Son günlerde kendilerine dindar süsü veren ve aslında dini kendi anti-demokrat anlayışlarına alet etmeye çalışan ve iktidara yakınlıklarını baskı aracı olarak kullanan grupların baskılarına direnemeyen bazı yönetici, mülki amir ile savcı ve yargıçların evrensel demokrasi ve insan hakları prensiplerine tamamen aykırı uygulamalarına tanık oluyoruz.
Bazı vali ve kaymakamların uyduruk gerekçelerle konser yasaklamaları.
Aslında konser ve kliplerindeki giyim kuşam tarzı beğenilmeyen bir şarkıcı kadının, aylar öncesinde söylediği bir söz bahane edilerek ibret olsun diye tutuklanması.
Sonradan tamamen kanuna aykırı biçimde tutukluluğunun ev hapsi olarak devam etmesi.
İktidarın en üst düzey danışmanlarına, milletvekillerine ve üst düzey bürokratlarına uzanan bazı rüşvet, yolsuzluk ve hırsızlık kanıtlarının 3. Kişilerce kamuoyuna ifşa edilmesine karşın, görevli yargı ve kolluk birimlerinin (henüz) harekete geçmemesi. Ya da harekete geçmek için yukarılardan işaret bekliyor görünmeleri.
‘Namaz kılmayanların öldürülmesi caizdir’ diye fetva veren, küçük çocukların açık kollarından ve tayt giymesinden bile tahrik olduğunu söyleyerek pedofili eğilimini itiraf eden imamların başına hiçbir şeyin gelmemesi.
İfade özgürlüğünün ülkede sadece iktidar yanlıları için geçerli, ama muhalifler için geçersiz bir hak ve özgürlük görünmesi.
Kavram kargaşası: Muhafazakar, İslamcı, Dindar.
20 yıllık mevcut tek parti iktidarına “muhafazakarların” ya da “İslamcıların” iktidarı demek teknik olarak ne kadar doğru bilmiyorum.
Sanırım bu iktidar için teknik olarak daha doğru niteleme, siyasette iyi sattığı için yoğun din sosu karıştırılmış popülist bir sağ iktidar olması.
Batı’da örnekleri bulunan Hristiyan Demokrat iktidarların son derece deforme ve kötü bir Müslüman Demokrat kopyası.
Buradaki demokratlık sadece sözde tabii. Özde değil.
Zamanındaki komünist Demokratik Almanya Cumhuriyeti ne kadar “demokrat”sa, bunlar da o kadar demokrat işte.
Kimin hayat tarzına karış(ma)t(d)ık?
Geçen gün Adalet Bakanı, ‘iktidarımızda kimse hayat tarzlarına karıştığımızı söylemez’ tarzı bir şeyler söylüyordu.
Maalesef karıştınız Sayın Bakan
Örnek mi?
Siz iktidara gelmeden önce şehirlerarası trenlerde, iç hatlar uçaklarında, kamu kurumlarının misafirhane, lokal ve restoranlarında canı çeken bir bardak bira veya bir kadeh şarap içebiliyordu.
Artık kesinlikle içilemiyor.
Ayrıca özel restoranlarda da içki ruhsatı alınmasına veya ruhsatların uzatılmasına ciddi biçimde fiili engeller çıkartılıyor.
İçki içilebilecek yerlerin şehir merkezlerinde sadece belli yerlerle sınırlanarak küçük “gettolar” oluşturulması ve diğer tüm semt ve mahallelerin bütünüyle içkiden arındırılması yönünde ısrarlı bir politika uygulanıyor.
Örneğin Ankara’da biz üniversitedeyken içki satan veya içkili yer bulunan çoğu mahallede (Etlik gibi) artık hiç içki satan veya içki içilebilen mekan yok. Satmak isteyen olmadığından değil. Politik baskıdan.
İşte size hayat tarzına müdahalenin daniskası.
Dünyanın her medeni ülkesinde canı isteyen şehirlerarası trenlerde veya iç hat uçuşlarında ya da ortalama herhangi bir restoranda bir şişe bira veya bir kadeh şarap içebilir.
Peki siz niçin yasakladınız?
O kamusal araç ve yerler içki içenler dahil herkesin vergileriyle yapılmadı mı?
Siz içmiyorsanız niçin başkasının içmesine karışıyorsunuz?
Sebebini herkes biliyor.
İçki içilen mekanlarda içenlerle aynı mekanda bulunmayı sevmiyorsunuz.
Olabilir. Saygı duyarım.
Mesela içki içilmeyen özel restoranları bu nedenle tercih etmeniz en doğal hakkınızdır.
Ama ‘ben içki içilen mekanda bulunmayı sevmiyorum, o halde benim bulunduğum tren ve uçak gibi mekanlarda veya kamu lokal ve restoranlarında da hiç kimse içki içemesin!’ demek ve bu yönde yasaklar koymak başkasının hayat tarzına müdahale değil mi?
Anti-demokratlığın hatta totaliter zihniyetin daniskası değil mi?
Böyle demokratlık olur mu?
‘Canım sen de oralarda içmeyiver, ne olur sanki!’ diyorsanız zaten o noktada faşist ve anti-demokrat zihniyet başlamış oluyor.
