızı rahmetle anıyorum.) 1980’lerin sonlarından bu yana gelişen vize sıkılaştırmasına başta turizm gelirleri kaygısı, yabancı sermaye gereksinimi gibi nedenlerle bu ilkeyi veya politika aracını daha baştan sıkı biçimde uygulayamadık ya da bizi yönetenler uygulamadı. Zaten o yıllarda bizi yöneten ve her şeyi bir al-satçı (trader) anlayışı ile ele alan Turgut Özal’ın bu ilkeye inanmadığını, onun için bir anlamı bile olmadığını söylemek yanlış olmaz. Bu ilkenin son dönemdeki vatandaşlık verme ve yabancıların gayrimenkul edinmelerinde de uygulanmadığını görüyoruz. Halbuki Türkiye stratejik konumu nedeniyle Suriye, Irak, Lübnan, Ürdün, İsrail, İran, Rusya, Ermenistan; Gürcistan gibi ülkelerin vatandaşlarına vatandaşlık vermemesi gerektiği gibi bu ülke vatandaşlarına ve onlarla ilgili şirketlerin ya da kuruluşların gayrimenkul edinmelerine bile izin vermemeliydi.

Vatandaş meseleyi sahip olduğu pasaportun rengine indirgiyor

Konunun temeline inmek yerine vize sorununu pasaportun renginden kaynaklanan bir sorunmuş gibi elimizdeki kırmızı (eskiden mavi) renkli olan pasaportların dış kapağının rengini değiştirerek kendimizce kestirmeden çözeceğimizi sanmak tipik bir Orta-Doğu şekilciliği ve uyanıklığından başka bir şey olabilir mi? Pasaportumuza vize uygulaması adeta gelişmiş dünyanın hemen tümünde bizleri, T.C. vatandaşlarını neredeyse “persona non grata” yani istenmeyen kişi olan insanlar durumuna getirmiş durumda. Aralarında siyasetçilerin de olduğu ülkem insanı da meseleyi sahip olduğu pasaportun rengine indirgiyor. Milletvekili, politikacı zannediyor ki popülist bir girişimle kanun teklifi verip belirli bir gruba daha yeşil pasaport alma hakkı sağlarsam hem onların gönlünü (ve oylarını) alırım hem de vize sorununun çözümüne naçizane bir katkıda bulunurum sanıyor.

Vize meselesinin (mesele derken AB ülkelerinin, ABD’nin, İngiltere, Norveç, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda’nın T.C. vatandaşlarına vize uygulama yaklaşımından bahsediyoruz yoksa dünyanın öbür tarafı mesele değil.) Vize meselesinin bugün geldiği noktanın gerisinde uluslararası gelişmeler ve konjonktüre olan ülkesel tepkilerimiz, bunlara karşı aldığımız veya almak zorunda kaldığımız ya da almak zorunda bırakıldığımız pozisyon, ABD ve Almanya’nın başını çektiği ülkemize ve ülkemiz yönetimine yönelik tavırların büyük etkisi olsa da sonuç ağırlıklı olarak bizim hanemize yazılmalıdır. Bunun çeşitli temel nedenleri var.

