30 Aralık 2018

Zarf ve hukuk

Adalet bilindiği gibi Platon’dan beri “adil olana en çok yaklaşan” olmaktan öteye gitmemiştir

Bugün dünyada “bir hukuki vaziyet” ne durumdadır? Bugün  hukukun hangi durumunu yaşıyoruz? Hukukun üstünlüğü nedir? Hukukun üstünlüğü, hukukun yönü, hukukun kararları gibi zarflarla ilerleyen sorular çıkmakta karşımıza. “Hukuk nasıl karar verir, ne zaman karara varır, hangi yönde karar alacaktır?” soruları gramerdeki zarfların sorularıdır. Öz Türkçe olarak zarf, belirteç olarak kullanılmakta. Belirteç, belki de, bize anlaşılabilirliği bakımından daha uygun gözükebilir; ama alışkanlıktan zarf olarak yazmaya devam edeceğim. Ama, zarfın diğer bir anlamı, isim olarak,  mektubun konulduğu yer olarak durmakta karşımızda. Zarfa belirli mektupları veya bunlar bazen faturalar, ödenecek tutarları belirleyen havagazı, doğal gaz, elektrik ve su faturaları ve bugün bir de bunlara eklenen internet, özel televizyon uydu kanalları faturaları gibi şeyler eklenmektedir. Hukukun bir özelliği varsa zarflarla işlemesinden dolayı sürekli bir şekilde birçok farklı soruyu ve anlatıyı yan yana kullanarak, birbirlerine bağlamasıdır.

Hukukun bağlayıcı bir niteliği vardır. Eski zamanlarda beri hukukçu hükümdar olarak nitelendirilen Hint-Avrupa mitolojilerinin ve dillerinin anlatıları içinde bir hükümdar modeli vardır. Bu “bağlayıcı” bir hükümdardır. Bu konular üzerine çok çalışmış olan Georges Dumézil  Hint-Avrupa toplumlarının mitolojik yapılarını ve benzerliklerini  analiz ettiği çalışmalarında sürekli bir şekilde bunları kıyaslamakta ve her birinde “bağlayan” bir hükümdarın varlığından söz etmektedir. Bağlayan hükümdarın yaptığı eylem elinde taşıdığı ağını fırlatarak, karşısında egemenliği altına alacağı kimseyi ağıyla kavrayarak kendisine çekip, onu kendisine bağlamasıyla ünlenmişlerdir. Hukuk ile egemenlik yan yana birlikte işlemektedir; ama ikinci egemenlik işlevini taşıyan başka bir hükümdar daha vardır ve hukukçu hükümdar, ikinci işlevle birlikte bu görevin işlevini yerine getirmektedir.  Bu ikinci hükümdar gücünü büyüden almaktadır; dini işlevi  yerine getirmektedir. Bu anlatıya göre Hint-Avrupa toplumlarında hukuk ve din iki hükümdarlık gücünü oluşturmaktadır.  Söz ile kural birlikte işlemektedirler.

Hint-Avrupa geleneğinde mesela Hıristiyan Roma ve Batı Avrupa dünyasında bu İsa’nın hakkı (auctoritas) ve Sezar’ın hakkı olarak ikili bir yapı içinde ele alınmaktadır. Buna göre, İsa’nın Tanrı’ya olan yakınlığı, oğlu olması bir yandadır; diğer yanda ise Kaiser- Sezar egemenliğini (potestas) hukuki olarak ilan etmektedir. Hatta özellikle bu ikincisi daha kuvvetlidir, ama tarih içindeki zamanda bunlar birbirleriyle mücadele ederek modern zamanlara kadar gelmişler ve bu şekilde de egemenlik işlevini dini işlevin yavaşça erimesiyle birlikte, modern toplumlarda, yerini siyasi-hukuki egemenliğe bırakmış olur. Hukuk ve özgürlükler bu ortamda doğmuştur.