Muhafazakarlar empati yapamıyor mu?
Kendilerinin içki içmemesine, Ramazan’da oruç tutmasına, haşema ile denize girmesine ve başörtüsü takmasına saygı gösterilmesini isteyenler ve bunlara saygı gösterilmediği için zamanında büyük sıkıntılar çekenler, şimdi aynı saygıyı bekleyen içki içenlere, oruç tutmayanlara ve tayt ve mini etek giyenlere saygı göstermiyor.
Örneğin “Leyla Şahin” ismini belki hatırlarsınız.
Başörtüsü taktığı için üniversiteye alınmayan ve dava açan eski tıp öğrencisi ve hekim.
Sonradan açtığı dava AİHM’de içtihat oldu.
Ödülüne de aldı ve halen AKP milletvekili.
Kendisi zamanında başörtüsü nedeniyle ciddi insan hakları ihlali yaşadı.
Şimdi iktidarın bir parçası oldu.
Geçtiğimiz aylarda basına verdiği bir beyanata rastladım.
“Şu anda Türkiye’de insan hakları sorunu yoktur!” minvalinde bir şey söylüyordu.
Evet, sanırım bu muhafazakar arkadaşların kendi insan hakları sorunu çözülünce, başkalarının insan hakları sorunu da kendiliğinden ortadan kalkıveriyor!
En okumuş ve kültürlüleri bile kendilerinden olmayanlarla empati yapamıyor.
Müslüman demokratlık hayal mi?
Tabii ki genelleme yapmak doğru değil.
Kendi dost ve arkadaş çevremden de gerçek anlamda dindar ve demokrat olanlar var.
Hem kendisini “İslamcı” gösterenlerden çok daha dindar.
Hem de kendini “demokrat” görenlerin çoğundan daha demokrat.
Ortak noktaları ise hepsinin zamanında destek vermiş oldukları mevcut iktidarı şimdi adaletten, doğruluktan ve ahlaki yönetimden uzaklaşmış bulmaları.
Bir diğer özellikleri ise maalesef sayılarının çok az olması.
Yani muhafazakarlar içinde oportünistliği ve “şekli” İslamcılığı tercih edenler ile samimi dindarlar arasında ilk grup lehine çok ciddi bir dengesizlik var.
Naçizane kişisel gözlemim bu şekilde.
Gelelim bir süredir kafama takılan soruya.
Gün olur devran döner ve rejim değişirse.
Yeni statüko muhafazakarı tekrar eziklemeye karar verirse.
Zamanında muhafazakarlara başörtüsü gibi sorunlarda destek vermiş bizim gibi demokratlar bu arkadaşlara aynı desteği tekrar verir mi?
Kendi adıma konuşayım:
Bilmiyorum.
28 Şubat Döneminde hiç kimse böyle bir şeye cesaret edememişken, üniversitelerdeki başörtüsü yasağının hukuka aykırı olduğunu Fransa’dan da örnekler vererek kapsamlı bir biçimde ortaya koyan bilimsel makale yazdım.
Ankara Siyasal Dergisi makaleyi yayımlamayı reddetti.
Ülkücü Türkiye Günlüğü Dergisi yayınladı.
Zamanın üniversite yönetimi sıkı 28 Şubat’çı idi.
Az daha üniversiteden atılıyordum.
Henüz toy bir akademisyen olduğumdan ve hocalarımın desteğiyle kıl payı kurtardım.
Peki, zamanın 28 Şubat’çı üniversite yönetiminin hukuk müşaviri olarak türbanlı öğrencilerin atılması lehine savunmalar yazan akademisyen arkadaş şu anda hangi görevde dersiniz?
Ben söylemeyeyim. Merak eden araştırsın.
Sonuçta bu ülkenin muhafazakarlarının gerçekten demokrat olabileceğine inansam, aynı desteği yine veririm.
Ama pek inanasım gelmiyor açıkçası.
Ali D. Ulusoy kimdir?
Halen Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi İdare Hukuku Anabilim Dalı Başkanı ve öğretim üyesi olan Prof. Dr. Ali D. Ulusoy, 1968 yılı Mersin Mut doğumludur.
Öğretim üyeliği yanında EPDK Hukuk Dairesi Başkanlığı, BDDK Hukuk Danışmanlığı, Başbakanlık Bilgi Edinme Kurulu Üyeliği, TOBB-ETÜ Hukuk Fakültesi kurucu dekanlığı ve İzmir Yaşar Üniversitesi rektör yardımcılığı gibi idari görevlerde bulunmuştur.
ABD Los Angeles California Üniversitesinde (UCLA) iki yıl (2006-2007; 2017-2018) misafir öğretim üyesi olarak kalmıştır. 2011-2014 arası üç yıl Danıştay Üyeliği yapmış ve kendi isteğiyle ayrılıp üniversiteye dönmüştür.
Uzmanlık alanları: İdare hukuku, İdari yargı, Ekonomik kamu hukuku, İdari yaptırımlar, İnsan hakları, Devlet-din ilişkileri.
Lisans: Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi. Yüksek Lisans: Fransa Bordeaux Üniversitesi. Doktora: Fransa Bordeaux Üniversitesi. Doçentlik:2002, Profesörlük: 2008.
|