Seçimlere doğru yol alan ve nerede kendisini bulacağını tam olarak bilemeyen bir toplumun içindeki acıları, öfkeyi, sinir harbini, anlaşmazlıkları, su ve havanın ne olacağının belirsizliğini, siyasi atmosferin bir yandan korkusunu diğer yandan umudunu taşıyan bir döneme girmekteyiz (18. yüzyıl filozofu David Hume bu iki duygunun (korku ve umut) yan yana gelmesi durumunda insan doğasının inancının ve batıl itikatlarının başladığını görmekteydi). Karanlık kaplamakta atmosferi. Aydınlığa ulaşabilecek miyiz? Kuzey ışıklarını, en azından sönük bir ışığı görmeyi bekliyoruz. Hatta ateşböcekleri olsa daha da mı iyi olurdu? Biraz parlasaydı gökyüzü! Güneş bile donuk! Isınmayı bekliyoruz, bedenlerimizi değil de ruhumuzu ısıtacak anı umuyoruz. Her kafadan bir ses çıkıyor. Hele bir de sosyal medyaya bakanlar, oradaki şiddet dolu sözleri, tartışmaları, güya komikliği, güya korkunçluğu, güya saldırıları görmenin ve bunlara anlam vermenin zorluğunu fark edenler ne düşünmekteler?
Neden düşünmeden yazmaktalar? Nasıl bir toplumda yaşamak istediklerini fark etmek imkânı olmayan lafları sarf edenler, şiddeti sembolik olarak yaşamaktan ne zaman vazgeçecekler ki gerçekte var olan şiddet de dinebilsin? Şehirler acı ve korku dolu bakışlarla yaşamakta. İstanbul kendi coğrafi yapısının içindeki fay hatlarını düşünerek teselli edecek sağlamlığı araştıradursun birçok şirket olarak adlandırılan kuruluşlar "kandırmaca" peşinde gidiyorsa buradan çıkış sağlamak nasıl mümkün olabilecektir?
On şehirden gelen enformasyonlarla, deprem sonrası duyulanlar hiç de iç açıcı değil. Uzun sürecek denilmekteydi ve hatta daha da uzun süreceğe benziyor hayatın dönüşmesi. Gelecek hep mi "uzun sürecek". Althusser'in bu kitabı bir felaket sonrası kitabıydı. Karısını istemeden öldüren bir filozofun itirafları o kadar kuvvetliydi ki, kendisini yerle bir ediyordu. Cinayet değildi belki; ama yine de bir öldürme vardı. Filozofun yazdıklarına özeleştiri demek bile zor. Kendisini yerin dibine batırmak için hangi "suçluluk duygusuna" sahip olmuştu? Bir zamanların büyük Marksist filozofu kendisinin en iyi bildiği konudaki "bilgisizliğini" açığa vurmaktaydı. Bugün kim kendi bilgisizliğini açığa çıkarmak isteyecek? Kim gerçeği en yalın ve en çıplak haliyle söyleme cesaretini gösterecek? Siyasetçiler mi? Bakanlar mı? İdari amirler mi? Müteahhitler mi? Kim söyleyecek olup biteni? Kim kuvvet bulacak gerçeği açığa çıkaracak sözler için? Nasıl buna imkân olduğunu düşünebileceğiz? Ne şekilde hayat asgari bir gerçeğe bağlı olarak işleyebilecek? Hangi müteahhit ne yaptığını gerçekten söyleyebilecek? Hangi mimar kendi gerçeğini kendi bilecek ve şüphe etmeyecek? Hangi mimarın akrabası, karısı veya oğlu ve kızı babalarının inşaatı doğru yapıp yapmadığını bugün bu koşullarda dile getirebilecek?
Şehirler kokuyor, batıyor, sular altında kalıyor; çadırlar yetersiz, oradaki insanlar, bir şekilde "gemisini kurtaran kaptanı" oynuyor. Çöpler, dışkılar, idrar kokuları, ümitsizliğin kokusu, yıkıntıların beton, toprak, demir, çimento kokuları, pislik ve soğuğun işlediği nefesler her yeri kaplamış: Koku bir pislik yayıyor. Toprak ağlıyor. Gök gümbürdüyor ve yağmur acıyı yere salıyor. Rüzgâr ve kar üşütüyor. Nefes sıhhatsizlikle havayı içine alıp, dışarıya veriyor. Kalabalık azalmış. Kayıplar çoğalmış. Son ölü sayısı meçhul bir durumda toplum kendi yolunda gitmeye çalışıyor; utanıyor, arlanmıyor, sessizce bakıyor ve bazıları utanmadan yaşamaya devam edebiliyor. Buna imkân sağlayanların olduğu bir dönemden geçiyoruz. Bilinmezliğe doğru yol alıyor; yolunu bulanların imkanlarına bakıyor, olan biteni seyrediyor toplum ki bu bildiğimiz "cinnet toplumu". Dinmedi, sağaltılmadı, kendi haline bırakıldı. Nasıl yaşarsa yaşasın diye! Şehirler organize olmaya çalışıyor yaşama tutunmak üzere… İnsanlığın nefret ettiği, korktuğu, yaşamak istemediği her şey yan yana gelmiş vaziyette!
Sesler ve kükremeler duyuluyor: Tehditler, laflar, karşı çıkmalar, imkânsız ve utanmaz sözleri sarf edenler, kendinden başkasını düşünmeyenler, vurdumduymazlar ve bu durumda fayda arayanlar, çıkar gruplarını bulmaya çalışanlar, kâr sağlamak isteyenler, acılar üzerinden kazanç sağlamaya kalkanlar ve acılarıyla yaşamaya çalışırken her şeye razı olanlar; hepsi birden, yani gönüllü olanlar ve gönülsüzlük gösterenler. Hepsi yan yana; omuz omuza, sır sırta, bakışarak, bakışsızlaşarak karşısındakine değer veren ve vermeyenler hayatlarını idame ediyorlar.
Dünya gençliği "hiper-duyarlılık" dönemine girmekteyken, her şeyden "nem kapmaktayken" bizdeki "duygu eksikliği" neden böyle? Hatta akıl ve medeniyet eksikliğiyle daha da azalmaya doğru (6284 krizi) gitmek isteniyor.
Nasıl çıkılacak bu karanlık siyasi-sosyal atmosferin içinden? Nasıl başka bir manzaraya bakılabilecek? Serinlikten gelen, rahatlamanın dingin ve temiz sularının ışığını fark edebilecek miyiz? Ufku görebilecek miyiz?
Ali Akay kimdir?
Ali Akay Paris'te, 1976-1990 yılları arasında Paris VIII Üniversitesi'nde Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilim okudu. 1990 yılından beri İstanbul'da, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde öğretim üyesidir. Aynı Üniversitenin Resim Bölümü'nde 1992 yılından beri doktora derslerini sürdürmektedir.
Yurt dışında Paris, New York ve Berlin'de dersler vermiştir. Türkiye'de ve yurt dışında birçok kurumsal ve kurum dışı sergilerin küratörlüğünü yapmıştır.
1992 yılında Toplumbilim dergisini kurmuş ve 2011 yılına kadar bu dergiyi sürdürmüştür. 2011 yılında, Toplumbilim dergisinin yeni ismiyle şu anda devam etmekte olan Teorik Bakış dergisini kurmuştur.
Yurt içinde ve yurt dışında yazıları yayımlanmıştır ve sanat, sosyoloji ve felsefe üzerine birçok kitabı vardır.
|