18 Eylül günü, dostum Eric Alliez’in haberi geliyor bana: Düşünür, şehir planlamacısı Paul Virilio ölmüş. Biraz afallıyorum; her ne kadar 86 yaşına gelmiş birisinden söz etmekte olsak bile, onun kitaplarını okuyan, konuşmalarını dinleyen ve 1980’li yıllarda onun Deleuze ve Guattari’ye etkisini arkadaşlarımla konuşan biri olarak bir eksiklik duygusuna kapılıyorum. O nesilden az insan kalmaktaydı artık...
Paul Virilio önemli bir düşünürdü ve aynı zamanda Paris’te Fondation Cartier’de 2002 yılında çok ses getiren ve dünya sorunlarına (nüfus artışı ile başlayan, ekonomiye dokunan, göçmenlik vaziyetlerinin ekolojik felaketlerle olan ilişkisisini sorgulayan) dokunan bir sergiyle çok anıldı. Serginin adı : Başımıza Gelen (Ce qui arive). Başa gelen kazalar olarak ele alınan bu sorunlar bugün hala devam etmekte. Kazalar, aslında Virilio’ya göre, “sürpriz olarak bize gelenlerdir”. Beklemediğimiz anda bize darbe indiren kazalardır. Kimi zaman doğal darbeler yeriz, kimi zaman psikolojik, kimi zaman ise hiç beklenmedik yerden kaza olarak gelirler. En sıradan olanından en trajik olanına kadar kazalarla yaşamaktayızdır; çünkü “kaza modern tarihimizin ürünüdür”.
Hız çoğaldıkça, yaşam alanında bir o kadar da kaza rizikosu içine girilmektedir. “Yıldırım hızıyla” gelenlerdir kazalar; beklemediğimiz zaman başımıza gelirler. Hız üreten toplumlar kaza üretmektedirler. Dikkatimizi vermediğimiz ve beklemediğimiz şeyler bize zarar vermektedirler. Bu, bir hayat dersi olarak, bilgece bir düşüncedir. 1930’larda Fransız tarihçi Marc Bloch bu hızı ilk görenlerdendir: “Bir nesilde dünya başka bir boyuta geçmiştir”. Felaketleri getiren hızdır; ekolojik dengenin bozulması ve eko sistemden uzaklaşmamız bize felaketlerin geldiğini göstermiştir. Bu durum şu anda yaşayanları etkileyen bir vaka olmasının dışında, benzer bir şekilde, gelecek nesiller için büyük bir sıkıntı, merak ve kaygı vermektedir. Bu gibi durumlarda ruhumuzu kapsayan, etkileyen uyumsuzluktur. Ahenksizliktir. Olmakta olan ve başımıza gelenlerle uygunluğumuz yoktur; çünkü kazaları, ismi üstünde, beklememekteyizdir. Bilmediğimiz ve denetleyemediğimiz bir yaşamın içine girdiğimizde, doğal afetlerin çoğalması, bunların hayatlarımızı ve duygularımızı alt üst etmesi, savaş ve iç savaş hallerinden kaçan milyonlarca insanın yer değiştirmesi, sınırları geçmek için hayatlarını vermeleri bunlar korkunç felaketlerdir. Büyük felaket ölümle bir randevu olarak durmaktadır.
Günümüz tele-teknolojisinin geçici ve uçucu halinde gelen imgelerin hızını nasıl denetleyemiyorsak, hayatı da aynı şekilde denetim dışına almış olanlar başlarına felaket gelmiş olanlardır. Medeniyetler bazen nüfus artışı yüzünden yok olmuşlardır; bugün bu kadar canlıya yemek ve su vermek zorlaşmaya başlamıştır. Algıladığımız imgelerin hızını takip etmekte zorlanmaktayız; bellek, aynı hızda gitmekte ve unutma ve Alzheimer vakaları git gide genç yaşlarda da görülmeye başlamaktadır.
Bunların yanında, sanayi toplumu sonrasını da denetlemekten uzaklaşan bir medeniyet çıkmakta karşımıza; onun içinde yaşarken Rusya’da Çernobil, Japonya’da Fukişima olayları sakat insanları çoğaltıyor. Çernobil’in etkilerini Fransa’nın Doğu sınırlarına kadar ilerlediğine bilim şahit oldu ; dünyada bu yüzden hastalıklar birbirini takip ediyor. 11 Eylül 2011 İkiz Kulelerin yıkılmaları, siyasi bir felaketin dünya televizyonları tarafından naklen izlendiğinde, büyük bir imge terörü içine girilen bir çağda yaşamaya başlıyoruz demektir. 21.yüzyıl, içinde yaşadığımız çağın “yaşanmazlığının” şahitliğini yapmaya başladı bile. Virilo bütün bu sorunları sanatsal bir şekilde düşünen bir düşünürdü. Hız ve Politika, Yok Olmanın Estetiği gibi kitaplarına baktığımızda bugün, olmakta olan yaşadıklarımızı çok erken tarihlerde öngörmüş ve bizi ikaz etmiş yazılar ve düşünceleri takip ederiz.
