14 Kasım 2018

Neo-liberalizm ve popülizm

"Totaliter rejimler ile Nazi ve faşizm hayaleti kol gezmekte"

Popülizm, bugün üzerine en çok konuşulan konulardan biri. Ben de birçok kez buradaki yazılarımda “popülizme" değindim. Murat Belge bu  konu üzerine yazılar yazdı hatta bir de kitabı bulunmakta. Benim, burada, konuyu başka bir yerden ele alıp, yapmak istediğim şey, popülizmin yakın dönem soykütüğüne değinmek olacak. Bugün, daha çok siyasi alandaki popülizm söz konusu edilmekte; aslında belki,  siyasi popülizmin arkasında yatan söylemin ekonomik bir geçmişi var. 1970’lerin sonunda başlayan ve adına o günlerde “yeni sağ” denilen gruplar Amerika’da başta olmak üzere yükselen sendikacılığa ve işçi sınıfının kendine olan güveninin yerleşmesine karşı yeni “işletme tezleri” ileri sürmekteydiler. 1927’de “Milletin Spiritüal Mekanı Üzerine Mektup” ile Hugo von Hoffmannsthal ile başlayıp 1983’te “Amerikan Muhafazakar Devrimi”  kitabıyla Guy Sorman’’a gelen “yeni muhafazakar devrim” uzun döneme yayıldı ve etkisini bugün göstermekte. Bu yazıdaki amacım “yeni sağ” adı verilen neo-liberal bir siyasi düşünce hareketi ile bugünkü siyasi popülizm arasında kurulmuş olan “entelektüel köprüye” bakmak olacak.

1970’lerin sonunda refah-devleti demek olan Keynesyen ekonomi politikasının sınırları zorlanmaya başlandığında, neo-liberal bir söylem geliştirilmeye başlanmıştı. T24’teki daha önceki yazılarımda Hayek ve Friedman'dan yola çıkmıştım. Bunlara bir ekleme yapmak istiyorum: 1929 krizini savaşla yaşayan bir dünyada, savaş sonrasındaki büyüme ve gelişme yöntemi olarak Keynes’in geliştirdiği fikirler çevresinde başlayan politik ekonomiye karşı,  neo-liberal siyasi bir strateji öne sürülmeye başlanmıştı. Ancak “zafer dolu otuz yıl” geçirmiş olan Batı toplumlarının alt sınıflarının kazançlarına sekte vuracak bu neo-liberal görüş, sosyal kazançlara (sosyal sigorta, devlet yardımları, kamu okulunun gelişilmesi vb.) karşı çıkan bir politikayı ekonomik yollarla kabul ettirmeye başladı.  Buna karşı neo-liberalizm, soldan gelecek bir direnişin önünü kesmek üzere, yeni stratejiler aramaya başladığında, yumuşak bir geçiş teorisi ortaya atıldı.  Sol sendikal hareketlerin kuvveti karşısında boyun eğecek total bir neo-liberalizmin başarısız olma ihtimali ile yeni mikro-ekonomi stratejiler geliştirilmeye başlandı. Entelektüel ve siyasi olarak neo-liberal mikro-ekonomik bakışın gelişmesi aslında strateji olarak direkt olarak karşı karşıya gelmemeyi seçti daha 1970’lerin sonunda. 1960’larda yükselmiş olan sendikalist bir solun belini yavaş bir şekilde kırmaya başlayacak bir mikro-ekonomi stratejisi, direkt karşı çıkma yerine, muhalif tarafı içinden bölerek ilerleme yöntemini seçti. Baskı yerine, sızmayla işleyen alternatif bir yol bulmak için çabalarına girişilmişti. Madsen Pirie’nin fikirleri bu sırada ortaya çıkmaya başladı.

