10 Ocak 2024

Yargının yeni rolü; rejim, pardon, iktidar bekçiliği mi?

Ülkenin "askerden brifing alan yargı"yı bile mumla arayacağı kimin aklına gelirdi!

Yargıtay 3. Ceza Dairesinin 5 üyesinin son Can Atalay kararında Anayasa'yı açıkça ihlal edip, AYM kararını tanımadığını ve yok farz ettiğini açıklaması üzerine, iktidar ortağı AKP ve MHP'nin genel başkanlarının buna açık destek vermesi durumu iyice netleştirdi.

Yüksek yargıda şu anda çoğunluğu oluşturan ve mevcut iktidara destek veren kesimlerin sanırım ülkemizdeki yargı erkine biçtikleri yeni rol, kararlarıyla iktidara siyasi destek vermek.

Yani siyasi iktidarın iktidarını korumaya devam etmesine yardımcı olmaya çalışmak.

Ya da iktidara karşı oluşabilecek etkili bir siyasi muhalefete engeller koymak.

Yargıtay'ın ilgili dairesi bunu son kararında -biraz da acemice- anayasal rejimi koruma kisvesi altında yapmaya çalışmış.

Yani şunu demeye uğraşmış:

"Ben AYM kararını tanımıyorum, ama sorun bakalım niye tanımıyorum? AYM, ülkenin bölünmez bütünlüğünün ve anayasal rejimin bekçisi olan Anayasa m.14'ü ihlal ettiği için, bu anayasal rejimi koruma misyonu adına AYM kararını tanımıyorum. Yoksa ülkenin rejimi çöker! AYM, Anayasa m.14'ü ve dolayısıyla anayasal rejimi koruyamadığı için iş başa düştü ve rejimi mecburen biz korumak zorunda kaldık!"

Yargıtay dairesinin ilgili son karar gerekçesinden benim anladığım bu ve eğer ileride olursa ve biz de görürsek, bu kararı veren Yargıtay üyeleri görevi kötüye kullanma suçundan yargılandıklarında, eminim bu mahiyette bir savunma yapacaklardır.

Brifingine giden yargıdan daha geri durum

Yargıtay dairesinin bu yaklaşımı ister istemez akla meşhur 28 Şubat döneminde askerlerin brifingine giden yüksek yargıyı hatırlatıyor.

O dönemde üniversitelerde başörtüsünün serbest olmasından ülkenin laik rejiminin tehlikeye girdiği sonucunu çıkaran askeri bürokrasinin organize ettiği brifinglere yüksek yargının çoğunluğu katılmıştı.

"Yargıç brifinge gitmez, talimat almaz!" diyerek bu brifinglere katılmayı açıkça reddeden yargıç sayısı bir elin parmaklarını bile geçmemişti.

Sonrasında da anayasal laik rejimi korumak adına, başörtüsü yasakları, Refah ve Fazilet'in kapatılması ve AKP'li cumhurbaşkanı seçtirmemek adına verilen meşhur "367 Kararı" gibi evrensel hukuk devletine ve insan haklarına aykırı yargı kararları verilmişti.

Böylece yargı erki, anayasal rejimi korumak adına hukuk devleti ve insan haklarını ihlal etmekten çekinmemişti.

İşin ilginç hatta komik tarafı, şimdiki iktidarın, Fethullahçılar'ın ve ayrıca "yetmez ama evet"çi ütopik solcuların da desteğiyle geçirdiği 2010'daki Anayasa değişikliği ile yargının yapısını tamamen dönüştürmesinin ana gerekçesi de ülkeyi "brifing alan yargıdan" kurtarıp yargının bağımsızlığını ve tarafsızlığını sağlamak idi!

Gelinen noktada ise işin vahim tarafı, önceki brifing alan yargıdan bile daha geriye düşülmüş olması.

Yani ülkenin "askerden brifing alan yargı"yı bile mumla arayacağı kimin aklına gelirdi!

Tabii ki o dönemde yapılanlar da hukuk devleti ve insan hakları açısından doğru değildi.

Ama en azından yargının o dönemdeki motivasyonu mevcut siyasi iktidarı korumacılık değil, anayasal rejimin en önemli sacayaklarından olan laikliği korumaktı.

Gerçi aslında laiklik öyle abartıldığı gibi tehlikede filan değildi. Reşit ve ergin üniversite öğrencilerine başörtüsü serbest olunca tabii ki laiklik filan elden gitmez.

Yani gerekçeleri abartılı ve hatalı idi.

Ama en azından laik rejimi gerçekten tehlikede gören yüksek yargının verdiği bir anayasal rejimi koruma misyonu söz konusuydu.

Şimdiki durumda ise gerçekte anayasal rejim sorunu filan bile yok.

Gezi Parkı gösterileri gibi, siyasi iktidarın politikalarını beğenmedikleri için tamamen anayasal hak ve özgürlüklerini kullanan yüzbinlerce kişinin barışçıl protesto gösterilerini organize etmek suç da değil, teröre destek de değil.

