İçinde yaşamakta olduğumuz toplumsal vaziyete baktığımızda, bugünkü dünyamızda yaşadıklarımızın hepimizi alçaltmaya başladığının farkına varmaya başlıyoruz. Normal şartlarda yükselme hissi duyulacak daha ruhani ve daha dini duyguların bile bu gidişatta nefes aldıklarını, başka modern ve yeni duygulara yerlerini bırakarak hareket ettiklerini takip edebiliyoruz. Kendilerini yükseltecek, daha bilgeleştirecek yaşlara gelmeye başlayanların veya daha genç olanların dini duyguları yeteri kadar yükselteceklerine, ete ait bir dünyaya ve paraya tamaha doğru yol veren bir hayat tarzına yaklaşmayı tercih etmekte olduklarını medyadan duyuyor ve görüyoruz.
Halbuki okullarda azaltılan ve değersizleştirilen felsefe dersleri insan ruhunu yükseltmeye yarayan bir daldır. Kendi içinden çıkan bir dal olarak psikolojiden de daha çok ruha seslenmektedir. Dili “panter kokusuna” sokar felsefe, Dante’nin yazmış olduğu gibi. Ve sevgiye ait olarak konuşur; çünkü felsefe sevgiyi öğretir. Ve bu bilgi doğallığı yanında dili beslemektedir, dili yeniden üretmekte ve bu süreçte yaratıya doğru döndürmektedir. Kendisine ait bir dil dünyayı ve etrafını anlamakta kişiye yardımcı olur. Yeni bir sevgi görünümü ortaya çıkartmaya yarar. 14.yüzyılın başlarında yine, Dante, bu bilgiye “meleklerin ekmeği” adını vermiştir.
Lüks bir hayat ve fakirlik arasında gezinen dini bir yaşam tarzının bile bu ikili karşıtlık arasından birincisini uygun bulduğundan olsa gerek, bu insanların hayatlarını belirlemekte olan yaşamın, lüks ve maddi değerler üzerinden, ekonomik alt yapının çizgilerinden geçmesi tercih edilmekte. Daha şatafatlı bir hayatla birlikte, kıyafetler, eğlence biçimleri tezatlarla dolu bir “hiper-modernleşmeye” giden lüks tüketimi öne çıkmakta. Daha dikkat çekici ve frapan görüntüler, araba markaları, elbise markaları, çanta ve ayakkabı markalarından kravat markalarına kadar şıklık modern bir görünümü geleneksellikle birleştirmeye çalışıyor.
Elbette bu ikili tezat içinden geçen bir görünümün kendine has düzenlemesinin de getirmekte olduğu şey, kibarlık budalası bir hayat ile kaynaşmaya başlıyor. Daha eğitimli gibi görünmek ile “adabı muaşeret” kurallarına uyarmış gibi bir görünüm “arz-ı endamının” yanında hemen göze batan bir bayağılık yan yana durmakta ve başka bir çelişkili yapıyı toplumsal alana yerleştirmekte. Bu, bir yerleşme ve genişleme olduğu sürece de değerler başka yöne doğru kaymaktalar. Yükselmek ve daha insani bir yaşam biçimine ulaşmak yerine tercih daha aşağıya doğru inmek oluyor.
Bu, sadece yaşam için değil, iş dünyasından spor müsabakalarına kadar giden bir görünümü toplumsala veriyor. Sert ve çılgınlaşmaya başlayan değerlerle yaşam daha da sertleşiyor. Kavgalar, saldırılar, cinayetler (kadına ve çocuğa yönelik şiddet) bir yanda, diğer yanda ise sert bir şekilde yükselen yabancı düşmanlığı iki ayrı kültürel grubu karşı karşıya bırakıyor. Sertleşmeler ve cinayetlerle saldırılar sokaktan Meclis’e kadar taşınıyor. Toplumun akıl sağlığı ve güvenliği tehdit edilmiş oluyor. Böylece “sevgi değerleri” en aşağıya çekiliyor veya ideolojik hale sokularak sevgi kolektifleşiyor veya “kişilik tapınmasına” dönüştürülüyor her zaman ve her yerde olduğu gibi. Kişinin kendisini yükseltecek sevgi yok ediliyor.
Bilhassa okulların ve üniversitelerin bilim yuvası olacağına ve bu anlamda bilimselliğe önem vereceğine kılık kıyafetlere önem vermeye başlaması kültürel şiddeti okul içine taşımaya başlıyor. İşten atmalar, başka yerlere sürülmeler, kapıların kırılması gibi olayları medyadan okumakta olduğumuz bu “yeni Türkiye” bilgelikte, bilimde ve karşılıklı nezaket ilişkilerinde yükseleceğine daha da aşağıya iniyor.