(a) Türkiye orta gelir tuzağını aşamayan, sürekli dış açık veren, potansiyeli yüksek ve ekonomisi makro değerler ile büyük olsa da fert başına bölündüğünde gelişmişlik ve refah bakımından gelişmiş bir ülke ölçütlerini karşılamayan, sık sık dış açık ve iç açık krizleri ile karşılaşan, dışardan bakıldığında da her düzeyde yolsuzluk ve kayırmacılık batağına batmış, kural üstünlüğünü kaybetmiş, sokaklarında şiddetin kol gezdiği bir ekonomi görünümü veriyor. Üstüne artan genç nüfusa iş olanakları yaratmakta zorlanan ve genç (ve çoğu diplomalı) işsizler ordusunun çığ gibi büyüdüğü bir ülke. Genç nüfusun önemli bir kısmı sadece işsiz değil aynı zamanda umutsuzluk ve mutsuzluk batağına saplanmış durumda. Cumhuriyet kuruldu kurulalı ülkenin genç (hatta orta yaşlı) nüfusu kendi geleceğinden ve ülkesinden hiç böyle umutsuz; ülkesinden ve ülkesinde yaşamaktan hiç bu kadar mutsuz olmamıştı. 26 Mayıs 1960 ve 11 Eylül 1980 akşamlarında bile “bizler” ve “onlar” biçiminde ayrışmış olduğu hissine kapılmamıştı. Buna eklenen vize sorunu ülkem insanını aynı zamanda sahip olduğu vatandaşlık ve taşıdığı pasaport nedeniyle sadece umutsuz değil aynı zamanda birey olarak başka ülkelerce itilip kakılan bir insan haline geldiğini düşünmesine neden olup aşağılık kompleksine itiyor. Genç (ve hatta artık orta yaşlı) nüfusu işsiz, mutsuz ve umutsuz bir ülke olmanın yanı sıra dışarıdan bakıldığında da büyük bir ekonomik sığınmacı ihraç etme potansiyeline sahip ülke olarak görünüyor. Bu görünüm ise ülkemize ve vatandaşlarımıza karşı vize kuralları ve uygulamasının sıkılaştırılması sıkılaştırmasına neden oluyor. Bu nedenle sınır kapıları bir bir yüzümüze neredeyse kapanıyor. Sadece sınır kapıları kapatılmıyor batı sınırlarımıza artık duvar bile çekiyor. Kimse sığınmacı kimliği ile ekonomik sığınmacı istemiyor. Bu etken ne yazık ki kısa vadede çözebileceğimiz ve ortadan kaldıracağımız bir neden değil. Tam tersine ülkemize ve vatandaşlarımıza uygulanan vize politikasının öngörülebilen bir dönemde süreceği ve belki daha da sıkılaştıracağı anlamını taşıyor.

(b) Meselenin gerisinde yatan nedenlerden birisi özellikle Suriye meselesinden sonra daha da hızlanan ve önemli halen gelen ülkemizin yaşadığı sığınmacı, göçmen ve transit göçmen sorunu ve bizim buna karşı uyguladığımız politikalar. Ülkemiz doğudan batıya, güneyden kuzeye yaşanan yeni tip kavimler göçünün hem geçiş noktalarından hem de konaklama ve yerleşim noktalarından birisi oldu. Uyguladığımız gevşek vatandaşlık verme politikası ile dünyanın her tarafından ülkemize akan göçmenlere (ağırlıklı olarak Suriyelilere), sığınmacılara, çete mensuplarına hem vatandaşlık hem de pasaport verdik ve vermeye devam ediyoruz hem de internet üzerinden isimlerini değiştirme olanağı sağlıyoruz. Türk halkının önemli bir kısmı da ülkenin demografik bir işgal ile karşılaştığını düşünüyor.

Tarihsel olarak T.C.’yi kuran kadrolar ülkenin gerek Osmanlı’nın son döneminde yaşananların etkisi ve gerek bağımsızlık savaşı ile ülkeyi yoktan yeniden var etmenin yarattığı psikoloji gerekse ülkemizin stratejik konumlanmasının kırılganlığı ve duyarlılığı nedeniyle dünyada bir yabancının vatandaşlığa en zor kabul edildiği ülkelerden birisi olmamızı sağlayan kurallar koydular ve politikalar uyguladılar. Diğer yandan vatandaşlıktan alma ve çıkarma ile çıkarılma kararları da Resmî Gazete’de yayınlandığından kişi bazında şeffaf bir sistem vardı. Bu devlet politikası (bugün de geçerliğini koruyan ama çöpe atılan) tarihsel nedenlerle politik olarak genelde doğru idi. Bu devlet politikasında ilk gedikler “fiili durum” biçiminde Özal tarafından açıldı. 2000’ler özellikle de 2010’larla birlikte ülke vatandaşlığın en kolay ve en ucuz alındığı hatta getirilen kolay koşulların bile danışıklı işlemlerle etkinsizleştirildiği, vatandaşlığa girişlerin opaklaştırıldığı (ve hatta verilerin saklandığı, açıklananların da güvenilmez olduğu) bir ülke oldu. Bu da yetmedi Arap ülkelerinden, Afrika ülkelerinden, Afganistan’dan vd. den gelen insanların vatandaş olup internette isimlerini değiştirebildiler ve geçmişlerini silebildiler. İsim değişikliği netameli bir iştir. İsim değişikliklerinin çoğu saklanmak, kimliğini gizlemek ve geçmişi ile bugün ve gelecek arasındaki bağı koparmak amacı ile yapılır. Onu bugünlerde birçok yabancı çete reisinin T.C. vatandaşı olup isim değiştirmesi, yurt dışında bir isimle aranan kişinin ülkemizde farklı bir isimle yaşadığını, birçok teröristin isim değişikliği ile vatandaş olduğunu bütün bunların da Türk pasaport aldıkları haberlerini medyada izliyoruz.

