YÖK’ün kuruluş yıldönümü nedeniyle CHP üst yönetimi tarafından Eskişehir’de düzenlenen ve Sayın Genel Başkan Özgür Özel’in de katılacağı “Yükseköğretimi Yeniden Düşünmek” konulu bilimsel etkinliğe konuşmacı olarak davet edildim.
Bu vesileyle, eğer bir iktidar değişimi olursa, YÖK ve üniversiteler hakkında hukuksal bazda nasıl bir reform yapmak gerektiği konusunda orada dile getireceğim görüşlerimi burada sizlere de aktarmak isterim.
Bence yükseköğretim sisteminin en önemli yapısal, idari ve hukuksal temel sorunu otoriterleşme.
YÖK ve üniversiteler üst yönetimlerinin en tepeden en alta kadar tüm hücrelerine sinmiş ve yerleşmiş olan bir “otoriterleşme”yi kastediyorum.
Bu otoriterleşmede ise aslında bir “neden”-“sonuç” ilişkisi var:
Neden: Gerek YÖK’ün gerekse üniversitelerin üst yönetimlerinin seçilme ve atanmalarındaki otoriter yöntem.
Sonuç: Yönetsel karar alma süreçlerindeki otoriter eğilim.
Erdoğan, 12 Eylül’ün getirdiği otoriter YÖK ve üniversite sistemini aynen benimsiyor
Bu otoriterleşme aslında 12 Eylül Darbesi’nin bir ürünü.
Çünkü bu otoriterleşmeyi kuran ve yerleştiren 12 Eylül Anayasası ve 12 Eylül Rejiminin yaptığı YÖK Yasası.
Her ikisi de halen yürürlükte ve yaklaşık 40 yıldır içine sinmiş bu otoriterlik kokusunu giderebilecek çok az olumlu değişiklik yapılmış.
Hatta sonradan yapılan bazı olumlu değişiklikler sonradan tersine çevrilerek, son yıllarda daha da geriye götürülmüş.
Yani R. T. Erdoğan rejimi 12 Eylül’ün yarattığı otoriterleşmeyi o kadar beğeniyor ve benimsiyor ki, adeta “öpüp başına koyuyor.”
Hatta otoriterleşmeyi daha da artırıyor.
Örneğin rektör seçimleri.
12 Eylül’ün getirdiği temel kural, rektörleri Cumhurbaşkanının (CB) seçmesi ve demokratik katılımı (seçim) öngörmemesi.
Sonradan yapılan (kısmen) olumlu değişiklik (Erdal İnönü ara çözümü): Öğretim üyeleri 6 aday seçiyor, YÖK 3’e indiriyor. CB birini seçiyor.
Yani CB, öğretim üyelerinin seçtiği 6 aday dışından atama yapamıyor.
OHAL KHK’sı ile geri gidiş (halen de geçerli R.T. Erdoğan çözümü): CB, paşa gönlünün istediği bir profesörü direkt atıyor. En küçük demokratik katılım mevcut değil.
O halde Erdoğan rejimi, 12 Eylül’ün yarattığı otoriterleşmeden çok memnun olacak ki, otoriterleşmeyi sadece korumakla kalmayıp daha da artırıyor.
Örneğin YÖK Başkanı ve YÖK üyeleri seçimi.
Başkanı yine direkt CB seçiyor.
YÖK üyelerinin ise üçte ikisini doğrudan istediği kişiler arasından, üçte birini ise Üniversitelerarası Kurul’ca (ÜAK) önerilen adaylar arasından yine CB seçiyor.
Yine demokratik katılımın zerresi yok.
Hatta YÖK Yasasının bu genel kurul üyeleri seçimine yönelik hükmü Anayasa’ya açıkça aykırı.
Çünkü otoriter Anayasa bile, YÖK üyelerinin, bir kısmının üniversiteler tarafından seçilen adaylar arasından, bir kısmının ise doğrudan CB tarafından seçilmesini öngörüyor ve oran vermediğine göre üniversiteler tarafından seçimin en az yarı yarıya olması beklenir.
Oysa YÖK Yasasında üniversitelerce seçim öngörülmüyor ve sadece ÜAK tarafından seçim öngörülüyor. Oysa ÜAK’ın anayasal bir statüsü bile mevcut olmadığı gibi, YÖK ile idari bağlantısı ve görev ayırımları bile pek net olmayan hukuken sorunlu bir birim.
Ayrıca kanuna göre CB’nin direkt seçim yetkisi için üçte iki, üniversitelerce (ÜAK) seçim için sadece üçte birlik kontenjan öngörülmesinin antidemokratik, dengesiz ve temelsiz olduğu çok açık.
Yani YÖK Yasası bu konuda otoriter 12 Eylül Anayasasından bile daha “gerici” ve otoriter.
Ne yazık ki bu gerici yasaya bile 40 yıldır dokunulmuyor.
Sonuçta, gerek YÖK üst yönetiminde gerekse üniversitelerin en üst idari konumunda demokratik katılımın hiç olmadığı son derece otoriter bir yöntem hakim olduğu için, devamında da aşağı doğru silsile halinde aynı otoriter anlayış hakim oluyor.