Diğer yandan, bütün bu felaketlere eklenen hareketsizlik halinin mevcudiyetini saptamıştı Virilo. Toplumun demetim altına alan teknolojilerin onu nasıl şaşkına çevirdiğini söylemekteydi. Onu şaşırtan şeyler arasında kapılardaki kodların sabitliği, daha sonra enterfon sistemiyle kimin geldiğinin sesli bir şekilde takip edilmesi, daha sonra kapı kameraları derken şimdi tüm şehrin hayatının kamera altına alınması oldu, çünkü bunlar kapıcıların ve bekçilerin yerini aldığı zaman başka bir toplumsal içine girmişiz demekti. Elektro-optik, videoskopi ile birlikte teknolojinin doğal ışık sonrası meydana gelen elektrik ışığından (Edison) sonra, analojik ışık ile yaşamaya başlayan yine başka bir topluma girmiş olduğumuzu fark etmeyen bizleriz. Kullandığımız aletlerin işleyip işlemediğini bize gösteren artık analojik ışık olmaya başladı: Wifi var mı, internet çalışıyor mu ? Cep telefonlarımız video çekmeye başladı mı ? Bunlar bu ışık ile işaretlenmiş vaziyette artık. Virilo bu içine girdiğimiz yeni toplumsal teknolojinin izleyicisi ve analizcisiydi, çünkü artık ne sanatsal ne de siyasi olarak temsili rejimlerin içinde yaşamaktaydık:
Sunum rejimlerine geçmiştik artık. Coğrafi olan uzamlar birbirlerine eklemlenerek bir kamera sayesinde oradan oraya dünyayı kat etmektedirler, böylece: Reality Show dünyası
Bunların yanında Virilo günümüz filozoflarının da çok dikkatini çekmiş ve yazılarını onlara ödünç vermiş bir düşünürdü. Mesela, Deleuze ve Guattari’nin kitaplarında sıklıkla Paul Virilo alıntılarını bulmak mümkündür. Bilhassa Bin Yayla kitabında “Savaş makinası” ve “Kapma aygıtı” bölümlerinde, Deleuze ve Guattari savaş kavramını düşündükleri ve kuramsallaştırdıkları kısımda, onun savaş üzerine yazdıklarından faydalanmaktaydılar. Virilio askeri rejimlerin getirdiği “topyekûn savaş” ile “faşist rejimlerin getirdiği “topyekûn” arasındaki ayrımı çok iyi görmüştü. Gilles Deleuze ve Félix Guattari Virilio ile birlikte düşündüklerinde bu ayrımı ortaya koymaktaydılar: Totaliter rejimlerde, açıkça söylemek gerekirse, askerler iktidarı ele geçirirler. Ama bu Deleuze ve Guattari’ye göre bu tam olarak “savaşın makinasal rejimi” olarak adlandırılamaz. Tersine, Devletin asgariye indirildiği rejimlerde bu görülmektedir. Devlet değildir iktidarda olan bu siyasi rejimlerde. Fakat, “faşist rejimlerde, bu başka bir hal alır; çünkü faşistler askerler değildir. Faşist rejimlerde aslında iktidardakiler askerler değillerdir. Tarihi örnek olarak Deleuze ve Guattari, kitapta Paul Virilio’yu alıntılarlar: “Alman Genelkurmayları iktidarı ele geçirmeyi isterlerdi; ama Hitler onlardan önce davrandı(...) Alman Genelkurmayının Faşizmi doğurduğunu söylemek zordur”; çünkü “burada, bir savaş makinası devletten bağımsız bir şekilde kendi özerkliğini ortaya koymuştur”. Paul Virilio şöyle tarif eder:
“Faşist devlet intihar eden bir devlettir (...) tabii ki başka insanları öldürülürler, ama faşistliğin ölümle ilişkisi buradan ortaya çıkmaktadır; çünkü kendi ölümünü hazırlayan bir siyasi rejimdir”. Buna göre faşizme nazaran, “totalitarizm daha küçük burjuva işidir”. Irkçılık Nazi rejiminin ve İtalyan Faşizminin getirdiği siyasi ve sosyal bir durumdur. Faşizm, devlet ve kapitalden bağımsızlaşarak kendi rejimini kurmuştur. Bu şekilde düşmanını yok etmek üzere “topyekûn savaş” içine girmiştir.
Paul Virilo günümüzü düşünmüş ve bu hızı çok erken zamanlarda görmüş ve yazmış olan bir kişiydi. Sanat, teknoloji ve toplumların gidişatı onun analiz alanıydı. Onun, bunların hepsini birlikte düşündüğünü hatırlarsak düşüncesi en çok bir felsefeye yaslanmaktadır diyebiliriz. Kitaplarını ve yazılarını okumaya devam edeceğiz, artık o gelecek düşünceleri bize vermekten uzaklaşmış olsa bile.