Artık kolay vize beklemeyin

Kepçeyle (mutfak kepçesi mi yoksa iş makinası kepçesi mi?) vatandaşlık ve pasaport dağıtma politikası hiç kuşkumuz olmasın ülkemiz vatandaşına vize zorlukları olarak geriye dönüyor. Bu politikanın ileride iç politika ve ülke yönetimi üzerinde olası vahim sonuçları bir yana artık bize karşı uygulanan vize politikalarının kalıcı olarak sürmesi ve hatta sıkılaştırılarak uygulanmasının bir nedeni olarak da değiştirilemeyen bir etken olarak önümüzde duracak. Türkçesi artık kolay vize beklemeyin demek.

(c) Türkiye’nin pasaport, özellikle de birçok ülkede vizeden muaf olan türde pasaportu vatandaşı olan ya da olmayanlara, eski vatandaşlarına ya da yeni vatandaşlarına dağıtma, verme gibi bir alışkanlığı olduğuna inanılıyor. Özal 1980’li yıllar ile 1990’ların başında özellikle Kuzey Irak’ta bolca T.C. pasaportu dağıttığını biliyoruz. Bu uygulamanın bir örneği 1996 sonlarında Susurluk kazası sonrası kazası sonrası ortaya çıkmış ve bazı kişilere yeşil pasaport dağıtıldığını kamuoyu öğrenmişti.

Susurluk kazasının ardından birkaç ay sonra gittiğim Cenevre hava alanında, vizesi olan mavi pasaportlu vatandaşlarımız kolaylıkla pasaport kontrolünden geçerken yeşil pasaportumla bir köşede uzunca bir süre bekletildiğimi hatırlatmalıyım. Hattâ o tarihlerde bir ara İspanya Schengen’de olmasına rağmen yeşil pasaportlara vize uygulamaya başladı. Bu nedenle bir kez İspanya vizesi aldım. Ondan sonra yeşil pasaportumda İspanya’nın vizesini gören diğer ülke pasaport görevlileri vizen nerede diye sormaya ve ben de onlara dert anlatmaya başlayınca süresinin bitmesini beklemeden hemen pasaportumu yenileyip İspanya vizesiz pasaportumla dert anlatma sorununu savdım. Ancak İspanya daha sonra yeşil pasaporta vize uygulamayı kaldırdı.

İnternette dolaşan (belki birçoğu bilgi kirliliği olabilir) vatandaş bile olmayan insanlara Türk pasaport hatta yeşil pasaport dağıtıldığı ve vizesiz Batı’ya gitmelerine yardımcı olunduğu haberleri var. Ama bu haberlerin karşılığı olduğu inancı dışarda da içerde de çok yaygın. İçerdeki ve dışardaki sokaktaki insanların somut bilgisi olmasa da ülkelerin güvenlik örgütlerinin daha ayrıntılı bilgilere sahip olduğu muhakkak.

Hizmet pasaportu (gri pasaport)

Üstü örtülen gri pasaport skandalı

Bir de üstü örtülen gri pasaport skandalı var. Gri pasaport kamu görevlilerine, görev gereği yurt dışına çıkışta süreli ve o çıkışla ilgili olarak verilen ve yeşil pasaport gibi genel de birçok ülkeye (ülke derken Schengen ülkeleri) vizesiz gidip gelme olanağı sağlayan bir pasaport. Her partiden belediyenin karıştığı ve tek gün bile kamuda görev almamış kişilere bile dağıtılan gri pasaport ile bazı belediyeler deyim yerinde ise “insan kaçakçılığı” yaptılar. Hepsi de kendince bu işi vatana hizmet amacıyla yaptıklarını, bir sürü insana Avrupa çalışma imkanı sağladıklarını söylediler. Yapılan işte suç olarak ne ararsanız vardı: İnsan kaçakçılığı ve ticareti, örgütlü suç işleme, resmi evrakta sahtekarlık, güveni kötüye kullanma vb. Devlet bütün mekanizmaları ile bu örgütlü suçun üzerine gideceği yerde, olay zamana bırakıp sulandırıldı ve unutturuldu. Şimdi kendiniz gri pasaportla kamu kurumunun insan kaçırıldığı ülkenin yöneticisi olarak düşünün. Ne yapardınız?