On binlerce ve yüz binlerce kişinin katıldığı bir barışçıl gösteride küçük bazı marjinal grupların şiddet eylemleri yapması gösterinin tamamını illegal hale getirmez. Bu husus hukuken çok açık ve net. Çok sayıda AİHM ve batı ülkeleri yüksek mahkeme içtihadı ile sabit.

Yargının görevi siyasi muhalefeti bastırmak mı?

Demeye çalıştığım şey şu:

Son krize sebep olan davanın konusu öyle anayasal rejim sorunu filan değil.

Ortada anayasal rejim sorunuyla bağlantı kurulabilecek ülke bütünlüğünü tehdit eden bir durum veya terörist bir organizasyon filan yok.

Sadece mevcut siyasi iktidarın ülke çapında yoğun biçimde protesto edildiği protestoların organize edilmesi var.

Bu da aslında suç olmadığı gibi, anayasal rejim sorunuyla da ilgisi yok.

O halde sorun olsa olsa mevcut siyasi iktidarı siyasi yönden rahatsız eden bir olaya vesile olmaktan ibaret.

Böyle bir sorun ise Yargı erkinin üzerine vazife alacağı bir konu değil.

O halde Yargıtay'ın ilgili dairesi gibi yüksek yargının çoğunluğu, durumdan vazife çıkarıp, neden bu olayda hukuku bu kadar zorlamak hatta yok saymak pahasına müdahil oldu?

Neden yüksek yargı kendisine böyle bir siyasi iktidar destekçiliği ve korumacılığı misyonu biçti?

Yani konu "askeri brifinge giden yargı" gibi anayasal rejim sorunu olsaydı, yine hatalı olurdu ama bir ölçüde anlaşılabilirdi.

Şimdiki yargının siyasi iktidar destekçiliği tavrının motivasyonunu da anlamak güç.

Kamuoyuna yansıdığı üzere, rezidanslarda avantajlı daire sahibi olma gibi "havuç"ların bu seviyelere gelmiş yargıçlar için motivasyon sebebi olacağını sanmam. Daire başkanlığı, HSK üyelikleri gibi vaatler de bir yere kadar.

Aklıma tek gelen, bu yargıçların, bu tür kararlar vererek mevcut iktidara destekle "memleketi kurtardıklarına" ideolojik bir beyin yıkama ile ikna edilmiş olmaları.

28 Şubat'taki gibi bunlara da "ikna odaları" kurulduysa bilemem!

Sadece "ülkeye yazık oluyor" diyebilirim.

Bir de ileride olur da siyasi iktidar değişirse, ne hallere düşeceklerini merak ediyorum.

Ali D. Ulusoy kimdir?

Halen Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi İdare Hukuku Anabilim Dalı Başkanı ve öğretim üyesi olan Prof. Dr. Ali D. Ulusoy, 1968 yılı Mersin Mut doğumludur.

Öğretim üyeliği yanında EPDK Hukuk Dairesi Başkanlığı, BDDK Hukuk Danışmanlığı, Başbakanlık Bilgi Edinme Kurulu Üyeliği, TOBB-ETÜ Hukuk Fakültesi kurucu dekanlığı ve İzmir Yaşar Üniversitesi rektör yardımcılığı gibi idari görevlerde bulunmuştur.

ABD Los Angeles California Üniversitesinde (UCLA) iki yıl (2006-2007; 2017-2018) misafir öğretim üyesi olarak kalmıştır. 2011-2014 arası üç yıl Danıştay Üyeliği yapmış ve kendi isteğiyle ayrılıp üniversiteye dönmüştür.

Uzmanlık alanları: İdare hukuku, İdari yargı, Ekonomik kamu hukuku, İdari yaptırımlar, İnsan hakları, Devlet-din ilişkileri.

Lisans: Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi. Yüksek Lisans: Fransa Bordeaux Üniversitesi. Doktora: Fransa Bordeaux Üniversitesi. Doçentlik:2002, Profesörlük: 2008.

Yazarın Diğer Yazıları

İki bakan, iki farklı performans: Milli Eğitim ve Dışişleri

Batı dünyasının laiklik dahil, demokrasi, hukuk ve insan hakları standartlarına uymayı ayak bağı gören siyasi iktidarların ülkeyi Batı’dan uzaklaştırmasına izin vermemek, bu ülkenin gelecek kuşaklarına karşı en önemli borcumuzdur

CHP için uzlaşmalı tek ya da iki aday: Win-win

İlk turda isteyen Yavaş’a isteyen İmamoğlu’na oy versin. İkinci tura iktidar bloğu adayına karşı hangisi çıkarsa hep birlikte ona destek verirler ve kazanırlar. Olur da ikinci tura CHP’nin her iki adayı kalırsa da düğün bayram! Her halükârda CHP kazanmış olur

YÖK ve üniversitelerde neler değişmeli?

Erdoğan rejimi 12 Eylül’ün yarattığı otoriterleşmeyi o kadar beğeniyor ve benimsiyor ki, adeta “öpüp başına koyuyor.” Çözüm, öncelikle YÖK üyeleri, rektör ve dekan atamalarındaki otoriter zinciri kırmak. Bu zincir ise YÖK üyeleri, rektör ve dekan atamalarında demokratik katılımı sağlamakla kırılabilir

"
"