Bugünlerde "kişisel izolasyon" (sosyal değil, temas olmasa da sosyalliğimiz devam etmekte, sanal ortamlarda da olsa) dönemine girdik. Kendi kendimizi korumak ve etrafımızdaki da koruma altına almak üzere evlere kapandık. Sokağa çıkmıyoruz; ve zaten belli yaşlar için bu yasak zorunlu hale getirmiş vaziyette. Bu dönem içinde, sürekli bir şekilde, kendi kendimizden de çekiniyoruz. Ne zaman alışveriş yapsak veya hatta alışveriş kapıya gelse bile, yani tekrar ederek yazıyorum (o kadar çok tekrar ediyoruz ki!) her seferinde eşyaları yere koyuyoruz; onları sirkeli suyla veya başka araçlar sayesinde (sabunla vb.) siliyoruz; imkan varsa açık havada bırakıyoruz. Ve her seferinde ellerimizi yıkıyoruz. Bu adet edinildi. Hatta her seferinde tekrardan yıkanıyor bazen acaba bir şey tuttum mu diye endişe ediyoruz.
Kendimizin endişesi içinde yaşamaya başladık: Sadece kendimiz değil aynı zamanda başkalarının endişesi. Kendini yönetmek ve felsefe tarihindeki okullarda (Stoacı, Epikürcü, Kinik, Terapötler vb.) öğretildiği gibi "başkalarını yönetmek için kendi kendisinin sorumluluğunu" almak, "kendini tanımak" (Sokrates) ihtiyacı gösteren ideal idareciler kadar endişe içindeyiz; çünkü bu durumda, yalnız isek kendimizi yönetiyoruz ki, başkalarıyla da ilişkimiz sürdürülebilsin.
Bazı genç insanlar ise gruplar kurmaktalar; bu ağlar içinden yardım örgütlemeye çalışıyorlar; hatta sadece tanıdıklarına değil, ama ihtiyacı olan sağlık çalışanlarına da sivil destek vermekteler çoğu zaman. Bunlar her yerde ayrı şekilde yerel örgütlenme modelleri olarak gözüküyor. Mikro düzeyde yapılan bu çalışmalar bunlar; lafların dolaşımı değil, ama pratiklerin paylaşılması olarak ilerliyor. Bu sahici olan yardımlaşmaların nerdeyse estetik bir gücü var: Yüce bir estetik ile işlemekte. Yani kavramın kendi anlaşılırlık verisine göre yüce estetiği ancak bu içinde yaşadığımız zor zamanlarda kendisini belki de sanattan veya felsefeden de hızlı bir şekilde gösteren, yapılanı pratik olarak ortaya koyan bir hareket tarzını ifade ediyor. Yüce bu anlamda, Kant’ın "çıkarsız" bir paylaşım alanına ait duruyor. An’a ait bir anlam ifade ediyor. Faydasız bir imkan yaratma eylemi, aslında, ucunu kamuya açık bir yarara çevrilmekte. Kendi içinde kârsız ve faydasız olan bir eylemi veya sanatsal anlamda söylemeye kalkarsak bir performatif eylemi meydana getirmekte. Bu tip örgütlenme gruplarının bazılarının zaten sanat dünyasına ait olması ise bu performatif eylem hareketine "sanatsal anlamda yüce" bir boyut daha katıyor. Siyasi değil ama sivil olan bu boyut, her türlü çıkar ilişkisinden uzak, eski teolojik bir kelime kullanmaya kalkarsak bir bakıma, "hayır olsun" diye yapılan eylem. Kendisinin çıkarını ne reel ne de potansiyel bir şekilde taşımaktan uzak olarak gerçekleştiren performatif eylemin kendisi bu yardımseverlik; tarihin içinde gerek dini gerekse sivil alanlarda okuduğumuz yardım cemiyetlerinin fedakârlıklarına benzer bir durum arz ediyor. Geçenlerde, sosyal medyada paylaşanlardan gördüğüm Brian Eno’nun da ifade ettiği gibi "dayanışma gücü" varmış da biz belki de farkında mı değildik! Siyaset dışı bir dayanışmanın gerek olduğu bir dünyada "birey" olarak sadece bireysel özgürlüğü değil, hep birlikte "hayatı paylaşmanın verdiği hazzı" duyarak dayanışmak! Sevgiyi ve yardımı (ahlak kitaplarında öğretildiği gibi) hissetmek!
Sevgi burada ilk olarak dayanışmanın aracı olarak durmakta. Negri’nin "Alma Venus" olarak adlandırdığı "ebedilik üzere kurulu bir "müştereklik" çağının işaretlerini görmekte miyiz? Hem kendi kendimizeyiz hem de herkesi düşünüyor ve bilhassa çevremizle kurduğumuz ilişkilerdeki maddi (dokunmadan) hissiyatı tecrübe etmekteyiz. Etika içindeyiz bir anlamda! T. Negri "etik tecrübenin ebedi bir şimdiki zamanda" gerçekleşmekte olduğunun altını çiziyor. İçinde yaşamakta olduğumuz belirsizlik içinde ve, bana kalırsa, Negri’nin söz ettiği "tanımsız" olanın içinde yüzüp duruyoruz. Negri, belirsiz ve tanımsız olan için "ölçülebilir sonsuzluk" adını veriyor. Ne güzel bir tanım! Yani, hem sonsuzu hem de bir uzamın ölçülebilirliğini aynı anda yan yana pratik edebiliyoruz. Bu anlamda da, aşkınlaşan bir içkinliğin içine girdik sanki! Bir şeyler bizim dışımızda ve tepemizde, ama aynı zamanda biz bunu kendi yalnızlığımızın getirdiği içkinlik içinde pratik etmekteyiz. Ebedi olanın hep geleceğe ait olan tuhaf ilişkisini hissetmekteyiz.