Dekanları yine aynı otoriter anlayışla rektörler öneriyor ve YÖK atıyor.
Bu konuda bile ara dönemdeki kısmen demokratik katılım uygulamalarında son yıllarda geri dönüş var.
Örneğin bizim Fakülte (Ankara Hukuk) gibi birçok köklü fakültede dekanlık için önce gayriresmi (hatta rektörün gözetiminde yarı-resmi) biçimde öğretim üyeleri kendi seçimini (eğilim yoklaması) yapardı. Rektörler de bu şekilde seçilen adayları YÖK’e bildirirdi. YÖK de (bazı istisnalar dışında) bu adaylar arasından atama yapardı.
Son dönemde rektör seçimleri de iyice otoriterleşince, dekanlık için bu eğilim yoklaması da yapılmaz oldu.
Dekan olmak için tek kriter, rektöre, YÖK’e ve CB’ye, özellikle de siyasi kanallardan, yanaşmak ve “gözüne girmek” haline geldi. Yani bazı istisnalar olsa da yandaşlık temel norm oldu.
Sonuçta bu konuda da son yıllarda daha geriye gidildi ve sistem daha da otoriterleşti.
Şu anda üniversitelerde tek normal katılımcı atama anabilim dalı başkanı seviyesinde.
Başkanı anabilim dalındaki tüm öğretim üyeleri seçiyor.
Bölüm başkanı seçiminde de kısmi katılımcılık var (anabilim dalı başkanları seçiyor), ama tam değil. Tüm bölüm akademisyenleri seçse daha doğru olur.
Daha yukarıya çıktıkça hiç demokratik katılımcılık yok.
Buna ilaveten, YÖK’e ve rektörlere verilen “padişah” yetkileri de düşünülünce, yüksek öğretimde tam bir otoriterleşme hâkim.
Kurullar, örneğin üniversite yönetim kurulları ve senatolar genelde etkisiz ve rektörün kontrolünde ve “dostlar alışverişte görsün!” kabilinden çalışıyor.
Üniversitenin görünürdeki asıl karar organı olan üniversite yönetim kurulu, hiçbir demokratik katılım olmadan rektörce seçilen dekanlardan oluştuğundan ve gündem de zaten rektörce belirlendiğinden, direkt rektöre bağımlı birimler.
Zaten üniversitelerde öğretim üyeliği için kadro vermek, kadro açmak ve atama jürilerini belirlemek yetkilerini rektörün iki dudağı arasına verdiğiniz anda, kurulların fiilen hiçbir önemi ve değeri kalmaz.
Nitekim uygulamada böyle.
Otoriterleşmeye çözüm: Zinciri bir yerden kırmak
O halde mevcut yükseköğretim sistemindeki en önemli sorun olan otoriterleşmeye karşı en makul ve demokratik çözüm ne olabilir?
Çözüm, öncelikle YÖK üyeleri, rektör ve dekan atamalarındaki otoriter zinciri kırmak.
Bu zincir ise YÖK üyeleri, rektör ve dekan atamalarında demokratik katılımı sağlamakla kırılabilir.
Örneğin, yerleşik büyük üniversiteler için demokratik seçimin en optimum seviyesi olan fakülte bazında, dekanlar akademisyenler tarafından seçimle gelmeli.
Büyük üniversitelerde doğrudan rektör seçimi genelde tıp gibi büyük fakülteler lehine eşitsizlik doğurduğundan, rektörler seçimle gelen dekanlar arasından atanabilir.
Daha küçük veya yeni üniversiteler için daha farklı katılımcı yöntemler düşünülebilir.
Bunun için yapılabilirse Anayasa değişikliği iyi olur. Ama yapılamazsa şart da değil.
Kanunla da pekâlâ katılımcı yöntemler öngörülebilir.
Örneğin dekanların seçimde en çok oy alan iki aday arasından YÖK tarafından; rektörlerin de seçilmiş dekanlar arasından CB tarafından atanması kanunla öngörülebilir. Zaten Anayasa bu hususta yetkiyi salt CB ve YÖK’e vermekle yetinmeyip, usulün kanunla belirleneceğini öngörüyor.
Yani kanunla makul katılımcı usuller belirlemeyi bu otoriter Anayasa bile dışlamıyor!
Sonrasında da üst yöneticilere verilmiş önemli idari yetkilerin (kadro açma gibi) etkin biçimde demokratik katılımla oluşmuş kurullara aktarılması daha isabeti olacaktır.
Artık Ülkede yetkilerin her seviyedeki “tek adam”lardan alınıp mümkün olduğunca kurullara aktarılmasının vakti geldi sanırım!
YÖK hiyerarşik değil regülatif olmalı
Bu noktada öncelikle YÖK’e verilen yetkilerin üniversiteler lehine mutlaka azaltılması ve YÖK’ün üniversiteler üzerinde hiyerarşik bir “sopa” konumundan çıkarılıp, yükseköğretim alanında salt bir merkezi planlama, düzenleme ve denetim kurumu, yani “regülatif” bir kurum haline dönüştürülmesi gerekir.
