Yeni yıla girdiğimiz şu günlerde her ülkede yüksek enflasyon, zamlar, alım gücünün düşmesi, azınlığa doğru dönen bir üretim zinciri, toplumsal dengeyi alt üst etmekte olan bir nüfus dağılımı söz konusu olmaktadır. Dünyanın çeşitli yerlerinde toplumsal alan ve onunla birlikte üretim şekilleri ile zihniyetler büyük değişime uğramaktalar. Bir kaotik dönem içinde kimin nereye doğru bakacağını, hangi öznelliklerle yan yana geleceğini, kesişeceğini kestirmek zorlaşmakta. Bir de bunlara siyasi partilerin eski ideolojik bakışlarının, dünya içindeki yerlerinin, taraf oldukları siyasi uluslararası blokların birbirlerine karışmasıyla, stabil bir yapıdan savrulan ve ittifak kartlarının yeniden dağıtıldığı bir süreç içinde olduğumuz aşikâr artık.
“20.yüzyılın başını, yeni baştan başka şartlarda yaşamaya doğru mu gitmekteyiz?” sorusunu soranlara hemen: “Hayır!” olarak cevap vermek gerekecek. Neden? Bunun nedeni, üretim şartlarının ve hatta belki de kapitalist üretim biçiminin içindeki sermaye bileşkesinin değişikliğe uğradığını söylemek bir cevap niteliğinde olabilecek. Sermayenin yatırım yerleri, hatta “yattığı” yerler değişikliğe uğramış vaziyette olduğu gibi emek de bu anlamda yerini başka bir değere bırakmış vaziyette. Uzun zamandan beri bu konu ele alınmakta. Bunu söyleyebiliriz. Bugün değişim içine girildi. Bir zamanlar sezgisel ve yeni oluşmakta olan bir durumu ortaya koymaktayken bugün farklar kendisini somut bir şekilde göstermekte.
Öncelikle hem Batı sanayileşmiş toplumların durumunda hem de bir zaman gelişmekte olan coğrafyalar olarak adlandırılan geçmişin “Üçüncü Dünyası”, şimdinin ise “sermaye merkezleri “arasında gösterilen ülkelerdeki vaziyet dünyanın son otuz yıldır yatay bir şekilde merkezileşmiş olduğunu göstermekte. Fransız filozof Jacques Ranciere, son otuz yıla bakarak içinde yaşadığımız döneme “Otuz Görkemsizlik” yılı adını vermekte. Batı ülkeleri merkezli olmaktan çıkan şehir merkezli “megalopoller” üzerinden gelişen merkezin önemli özelliği emek -sermaye çelişkisinin coğrafi yerinin Avrupa’dan Asya’ya kaymış olmasıdır.
19.yüzyılda başlayan ve 20.yüzyılın son çeyreğine kadar devam eden bu yapı sanayi toplumu olarak adlandırılmaktaydı. Fabrika ve madenler kapitalist çelişkilerin oluştuğu yerler olduğundan, emek-değer ölçümü de bu toplumsallığın içindeki koşullardan gelerek hesaplanmaktaydı. Emek-değer teorisi 18.yüzyıl klasik ekonomistlerinde (Smith, Ricardo vb.) ortaya çıkmaya başlamıştı.
Antikiteden beri gelen “adil fiyat” fikri geride bırakılarak “emek” merkezli bir teori öngörülmeye çalışıldı (mallardaki emek ve nispi emek miktarının malın fiyatını belirlemesi). Marx’ın bunlara eklediği emeğin zaman üzerinden sömürülmesiydi ve bunun adı da “artı-değerdi”. Zamanın bir bölümünü sermayenin sabit yapısı (atölye veya fabrika) içine aktaran değişken sermaye olarak bakılan emekçinin zamanıyla ölçülmekteydi. İşçi sınıfı ve İşçi Partileri veya Komünist Partileri bu sürecin içinde ortaya çıkarak büyüyen siyasi partilerdi ve tabanlarını bu süreçte oluşturmaktaydılar. Uzun süre muhalefette kalan ve ancak önce 1917’de SSCB’de ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1989’a kadar SSCB’nin eksenine girildiğinde Doğu Blokunda ve kısmen de Latin Amerika’da ve Asya’nın bazı ülkelerinde iktidara gelebilen bu siyasi yapılanmaların içinden geçen Marksist teori emek-değer teorisi üzerinden sömürüyü açıklayabilmekteydi.