Biz neden korkuyoruz o halde kendi içimizdeki geliştirmekte olduğumuz evde sosyal izolasyon halindeki yaşamlarımızda? Bir iki ayrı hipotez geliştirmek mümkün tabii: Bir bakıma belki de en çarpıcı geleni, bana yarattığımız hayal gücümüzün sınırlarının dışına çıkmaya başlayan bir süre veya zaman birimi içine girmiş olduğumuz gibi geliyor. Tahmin edemeyeceğimiz, belirsiz bir zaman birimi içinde yaşamaktayız. Ne zaman bu kötü rüyadan uyanabileceğimizi kestirememenin verdiği sıkıntı içimizi kaplamakta. Bunun cevabını verebilecek bir üst mercinin olmaması da bu endişeye zaman boyutu içinde bir başka boyut daha katıyor. Hayal gücümüz bizi zorluyor. Kendisinin rüyadan başka dayanağı kalmadığı bir durum içine girmeye başlıyoruz: Haya et! Rüyalarda gör! Bu kısmının güzel olduğunu yazmıştım zaten. Ama bu zaman hayali değil, ama bir bakıma iyi niyet tahayyülü. Temsil ettiğimiz fikirler (Orta Çağ da buna "nesnel gerçeklik" deniliyor tıpkı bugün gündeme gelen bir felsefi görüş gibi) etrafımızdaki nesnelerin gerçekliği, nesnel gerçekliği olarak durmakta. Bu durumda zamanımızın fikrini temsil etmekte zorlanmaktayız. Zamanı görememe, tahmin edememenin verdiği belirsiz zaman içine sıkıştığımızda, zaman temsil edilemez hale girmekte: Bu durum kendi içinde "endişeyi ve korkuyu besliyor". O zaman korku hakim oluyor! Panik etrafı sarmaya başlıyor. Bu panik insanları sokaklara alışverişe veya yer değiştirmeye doğru itiyor. Hayal gücümüz aklımızı zorladığı bu durumlarda panik veya katatoni bizi zorluyor. Geçen gün aniden ilan edilen "sokağa çıkma yasağının" herkesi sokağa döken bir panik hali ile iki gün sonra sokağa çıkma yasağının kalktığı andan itibaren bir sürü insanın "kutlama yaparcasına" sokağa dökülme hali aynı duyguları paylaşıyor sanki!
Dayanışma, halbuki insani sosyal ve ekonomik bir dayanışmayı işaret etmekte: Bir yandan, ekonomik olarak Avrupa Euro-bonndları üzerine geliştirilmeye çalışılan bir borçlanma politikasına yönlenmekte (her ne kadar Kuzey Avrupa ile Güney Avrupa arasında anlaşma sağlamak zor durmaktaysa bile, beş yüz milyar avroluk bir meblağdan ve "ortak borçlanma" adında bir kavram ile yardımlaşmadan söz edilmekte. Kuzey Güney anlaşmazlığı oldukça yapay duruyor; çünkü Güney Avrupa tüketimi bu kadar arttırmasaydı Kuzey Avrupa ekonomisi bu kadar iyi gidemeyecekti belki de. Hatta yeni bir New Deal veya yeni bir Marshall Planından bile söz edilmekte.). Diğer yandan ise, ihtiyacı olanlara (daha çok hastalar ve yaşlı olarak adlandırılanlar) destek verebilecek genç insanların destek pratiğine taşımakta Hem kendini hem de başkalarını korumaya doğru yönelmenin pratiği, bizi kişisel izolasyona (sosyal demek istemiyorum çünkü sanal sosyallikler sürmekte). Başka örneklerde ise, mesela Paris’te 4. sınıf bir tıbbiye öğrencisi hastanelere doktor ve hemşirelere yardıma gidiyor. Metro kullanmak yerine bisikletle gitmeyi daha sağlık açısından garanti buluyor; ama bisikleti yok; başka biri ona bisikletini ödünç veriyor ki hastaneye gidebilsin. Bu hareketin örnekleri daha sonra internet üzerinden yayılarak çoğalmaya başlıyor. Aynî yardımlar da küçümsenmeyecek kadar önemli durmakta bu koşullarda[1]. Moral ve kuvvet verici bir içkinliği besleyecek bir ruh haline bu dayanışma güç vermekte. Bu güce her zamandan daha fazla ihtiyaç var: Bedenlerin içkin gücü.
[1] Bu yazıyı bitirdiğim sırlarda sadece İstanbul’da değil bazı büyük şehirlerde "Dayanışma Ağları" kurulmuş olduğunu fark ettim. Mahalleler arası "dayanışma ağlarının" ihtiyacı olanlara sivil yardım, sağlık, yemek vb. ihtiyaç yardımı yapacağı anlaşılıyor, buradan.