Covid-19 bizi evlere kapattığından beri aynı şey üzerine düşünmekteyim. Bizim bugün evlerde izole olduğumuz durumumuzu bir iktidar teknolojisi (biyo-politika) üzerinden değerlendirilmek yerine "kendi kendimize dönme" pratiğinin etrafında dönmekte olduğunuzu tekrar edeceğim. İlk dönem hatta felsefe öncesi bile denilebilecek bir dönemden başlayan "kendini tanı" lafı bugün bizim kendilik endişemiz ile buluştu yine uzun bir modernlik sürecinden sonra. Ve bu okumayı 20. yüzyıl ikinci yarısı felsefe dünyasında gerçekleştiren Michel Foucault oldu. Bize siyaseti başka yollardan tekrar düşünmeyi sağlayacak olan pisti de o ortaya koydu diye düşünmekteyim; çünkü onun yaptığı birçok konuşmalar arasından bilhassa 1981-84 baharı arasında ilginç olan bir yaklaşım karşımıza çıkmakta.
Michel Foucault
Foucault şöyle söylemekte 1981-82 konferanslarında kendi çalışmasını College de France’da gelen dinleyicilere açarken: "Günümüzde bizim karşılaşmakta olduğumuz politik, etik sosyal, hem de felsefi sorun bireyi Devlet’in ve onun kurumlarının baskısından kurtarmadan çok daha fazla bizi kendimizin kendimize uyguladığı baskıdan kurtulmaktır. Bugün artık yeni öznellik biçimlerini desteklemeye ihtiyacımız vardır." Bu önerme Foucault’nun belki de siyasi mirası olarak durmakta, bugün içinde yaşamakta olduğumuz "kişisel izolasyon" dönemine girmiş olduğumuz şu dönemde.
Bizim sorunumuzun, bugünkü şartlarda, şimdi ve burada, devlet, sivil toplum, birey, iktidar ve bunlarla birlikte işleyen disiplin veya ceza toplumu ve daha sonra da bugün içinde yaşamakta olduğumuz biyo-politik toplum olmasının yanında, içinde hapis olduğumuz kendi kendimizin endişesini duymak, hem kendimizi idare etmek hem de siyaseten başkalarını idare etmekle yakın bir davranış olacağı üzerinde durmaktır, kanımca (Bir tür Stoa öğretisi: muhakeme, arzu ve eylem).
Kendimizi tanımak veya kendimizin endişesi içinde olmak demek, kişi olarak ne yaptığımızı, nasıl davrandığımızı, etrafımızdaki insanlara nasıl konuştuğumuzu bize sorgulatan bir düşüncenin içe bakışı olarak algılanabilir. Kimlerle nasıl konuşmaktayız: Çocuklarımızla, eşlerimizle? İş yerinde hangi hiyerarşik bir ilişkiyi sürdürmekteyiz? Erkeklerin kadınlara karşı davranışlarının geleneksel yapısında biz nasıl bu geleneğin içinde hapis olmuş bir şekilde kadın erkek ilişkilerini sürdürüyoruz (neden bu kadar aile içi, kadına ve çocuğa şiddet var)? Şiddetli davranmaya neden ihtiyacımız var (neden kuyruklarda bile, sosyal mesafeyi korumak yerine hatta kavga ediyoruz)? Neden öfkemizi bazılarını karalamak üzere kurmaya devam etmekteyiz? Bize böyle olmayı öğreten bir eğitimin içinden geçmekteysek bugüne kadar, o zaman dönüp kendimize bakmak başkalarıyla davranışlarımızda düzenleyici bir rol oynayabilir mi? Daha iyi bir yaşamı seçebilir miyiz? Doğal yasaları bu kadar hoyratça kullanan bir toplumun fertleri olarak doğayla ilişkimizi nasıl yeniden düşünebiliriz?
Bunu düşünen çok insan oldu bugün artık. Hatta bunun mücadelesini ve pratik yaşamını verenler de az miktarda değiller. Fakat bize modern düşünce hep bilgi sayesinde, öğrenmekle ilerleyebileceğimiz fikrini aşıladı durdu. Bu, elbette yanlış da değil! Ama modernlik 17. yüzyılda Kartezyen düşüncenin bugüne taşıdığı bilim/bilgi veya teknik/teknoloji bağlamından geçtiğinde ruhumuzun özünü değil, bedenlerimizin hareketlerini düzeltmeye özen gösterdi.