Bugün sanayi toplumlarının yerini alan “bilişsel kapitalizmin” (tekno-bilim) emek zamanı, arzu politikalarının içindeki kapitalist eğlence ve turizm toplumları çerçevesinde değerlendirilmeye başlandı: Bununla birlikte emek, zaman üzerinden olmaktan çok teknolojinin kullanımının başarısı üzerinden değerlenmeye doğru yönelmekte (Jeremy Rifkin’in “emeğin sonu” kitabı). Zaman üzerinden çok çalışanların ve üretenlerin zevk ve arzusu üzerinden ölçülmekte olduğunu fark etmekteyiz. “Coworkers” (iş arkadaşları) kafeleri ve “global göçebeler”, genç emekçilerin bir başka ülkeye giderek hem seyahat zevklerini tatmin etmelerini hem de lisanını bile konuşmadıkları işyerlerinde çalışmaya başlamaktalar (plajlarda, kafelerde). Bu anlamda, atölye, fabrika veya büro gibi yerlerde değil; ama haz veren mekanlarda, iyi koşullarda yaşayarak, hayattan zevk alarak, yaptıkları işi severek ve arzulayarak değer yaratmaları (teknolojik üretimle değer yaratarak para kazanabilmeleri) teknolojinin hızıyla gerçekleşmektedir.
Eski emek modelini kullanan sermaye bugün zorlanmakta. Bir yandan artan işçi ücretleri ve onların vergileri ve sağlık giderleri diğer yandan ise alım gücünün düşürülmesi politikalarıyla iç piyasaların krize sokulması yüzünden sadece turizm ile yabancı göç politikaları dünya ve ülke pazarlarını besleyebilmekte. Orta sınıfların aşağıya çekildiği ve alım gücünün azınlık guruplarına doğru kaydırıldığı bu süreç, az üretilen ve prestij sermayesi sağlayan ürünlere doğru tüketimi yavaşlatarak “kar hadlerini çoğaltma” eğilimine yönelmekte. Daha az kitle tüketimi ve prestij sermayesi sağlayacak mallara ve yerlere doğru, kitle tüketimini kısıtlayarak, azınlığın tüketiminin değer oranlarının yükseltilmesi bizi bu yöne doğru giden bir kapitalizmi sunmakta.
Aslında hemen İkinci Dünya savaşı sonrasında başlayan ama asıl 1960-70’lerle birlikte “Pret a Porter” (Hazır Giyim) bir yapılanmaya giden moda dünyasının kitlesel üretiminin bugün bir kenara bırakılmakta olduğu bir dönemi yaşamaktayız. Bir zamanlar, Haute Couture adı altında kadın modası ve la grande mesure (el zanaatçılığı) adı altında erkeklerin modası yerlerini “seri hakinde standartlaşmaya” bırakmıştı. Bugün bu model, bu sefer, geride bırakılmakta.
1994 yılında Robert Altman tarafından yapılan, hemen hemen bütün film yıldızlarını yan yana getiren “Hazır Giyim” adlı film, Moskova’dan Paris’e, Paris’in lüks tüketim dünyasına ve içindeki çelişkilere uzanan bir hikâyeyi anlatmaktadır. İlk imaj Moskova’da, Türkçede “zehir” anlamına gelen Poison markasının bir dükkandaki reklamıyla başlar. “Lüks Pret a Porter” olarak bilinen Christian Dior markalı, Moskova’dan gelen bir kravat senaryoya bilmecemsi bir düğüm katar. Moskova’dan kaçan ve aynı kravatı takmaları sayesinde ünlü bir modacı ile buluşan kişinin garip hikayesi bu. Bunlardan biri yan yana oturdukları arabanın içinde ölür diğeri ise kaçar. Film, kapitalizmin ve moda dünyasının suç dünyasıyla olan ve olmayan siyasi ilişkilerini de gündeme taşımış olur. Burada, R. Altman zenginlerin süs köpekleriyle güzel mankenlerin podyumdaki yürüyüşlerine ayna tutar. Bu metafor, aynı zamanda lüks tüketimle bağlı olan moda çevresinin manken dünyasında model kadınlara bakışını da yansıtmaktadır. Tüm film boyunca, Altman hazır giyimin herkesi “aynılaştırıp, standartlaştırdığının” altını çizer. Filmin sonunda, podyuma çıplak çıkan mankenlerin doğaya dönüşü kadar, çıplak bebeklerin de çimende gösterilmeleri, arkalarındaki afişte “gerçek ol” yazması kitle toplumunun sanayi kapitalizmine karşı bir tavrı sunmaktadır.