Ara sıra yapılan sokak kamuoyu araştırmalarında veya bazı “ünlülerle” yapılan sohbetlerde veya yarışma programlarında izlediklerimiz, insanlarımızın bilgi seviyesinin o kadar alt sınırlarda gezmekte olduğunu gösteriyor ki, “bu duruma nasıl çare bulunur?” sorusu bile az kalıyor. Ne tarih ne de coğrafya biliniyor. Ülkeler ve başkentleri de bir o kadar! Nedendir bu? Sadece okul değil eğitimin yapısında sorun var.
Üniversitelere gelirsek, intihal vakaları, AI (Yapay zekâ) ile yazdırılan tezler var. Bunların takibi de güçleşmekte. Ama sorun teknoloji olmaktan çok ahlaki çöküş ve çürümeden kaynaklanmakta sanki. Zihniyet ve niyetler kötü olduğunda kötülük bulaşmaya başlıyor, toplumsal değerleri değişime sokuyor, aşağıya indiriyor. Burada ortak bir sorumluluk yatmıyor mu? Ortak bir şekilde bu aşağı doğru gidişata ortak olunmuyor mu?
Hümanizma ve modernleşen Aydınlanma ile birlikte eğitim kalitesini yükselten bir Türkiye Cumhuriyeti değerlerinin bugün çok gerilerde kaldığını uzun zamandan beri görmekteyiz. Ama gidişat o kadar kötüleşmeye başladı ki, “dur demenin” imkanları azaldı. Yokuş aşağıya giden toplumsal değerler etrafımızı sarmış durumda. Biz de ister istemez bu değerlerin içinde yaşaya yaşaya alışmaya başlamaktayız herhalde. Rahatsız olduğumuzu biliyoruz, toplumun bir “cinnet toplumu” olarak yaşadığını takip ediyoruz; ama yapacağımız bir şey var mı ve bu nedir? Bu soruların cevaplarını bulmakta zorlanıyoruz. Hatta zorlanmasak bile yapmaya gücümüz yetmiyor. O kadar sarmalamış ki hayatlarımızı bu çöküş ve düşüş, onun içinde kendimizi ve en yakınlarımızı korumaya çalışmaktan başka bir şey elden de gelmiyor sanki.
Yükselen duygular geride mi kaldı? Bizi her gün biraz daha aşağıya ve batağa doğru çeken bataklık topraklar haline gelen toplumsal alan bizim alışkanlıklarımızı belirlemeye başladığında bu alışkanlıklar yapılaşmaya yüz tutmakta. Yapılaştıkça da ne hukuk ne siyaset ne eğitim ve ne de kültür kalıyor.
Bütün bu alanlar maddi dünyanın içinde yuvarlanıp gidiyor. Kapitalizmin en kötü çehresi bizim yaşam değerlerimizi oluşturuyor. Hakikat elden gitmeye başladığında zaten bir başka boyuta geçmiş bulunuyoruz.
Bir merhale geriye doğru sıçrayabilmek gerekiyor tekrar bir şeylerin rayına oturabilmesi için. İleriye bakan gözlerin bu anlamda değerlerimizi bir adım geriye çekmesi mi gerekmekte en azından bu değerlerin insani değerlerle tekrar buluşabilmesi için? Yoksa bu değerlerle yaşamaya devam etmek çok zor olacak. Herkes için; çünkü bu değerler ideolojik olarak da hiçbir siyasi kanada uygun değildir. Bu değerleri ileriye doğru itmek belki zor, ama bir evvelki, en azından bu saflardaki yerlere doğru bir nekahet devresine girmek daha aşağılaşmaya başlayan değerlere set çekmeye belki de imkân sağlayabilir?
Ali Akay kimdir?
Ali Akay Paris'te, 1976-1990 yılları arasında Paris VIII Üniversitesi'nde Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilim okudu. 1990 yılından beri İstanbul'da, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde öğretim üyesidir. Aynı Üniversitenin Resim Bölümü'nde 1992 yılından beri doktora derslerini sürdürmektedir.
Yurt dışında Paris, New York ve Berlin'de dersler vermiştir. Türkiye'de ve yurt dışında birçok kurumsal ve kurum dışı sergilerin küratörlüğünü yapmıştır.
1992 yılında Toplumbilim dergisini kurmuş ve 2011 yılına kadar bu dergiyi sürdürmüştür. 2011 yılında, Toplumbilim dergisinin yeni ismiyle şu anda devam etmekte olan Teorik Bakış dergisini kurmuştur.
Yurt içinde ve yurt dışında yazıları yayımlanmıştır ve sanat, sosyoloji ve felsefe üzerine birçok kitabı vardır.
|