Burada ilginç olan egemenlik işlevinin gittikçe laikleşen toplumlarla birlikte, Batı Avrupa tarihinde, hukukun dinin üzerinde bir yere yerleştirilmesiyle egemenliğin hukuk üzerine oluşmaya başlamasıdır. Hukukun üstünlüğü meselesi, Orta çağ düşünürlerinden, modern çağlardan içinde yaşadığımız post-modern olarak adlandırılabilecek toplumlara kadar geldiğini izlemekteyiz.

Ancak; bugün nasıl bir durumla karşı karşıya kalınmaya başlanmıştır? Sorunun, sadece Batı Avrupa tarihinin gelişimiyle değil, aynı zamanda modern toplumların evrensel yasalarıyla da alakalı olarak sorulmakta olduğunu görmeliyiz. Gün geçtikçe eskimeye yüz tutan modern toplumsal ilişkilerdeki güç ilişkilerinin yerleşik hali sarsılmaya yüz tuttukça, burada, hukukun üstünlüğü ile keyfiyet birbirlerine karışmaya başlamış durmaktadır. Polonya, Macaristan gibi ülkelerin yanında gittikçe  görünürlüğü yükselmekte olan bazı Batı Avrupa ülkelerdeki aşırı sağ, ırkçılık üzerine ve yabancı düşmanlığı ile göç-iltica politikaları üzerinde güvenlik siyaseti yapılmaktadır. Siyasi parti liderlerinin sözleri “dile getirilemeyecek olanların dile  getirilebilmesi” olarak anılmaktadır. Veya daha Doğu’ya doğru gidildiğinde hukuk ile keyfiyet, bazen  iç içe girmiş vaziyette bulunmaktadır.

Bu, hukuki olarak daha yerleşmeye başlamasa bile, bu gidişat, siyaseti belirlemeye başlamış durmaktadır. Burada yine bir yön zarfı ile karşı karşıya gelmiş vaziyetteyiz. Yönün nereye doğru yönlendiğini belirleyen bir yön zarfı hukukun üzerinde bir söze sahip olmaktadır. Zarf ile yine karşı karşıya kalmaktayız demektir:  Zarf, direkt bir şekilde, şeyleri ortaya dökerek, acil sorunlara doğru kamu oyunu yönlendirmeye başlamıştır.  Hukuk içten bir karar verdiğinde durum zarfı, ne zaman yapıldığını gösterdiğinde zaman zarfı, hangi yöne doğru karar vermeye meyilli olduğunu hissettirdiğinde yer ve yön zarfı, suç varsa zamanın ne kadar olduğunu ise soru zarfı göstermektedir. Demek ki hukuk için sürekli bir şekilde zarflarla konuşmaktayız.

Hukuk aynı zamanda bir tanıdıklık, bir tanışıklık belirleyicisi olarak da işlemektedir: Bizim bir “hukukumuz var”. Bu hukuk birbirlerine karşı işlevsel olarak dostluk göstergesi olacak bir yaklaşımı belirlemektedir. Hukuku olmak demek, birisiyle birlikte bir iş yaparken birbirlerine destek olacak bir vaziyete girmek demektir (Aydın Uğur’un 1990’ların başlarındaki hemşerilik çalışmalarına bakılabilir). Birisine zarar vermemek demektir.  Hatta daha çok destek vermek anlamına gelir. İşleri beraberce yapmak demektir. Ortaklık ve çıkar birlikteliği. Ama, bu durumda, birbirleriyle hukuku olmayan insanlar arasında hukuk (liberalizmin ekonomik eşitlik hakkı veya demokrasilerdeki merkeze aynı mesafede durma hakkı, ilkesi) nasıl tezahür edebilecektir ? Yani; dostlar arasında değil de, birbirlerine uzak insanlar arasında ihtilaf çıkmışsa (hukuki, siyasi, ekonomik, kültürel) , o zaman, nasıl davranmak icap edecektir ? Hukuk, burada, zarfı olan bir edimden başka bir yere doğru sallanmaya ve yol almaya başlamış olmaz mı?