Sermayenin hacmi ve ilerleme noktaları toplumsal alanın değişimini beraberinde getirmekte olduğundan, bu durumdan en çok etkilenen de elbette sanat ve kültür dünyasıdır. Orada da “düşün ve kendin ol” sloganı bir anlamda Altman’ın filminde olduğu gibi sanatı doğal yaratıya açmaktadır
Sabit mekanlarda çalışma koşulları günümüzde git gide “çevrimiçi” çalışma koşullarına geçtiğinde, zamanı belirleyen sabit yer değil, teknolojik yaratı süreçleri olmaya başlamaktadır: Burada, sanat ve kültür sermayesiyle destekçisi olan finans sermayesi birlikteliği ortaya çıkmakta. Sanat kurumlarının devlet tarafından desteklerinin yanında, özel sanat merkezlerinin lüks tüketim markaları veya finans bankaları tarafından desteklenmesi, içine girmekte olduğumuz süreci daha açık bir şekilde göstermektedir. Bir zamanların milli müzelerinin sakladığı zenginliklerden küresel yatay bir dünya pazarına dönüşen sanat piyasası, finans ve lüks sermayenin sanata sağladığı desteğin yanında, yine sanatın parasal değeriyle birlikte taşınmazlarla değil ama taşınırlar sayesinde, bir yerden bir yere yersizyurdsuzlaşarak götürülmesi, günümüzün kar hadleri düşük olan sanayi sermayesi sektörlerini bu yeni sanat alanına doğru kaydırmakta: Sanat eseri satın alarak “yatırım portföyleri” ve “olası göçebe zenginlik” oluşturma bu duruma tekabül etmektedir.
Değişim koşulları bu alanda kendisine yeni zeminler ortaya çıkarmakta. Sermayenin organik bileşimi yapısını korumakta olsa bile (kapitalizmin içinde yaşamaya devam ettiğimizi varsaydığımız koşullarda) bu yapının içindeki ölçme araçlarının değişimi söz konusudur. Emek değer teorisi değişikliğe uğramıştır. Bu, beraberinde yeniden yapılanma koşullarını beslediği oranda suç ve suçlu biçimleri bu zeminin içinde yer almaya başlamaktadır. Bu kaotik ortam bir yandan sermayenin legal oluşum şartlarını değiştirmekteyken diğer yandan da illegal yollara yeni imkanlar sağlar görünmektedir.
2024 yılının olaylarını izlemeye devam etmekteyiz. Bu durum, sermayenin yeni bileşim koşullarını bize göstermeye devam edecektir. Bekle ve gör dünyası.
Ali Akay kimdir?
Ali Akay Paris'te, 1976-1990 yılları arasında Paris VIII Üniversitesi'nde Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilim okudu. 1990 yılından beri İstanbul'da, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde öğretim üyesidir. Aynı Üniversitenin Resim Bölümü'nde 1992 yılından beri doktora derslerini sürdürmektedir.
Yurt dışında Paris, New York ve Berlin'de dersler vermiştir. Türkiye'de ve yurt dışında birçok kurumsal ve kurum dışı sergilerin küratörlüğünü yapmıştır.
1992 yılında Toplumbilim dergisini kurmuş ve 2011 yılına kadar bu dergiyi sürdürmüştür. 2011 yılında, Toplumbilim dergisinin yeni ismiyle şu anda devam etmekte olan Teorik Bakış dergisini kurmuştur.
Yurt içinde ve yurt dışında yazıları yayımlanmıştır ve sanat, sosyoloji ve felsefe üzerine birçok kitabı vardır.
|