Üniversitelerde yeni anabilim dalı açmanın, kapatmanın veya anabilim dallarını birleştirmenin bile YÖK’ün iznine tabi olduğu mevcut sistemin, zaten bu otoriter Anayasanın bile öngördüğü “bilimsel özerklik”le bağdaşmaması bir yana, sürdürülebilir tarafının olmadığı da çok açıktır.
Bu arada yeni sistemde YÖK’ün denetim fonksiyonu çok önemli olacağından, YÖK Denetleme Kurulu’nun çok daha etkin ve tarafsız çalışması ve yetkilerinin daha iyi dizayn edilmesi de gerekecektir.
Tüm üniversitelere aynı yasal “gömleğin” giydirilmesi yanlış
Türkiye’de 2024 yılı itibarıyla tam 239 üniversite bulunuyor (124 devlet, 115 vakıf).
Mevcut yükseköğretim sisteminin diğer önemli yönetsel sorunu ise sayıları bu kadar çok artan ve farklı kategorilerden oluşan tüm üniversitelere aynı yasal “gömleğin” giydirilmesinin doğurduğu yönetimsel açmazlar ve çelişkilerdir.
Bu bağlamda üniversiteleri, yasal statü olarak, sadece devlet üniversiteleri ve vakıf üniversiteleri olarak ayıran mevcut sistem yerine, yerleşik büyük üniversiteler, yerleşik küçük üniversiteler, gelişmekte olan yeni üniversiteler ve yeni açılacak üniversiteler gibi farklı kategorilere ayırıp, gerek üst yönetim (rektör, dekan) atamalarındaki kuralları, gerek merkezi denetim standartlarını, gerekse idari ve mali özerkliklerinin derecesini bu kategorilere göre farklılaştırmak doğru bir yaklaşım olacaktır.
Olası bir iktidar değişiminde bu şekildeki yeni bir reformu yaşama geçirmeden önce ise ilk geçiş döneminde, salt siyasi saiklerle kurulmuş, fiilen iktidar bloğunun siyasi endoktrinasyon odakları gibi işleyen ancak akademik ve akademisyen kalitesi gerçekten vahim durumdaki bazı yeni üniversitelerin (doğrudan veya dolaylı kamu kaynakları ile kurulmuş veya finanse edilen bazı vakıf üniversiteleri dahil) varlığının da revize edilmesi tartışılmalıdır.
Zaten ciddi ve kapsamlı bir denetimde buralardaki akademisyenlerin en az yarısı intihal veya etik ihlal standartlarından eleneceğinden, böyle bir revizyon sanıldığından daha da kolay olabilir!
Son söz: CHP, Erdoğan ve Mitterand
François Mitterand, 1981 yılında Fransa’da Cumhurbaşkanı seçilmeden önce, 1958 yılından beri 23 yıldır iktidara gelemeyen ve ana muhalefette kalan merkez sol partinin genel başkanı idi.
Ana muhalefette iken sıklıkla, mevcut Anayasanın çok otoriter olduğunu, Cumhurbaşkanına çok fazla yetkiler verdiğini ve bu kadar fazla yetkinin demokratik olmadığını savunurdu.
Kendisi o Anayasa ile Cumhurbaşkanı seçilince bir süre sonra söylediği; “Bu Anayasa tam bana göre yapılmış!” sözü meşhurdur. Fransa’da anayasa hukuku ve siyaset bilimi derslerinde halen de eleştirilir ve otoriter bir lider olarak anılır.
Anlaşılan o ki Sayın R.T. Erdoğan, 12 Eylül Rejiminin YÖK ve üniversiteler üzerinde öngördüğü otoriter yetkilerin “tam da kendisi için yapılmış” olduğunu düşünüyor. Sanki Mitterand’a özeniyor!
İnşallah CHP iktidara gelince Erdoğan ve Mitterand’a özenmez!
Ali D. Ulusoy kimdir?
Halen Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi İdare Hukuku Anabilim Dalı Başkanı ve öğretim üyesi olan Prof. Dr. Ali D. Ulusoy, 1968 yılı Mersin Mut doğumludur.
Öğretim üyeliği yanında EPDK Hukuk Dairesi Başkanlığı, BDDK Hukuk Danışmanlığı, Başbakanlık Bilgi Edinme Kurulu Üyeliği, TOBB-ETÜ Hukuk Fakültesi kurucu dekanlığı ve İzmir Yaşar Üniversitesi rektör yardımcılığı gibi idari görevlerde bulunmuştur.
ABD Los Angeles California Üniversitesinde (UCLA) iki yıl (2006-2007; 2017-2018) misafir öğretim üyesi olarak kalmıştır. 2011-2014 arası üç yıl Danıştay Üyeliği yapmış ve kendi isteğiyle ayrılıp üniversiteye dönmüştür.
Uzmanlık alanları: İdare hukuku, İdari yargı, Ekonomik kamu hukuku, İdari yaptırımlar, İnsan hakları, Devlet-din ilişkileri.
Lisans: Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi. Yüksek Lisans: Fransa Bordeaux Üniversitesi. Doktora: Fransa Bordeaux Üniversitesi. Doçentlik:2002, Profesörlük: 2008.
|