İngiltere’de, ekonomik olarak devletin geri çekilmesi ve siyasi anlamda da  kuvvetlendirilmesinin, sınıfların bütünsel yapılarının kırılmasından veya zayıflatılmasından geçeceğinin farkına 1980’lerde  varıldı. İngiltere’de değil ama Fransa’da, Batı toplumlarında “sınıf mücadelesi” olarak görülen bütüncül analizlere bakış 1970’lerin sonlarında değişmeye başlamıştı. Yunan  teorisyen N. Poulantzas “sınıf fraksiyonu” kavramını ortaya atmıştı: Yani hakim veya ezilen sınıfların bir bütünlük değil ama parçalara ayrılan fragmanlardan oluşmakta olduğu analizini yaptı. Sosyolojik araştırmalarda ikili karşıtlık üzerine kurulu sınıf analizi yapmanın artık mümkün olamayacağı saptanmaktaydı. Fransız Komünist Partisi’nin “proletarya diktatörlüğü” kavramını Parti lügatından çıkardığı dönem de aynı dönemdir. İşçi sınıfı içinde garantililer ve garantisizler ayrımı başlamıştı bile. Orta sınıf ise zaten kendi içinde çeşitlenmişti.

Adam Smith Enstitüsü’nün kurucularından olan İngiliz Madsen Pirie 1978’den itibaren bu doğrultuda çalışmış biri. “Mikro-politik analizleri ve daha evvel yazdığı Devleti  Sökmek (1985) kitabında öne sürdükleri (devleti teorik ve pratik olarak özelleştirmek için çaba sarf eder) bu dönemde geliştirilmiştir. Bu analizlere göre, ilkeler üzerinden siyaset yapmak doğru değildir, çünkü zamana göre değişen ilkeler olabilir (Durkheim’ın "normal" ve "patolojik" ayrımında da olduğu gibi, yani normal olanın bir gün patolojik hale gelebileceği ve tersinin de mümkün olması gibi, zamana göre hareket etmenin avantajları vardı). O zaman önce, siyasi alanda var olan durumu incelemek  gerekmektedir. Gerçek güç ilişkilerine bakmak gerekmektedir. İkinci olarak, siyasetin verili ebedi tezlerinden değil de durumun vaziyetine göre tavır almanın değişkenliğinden söz etmek lazımdır, Pirie’ye göre üçüncü nokta “Mikro-politik olan nasıl geliştirilecektir?” sorusu üzerine odaklanmaktadır. Bu üçüncü noktada,  o güne kadar yapılmış neo-liberalizmi geliştirme politikalarının sert hatta askeri tavırlarına direnebilmiş Keynesyen politikaların aşılabilmesi üzerine bir strateji yer alır.

Pirie’e göre piyasa ekonomisi, direkt olarak ama yavaş bir şekilde topluma sızdırılabilir. Bireylerin çıkarlarından yola çıkarak, sınıfsal ve kültürel yapılanmaların aşılmasının bu şekilde mümkün olabileceğini iddia etmektedir. Thatcher döneminde özelleştirmeler  bu şekilde gerçekleştirilmiş ve sendikaların kuvveti kırılmıştır. Sadece polis kuvveti kullanarak değil, çıkarların farklılaşmasını sağlayarak da bu gerçekleştirilmiştir. Verilen örneklerden biri British Airways’in özelleştirilmesi projesidir. Sendikal dayanışmayı kırmak üzere eski çalışanlara verilen primlerle uzaklaştırılma stratejisi işlemiştir, çünkü toplu para alan personel, kısa vadeli çıkarlara razı olmuştur.  Alternatif özel arzlara tabi kılınan kişiler bireysel çıkarlara dayanarak ortak bir dayanışmanın dışına itilmiş olurlar. O zaman sendikal mücadelenin imkanları zayıflatılmış olacaktır. 1980’ler İngiltere’si olayları bu şekilde yaşamıştır.