Hakkı olmak  demek ise, bir şeyi yapmanın kurallar çerçevesi içinde edimselliğinin  göstereni olarak hukuka uygunluğunu göstermesidir.. “Bunu yapmaya hakkım var” önermesi bir özgürlük biçimi ise, “bunu yapabilirim” anlamına gelmektedir. Yapabilme hakkı özgürlük sorunu ile ilgilidir veya “ifade özgürlüğü” ve hatta “edimsel özgürlük” demektir. Kanunun  çerçevesinde bunu yapmak hakkına sahibim. Peki bu hak ile hukuk arasındaki fark, o halde, nereden kaynaklanmaktadır?

Böylece, şuraya gelmek istediğimi belirteyim: “Hukuk ile hak” arasındaki edimsel ve sözel ayrımın açtığı siyasi vaziyete göre, günümüzde hakların gittikçe “dostluk hukukuna” dönmekte olduğu saptamasına mı doğru sürüklemekteyiz ? Adalet duygusu insan haklarının ötesine,  azınlık haklarının ve kadın ve de çocuk haklarının, hayvanların ve belki de artık doğa haklarının ötesine doğru mu sürüklemektedir?  Ya da duygusunu mu kaptırmıştır bir yerlerde ? Kaybetmiş midir? Kelimelerin yerine şeylerin gücü daha mı kuvvet kazanmaya başlamaktadır. Hukuk, “insanların haklarından” insanlar arası “hukukun” yönüne mi meyletmektedir ? Mesela, yakın zamanda, Brett Kavanaugh davası bize  modern dünyanın kurucu hukukunun önemli kalelerinden birisi olan Amerika Birleşik Devletleri’nin artık “hukuka” ve hukukun en iddialı laflarından biri olan  “hakikate” göre değil (“doğruyu söyleyeceğime Kutsal Kitap adına Anayasa adına, kanun namına yemin ediyorum”); “hakka” göre hiç değil (taciz davalarına bakınız!), ama insanların arasındaki “dostluk hukukuna” (aynı yerden gelmek, aynı siyasi kaderi paylaşmak, aynı ideolojiyi paylaşmak, benzer siyasi partilere yakınlaşmak vb.) aralarında bir “hukuku olmaya” doğru bir gidişata mı ilerlemektedir? Bizi bu yola mı şahit etmeye başlamıştır? Adalet bilindiği gibi Platon’dan beri “adil olana en çok yaklaşan” olmaktan öteye gitmemiştir; ancak adil hukuk ile “hukuk olan” arasındaki  fark bir “geçit farkı” gibi durmakta değil midir?

O zaman, hak ile hukuk arasındaki bağın  elimizden kaçmakta olduğunu düşünmek mi gerekecektir?  Öyle olursa da eğer, hukuk kendi içeriğinde ve anlamında “kırıntılaşmayacak” mıdır ?

Yazarın Diğer Yazıları

Bir saha araştırması nedir?

Anket yapan sosyologların çok iyi bildikleri bir şey vardır. O da gazetecilerin bugün sıklıkla yaptıkları gibi gerçek veya kurgusal kişilikler üzerinden, vakalardan yola çıkarak haberi ifade etmelerinin sosyoloji olmadığıdır

Özgürlükten kulluğa

Antropolog Pierre Clastres, inanılmaz bir şekilde La Boetie’den yola çıkarak özgür toplumlardan boyun eğmeyi tercih eden kulluk toplumlarından söz etmekteydi: Bu ayrım sonunda devlet mekanizmasının oluşturulması ve devlet mekanizmasının oluşmasına karşı çıkan ve tarihsiz olarak adlandırılan toplumlar arasındaki fark ortaya çıkartılmaktaydı

Kim ne sanıyor?

Küreselleşmekten uzaklaşmaya başlayan dünyamızda artık homojen olmayan farklılıklarla yaşamayı öğrenmek zorundayız. Göç-sonrası toplumsal vaziyet bunu öngörmekte ve fiili olarak yaşatmakta