Güvenilmez pasaport dağıtma alışkanlıklarımız ortalama vatandaşa vize sorunu olarak yansıyor.

(d) Bir başka önemli konu dış politikada komşularımızla, AB ve AB üyeleriyle, NATO ve ABD ile ilişkilerimizde yaşanan gelgitler ve gerilimler, ilişkileri sürdürme biçimi sıkıntılı bir süreç yaşamamıza neden oluyor. Dış politika söylemi ile iç politika söylemlerinin birbirine karışması önemli bir sorun kaynağı olarak ortaya çıkıyor. Etrafımızdaki devletlere iç politikaya yönelik bir amaçla “bir gece ansızın gelebiliriz” söyleminde bulunmak dış politikanın sahip olması gereken dile uygun mu? Hele bir zamanların “değerli yalnızlık” ve “Emevi Camisi’nde Şam’da bayram namazı kılmak” söylemleri unutulabilir mi?

Dış politikada savrulduğumuz sular vatandaşlara vize zorluğu olarak dönüyor

Bazı yazılarımı topladığım bir kitabıma “yaklaşırken uzaklaşmak” başlığını vermiştim. Bir zamanlar AB hedefi siyasetin ekonomik ve politik çıpası iken artık bu özelliğini yitirmiş, önemli bir kırılma ya da değişme olmadıkça ne AB bizi üye olarak almak istiyor ne de biz üye olmak. NATO’nun ise kerhen üyesiyiz. Ne ABD bizi ne de biz ABD’yi artık güvenilir bir müttefik olarak görmüyoruz. Bizim de kendimizce haklı olduğumuz onların da kendilerini haklı gördükleri nedenler var. Bu diğer ülkelerle olan ilişkilere de yansıyor. Kaleme aldığı Yahya Kemal biyografisine Beşir Ayvazoğlu “Bozgunda Fetih Rüyası Görmek” başlığını vermiş. Bu başlığı o günlerde bazı aydınların psikolojisini yansıtması açısından çok severim. Ekonomik ve askeri olanaklarının sınırlılığına rağmen dış politikamız Yeni Osmanlıcılık ideolojisinin gölgesi altında emperyal devlet rolü oynamaya çalışıyor. Dış politikada ve ilişkilerde savrulduğumuz sular ülkemize uyuşmazlık şeklinde ve T.C. vatandaşlarına da vize zorlukları olarak dönüyor.

(e) Başta Almanya ve Fransa olmak üzere bazı ülkeler de Türkiye’nin yönetimi ile olan anlaşmazlığını, hükümetin (iç ve dış politikadaki) yönetim tarzı ve anlayışından hoşnut olmadıkları için Türkiye’nin yönetime tepki olarak vizeyi bir silah olarak kullanıyorlar. Böylece bir yandan Türkiye’de kamu yönetiminin çözmesi pek kolay ya da olası olmayan bir politikayı uygulamaya koymuş ve diğer yandan da vize alamayan geniş kitlelerin yaşadığı olumsuzluklar nedeniyle yönetime kızıp bundan mevcut iktidara bir fatura çıkarmasını bekliyor olabilirler.

Bu arada vize zorlukları yaşadığımız ülkelerin bu konuda zaman zaman açıklamaları oluyor. Bu açıklamalarda hala eskisi kadar vize verdikleri savları da var. Ama benim asıl merak ettiğim genelde vize zorluğu yaşadığımız bu ülkelerin T.C. vatandaşlarına kimlere ve hangi süreyle vize verdiklerine ilişkin toplulaştırılmış bir istatiksel verinin elde olup olmadığıdır. Bu veriler ile söz konusu ülkelerin T.C. vatandaşlarına vize verme yaklaşımı konusunda uygulanan politikaya ilişkin bazı gözlem ve çıkarsamalar yapılabilirdi.

Vatandaşlar kolay vize alma beklentisine girmemeli

Özetle bugünkü koşullar veri iken Türkiye’nin bazı ülkelerin uyguladığı vize sıkılaştırmalarına karşı ve bunu değiştirebilmeye yönelik kısa vadede ve hatta öngörülebilir orta vadede yapabileceği pek bir şey olmadığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu nedenle vatandaşlarımız başta AB ülkeleri, ABD ve İngiltere gibi ülkelerden yakın dönemlerde kolay vize alabilme beklentisine hiç girmemelidir.