Yine M. Pirie’ye göre, özel ekonomik çıkarların sahiplerinin siyasi seçmenlere dönüştürülmesi de, benzer bir şekilde, sınıfsal mücadelenin sonrasına ait olarak işleyecektir; çünkü sınıf fraksiyonlarına ve hatta bireysel ekonomik çıkarların çoğaltılmasına yaslanan bu düşünce biçimi, ekonomik olarak başladı. Sonra ise, bu girişimi siyasi çabalara çevirmeye başladı. Neo-liberal ekonomiye yaslanan bireylerin sayıca çoğaltılmasına yarayacak siyasi hareket (seçmenleri de buna bağlı bir şekilde çoğaltmak) demokratik yollardan geçerek sağlanmaya başladı. Bunun için baskıcı politikalara hiç gerek kalmayacaktır. Pirie’nin bakışına göre, yeni buluşlar ve onların takipçileriyle birlikte önce üniversitelerde ve daha sonra  entelektüel gazetecilerde gözükmeye başlayan fikirlerin halka inmesiyle mikro-politika kendisini görünür kılmaya başlar. O zaman yeni fikirler hakim olmaya başlayacaktır.

Michel Foucault’nun 1970’li yıllardaki  fikirlerine benzer fikirlerin Pirie’de yeşermekte olduğunu düşünebiliriz. Tabii kastım, Foucault’nun neo-liberal ekonomilere yaslandığını söylemek değildir kuşkusuz. Tam tersine, Foucault’nun College de France’taki derslerinde liberalizm, neo ve ordo-liberalizm eleştirileri göze çarpmaktadır. Her ne kadar bazı düşünürlerin Foucault eleştirisi bu çerçevede olsa bile, Foucault’dan bir neo-liberal çıkarmak imkansızdır. Fakat Pirie’nin analizlerinde Foucault’dan terimlere rastlamak mümkündür: Mesela, mikro-politikanın bir “sanat”, hatta “politik bir teknoloji” olduğunu yazması şaşırtıcıdır; çünkü Foucault düşüncesinde de “anatomi-politik” ve "iktidarın teknolojisi” kavramı bulunmaktadır. Aslında bu yeni sağ akım düşünürlerinin Fransız Yapısalcılığından geçerek yeni bir neo-liberal strateji geliştirdiklerini düşünmek mümkün hale gelmektedir. Tabii, “özelleştirme” ve “bireyleri kişisel çıkarlara yönlendirmek" sağ kanada ait fikirlerdir ve Foucault’nun ve yapısalcıların düşünceleri bunlarla bağdaşamaz. Ekonomik serbestleşme için; devlet baskısı değil, bireylerin yönlendirilmesi ve arzularının kanalize edilmesi yeterli olacaktır (en azından yüzde elliyi geçen kısmının kazanılması için).

Aslında öyle görünmektedir ki, 1970’li yılların sonunda Pirie’nin  “fikirler savaşı” ve “siyasi mühendislik” olarak adlandırdığı bakışı, Milton Friedman’ın Latin Amerika ülkelerinde askeri darbelerle gerçekleştirdiği politik ekonomilerin yerine başka bir stratejiye yaslanan bakışıydı:  Baskı olmadan, askeri darbe söz konusu edilmeden, “demokratik yollardan”, karşı tarafla hiçbir yüzleşmeye girmeden, yumuşak bir şekilde toplumu işletmek ve siyasi ideoloji olarak toplumun içine sızmak bu stratejinin amacıydı. Bu dönem, Foucault'nun, iktidarın baskıcı değil, ikna edici olduğunu ve tabandan geldiğini iddia ettiği yıllara tekabül etmektedir.  1975’te çıkan kitabı Hapishanenin Doğuşu (Surveiller et Punir)  dönemidir.