Bir başkası da yeşil pasaport verme koşullarını genişleterek vize sorununu kısmen çözümüne katkıda bulunmak akılcı bir yol olarak görünmemektedir. Avrupa Birliği, bizler birer genç üniversite öğrencisi iken (o zamanlar AET idi) imzalanan serbest dolaşım anlaşmasını bile günü geldiğinde uygulamaya koymadı ve ülke olarak bir şey yapamadık. Biz de kendi çıkardığımız kanunla yeşil pasaport alma hakkını genişleterek kendimizce bize örülen vize duvarlarının bir köşesinde delik açıp insanlarımız surların öbür tarafına geçirmeye çalışıyoruz. “Uyanıklık yapma” kültürünün kişilerden devletin kurumsal yapısına ve iş yapma biçimine sirayet etmesi hayra alamet değildir. Bir gün sabah uyandığımızda bir bakarız ki, Avrupa Birliği yeşil pasaportlara da vize uygulamaya başlamış.

Ali İhsan Karacan kimdir?

Ali İhsan Karacan, 1951 yılında Ceyhan/Adana’da doğdu. 1973 yılında A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden, 1984 yılında İ.Ü. Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. 1978 yılında İÜ İktisat Fakültesinde doktorasını tamamladı. 1988 yılında doçent ve 2018 yılında profesör oldu.

İstanbul Üniversitesi (1985-1999) ve İstanbul Ticaret Üniversitesi (2018-2021)’nde öğretim üyesi olarak görev yaptı. Marmara Üniversitesi Bankacılık ve Sigortacılık Enstitüsü’nde yüksek lisans-doktora dersleri verdi.

Maliye Bakanlığı’nda (1973-1981) Bankalar Yeminli Murakıbı; Yapı ve Kredi Bankası’nda (1981-1986) ve T. Garanti Bankasında (1986-1989) genel müdür yardımcılığı; T. Garanti Bankası ile Doğuş Grubu’nda (1989-1994) yer alan bir çok şirketin yönetim kurulunda yönetim kurulu başkanı, görevli üye ve üye olarak görev yaptı.

1994-1997 yıllarında Sermaye Piyasası Kurulu’nda Başkanlık görevinde bulundu.

1998-2005 yıllarında Çukurova Holding ve Yapı Kredi Bankası ile bağlı çok sayıda şirketin yönetim kurulunda yönetim kurulu başkanlığı, görevli üyelik ve üyelik görevlerinde bulundu. 2006-2013 yıllarında Doğan Holding ve grup şirketlerinde; 2015-2018’de Fenerbahçe Futbol A.Ş.’de yönetim kurulu üyeliği görevlerinde bulundu.

Dünya, Akşam ve Vatan gazeteleri ile Gazeteport sitesinde köşe yazıları yazdı. Ekonomi, Finans, Bankacılık ve Sermaye Piyasaları üzerine yirminin üzerinde telif ve tercüme kitabı ile çok sayıda akademik makalesi yayımlandı.

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Emeklilik sistemi üzerine bazı aykırı düşünceler (2): Yeni bir sistem nasıl olmalı?

Emeklilik sistemini yeniden düzenlemenin, yeni bir emeklilik sistemi kurmanın yolunun öncelikle sosyal güvenlik sisteminin kurumsal yapısının en azından "emeklilik/yaşlılık sigortası" ve "genel sağlık sigortası" biçimde ayrılmasını ve her alanın da ayrı kurumsal yapılanma ile sürdürülmesi gerektiği kanısındayım

Emeklilik sistemi üzerine bazı aykırı düşünceler (1) | Sorun nerede?

Emeklilik sistemleri günümüzde esas itibariyle nesiller arasında gelir bölüşümü yapan sistemlerdir. İki neslin aynı anda ve yan yana ve hatta iç içe yaşıyor olması kaçınılmaz olarak emeklilik sistemini bu nesiller arasında bir bölüşüm mücadelesinin alanı ve aracı haline dönüştürür

SGK’nın belediyelerden olan alacakları tartışmasının düşündürdükleri

Bütün dünyada sosyal güvenlik sistemleri olgunlaşma aşamasına gelmiş bulunmaktadır. Bir başka deyişle de hızlı fon biriktirme döneminden hızlı bir fon dağıtma dönemine geçilmiştir. Bunun anlamı sosyal güvenlik sistemlerinin finansal açığının net bugünkü değerinin ülke milli gelirlerini aşmasının beklenmesidir. Sosyal güvenlik sistemleri genelde kamu yönetiminin hakimiyeti altındadır

"
"