Bugün Pirie’nin fikirlerinden pek söz edilmemekte, ancak bugünkü neo-liberal politikaların bir yönü gibi duran popülizm daha sert söylemlere yaslanmasına rağmen  demokratik yolları kullanmaktadır. Her ne kadar marjinal gibi gözüken fikirleri ve yaşam biçimlerini dışlamaya kalkan fikirleri bağırarak dile getirmekte olsalar bile, popülist politikacılar “halkın iradesini” kullanmakta; mesela seçimlere önem vermekteler. Ve seçimleri kazanarak iktidara gelmeyi istemekteler. Her zaman olduğu gibi. Halkın asimetrik çıkarlarını (aslında belli bir halk fraksiyonunun çıkarlarını) öne çıkartmaya çalışmaktalar. Onların korkularının üzerinden bir “güvenlik politikası” geliştirmeye kalkmaktalar. Tam da bu anlamda söz konusu olan popülizmin diğer bir adı “otoriter liberalizm” olarak durmaktadır. Otoriter liberalizmi uygulayanlar, siyasi partilerden ve meclisten bağımsız bir özerklikle siyasi iradenin tek gerçek sahibi sıfatıyla yönetimi ele almaktadırlar. Bu anlamda, popülizm iktidarın özerkliği ve sorumluluğuna yönelmesidir: Ekonomik alanda devletin kendi kendini sınırlandırması siyasi alanda bağımsızlığının gücünü göstermesinden  gelmektedir.

Genelde, 20. yüzyılın başına kadar gerileyerek örnekleri gösterilmekte olan popülizmin, aslında daha yakın zamanlarda (1970’lerin sonu ve 1980’lerde) “yeni sağ” olarak adlandırılan neo-liberal ideolojiyle alakalı olduğunu düşünmek bana yanlış gelmiyor. Bu söylem; ideolojik olarak eskisi gibi direkt olarak ırkçılık söylemini geliştirmekten çok, tarihi "milli kültüre" dayanan bir ayrımcılık ortaya çıkarmakta. Yeni sağ ile başlayan popülizmin söylemlerinin arkasında 1970’li yıllara kadar giden bir özelleştirme politikalarının olduğunu düşünmek olasıdır. Ve bugün popülist idare biçiminde  siyasi olarak devletin kuvvetli olması gerekliliğine rağmen ekonomiden elini çekmesini savunmalarından dolayı neo-liberal ekonomi ile popülizm paralelliğini birlikte düşünebiliriz. Sendikacılık karşıtı ve neredeyse sadece adı kalmış olan “komünizme" karşı savunulan güvenlikçi siyasi söylemler Avrupa’nın hatta dünyanın ekonomik ve sosyal kriz yıllarına dönüşünü özleyen hayaletleri yeniden hortlatmak niyetinde: "Totaliter rejimler ile Nazi ve faşizm hayaleti kol gezmekte."

Yazarın Diğer Yazıları

Vardın mı?

Toplumsal alanın içindeki cins kimlikleri arası anlaşmazlıkların aşılması ve barışın vurgulanması için 25 Kasım’ın duyurulması ve yaygınlaştırılması ehemmiyetli gözükmekte

Kriz nerede?

Sıkışan ve sayıca azalan hâkim bir burjuvazi ile orta üst sınıfların, eski devlet memurlarının ve de daha sonra “orta direk” olarak ortaya çıkanların ekonomik krizden kuvvetli bir şekilde etkilendiğini gözlemlemekteyiz. Alt diye adlandırılan sınıfların ise, maaşlı, emekli, işsiz vb. “açlık sınırında” olduğu belirtiliyor: Kriz!

Lizbon’da sanat haftası

Bu sene şehrin üç önemli müzesi Lisbon Art Weekend’in LAW’ın organizasyonunun içine girmiş bulunmakta: Gulbenkian Müzesi, MAAT Sanat, Mimari ve Teknoloji Müzesi ve de koleksiyonunda Picasso, Duchamp, Miro, Ernst, Bacon, Bourgeois, Judd gibi uluslararası sanat tarihi ustalarını bulunduran MAC/CCB. Bu müzelerde dünyanın önemli çağdaş sanatçıları sergilenmekte

"
"