Halbuki insanlık tarihi içinde ruhun eğitimi hem felsefenin hem de ilahiyatın sorunu olarak durmaktaydı. Bunların geride kaldığı ileri sürülebilir ve zaten bu da yanlış değildir. Belirli dönemlerin öğretileri değişmektedir. Ancak Foucault’nun sorunu yukarıdaki cümlesinden de alıntılamış olduğum gibi, kendi kendinin endişesinin önemini 1980’li yılların başında ölmeden evvel vurgulamakta. Ve belki de bunu, ancak bu Covid-19 koşullarında anlamaya kabil olabilmekteyiz. Evlerde kapanıp, kendimizle baş başa kalmaya başladığımız, tüketim ve ulaşım ritimlerinin dışındaki bir dünyada ancak belki bu önermeyi düşünme imkanını buluyoruz. Bu tabii benim kendi kendime ve etrafımdakilere sormakta olduğum bir soru olarak durmakta.
Siyaset yapma biçimlerimiz ve kavramlarımız 17. yüzyıldan beri değişmedi. Rejimlerin değişmesine rağmen kavramlarımız aşağı yukarı aynı kalmaya devam etti: İktidar, demokrasi, monarşi, doğa, toplum, birey, sivil toplum, devlet, devletin aygıtları, ideoloji... bunlarla birlikte düşünmeye devam etmekteyiz. Foucault kendi yaşamında bir dönem içinde bu dönüşü düşündü. Batı toplumları diye baktığı analizlerinde Platon ve öncesinde bir yandan Ispartalılar ve Atinalılar ile ilişkiler düşünülmekteyken diğer yandan de Persler ile savaşlar söz konusuydu.
Bu ortamda Platon, Sokratik diyaloglarında sormaktaydı: Kendinin endişesi nedir? Bu bedenin terbiyesi (jimnastik) olmaktan çok daha fazla özne olarak varlığın ruhunun terbiyesini öne sürmekteydi. Ruh varlık olarak özneydi. Ve özne doğuştan var olan bir şey değil, zamanla yaşayarak, yaşlanarak geliştirilen bir süreçte kendisini tanımlayabilmekteydi. O halde en azından bu örnek bile bize, Ulus-devlet oluşumunda; yaşayanların, doğanların, gençlerin kimliklerini korumak üzere değil, kendi eğitimlerini, kendileri üzerlerine eğilerek, ileriki yetişkin yaşlarında ve sonra yaşlandıklarında ulaşabilecekleri bir kavram olarak özne haline gelebileceklerdir.
Özne kendi kendisiyle hesaplaşan, yaşlanarak kendisini tanıyan ve bu haliyle de kendisini idare ederek ancak başkalarıyla siyasi sosyal veya ekonomik ilişkileri sürdürebilecek olan kişidir. Teknoloji bizim hayatımızı gençleştirdi. Gençlerin yaşı daha "gençleşti" ve yaşlıların "yaşlılık yaşı" ise ilerledi. Ancak kendine dönüp bakmanın verdiği endişeyi değil, ama rahat yaşayan, tüketime açılan, sahip olma, arzu etme, her şeyin altından veya üstünden gelme imkanlarını her şartta gerçekleştiren insanların kazandığı modern bir dünya bizi, içine bir girdap gibi içine aldı ve çekti. Arzularınızın daha çok kabardığı, gereğinden çok daha fazla zenginliğin baş döndürücü isteklerinin yaşandığı bir ekonomi ve sosyal vaziyete girmiştik. Bugün bütün bunları düşünme zamanıyla karşılaştık.
Foucault’nun siyasete başka türlü bakmaya çalıştığı dönemde, 1980’lerin başında bu yaşam biçimi (neo-liberalizm olarak tanımlandığı gibi) kendisini göstermeye başlamıştı. Hatırlayanlar için dizi filmler bile bunun üzerine kurulmuştu: Dallas, Hanedan. Hatta daha ahlaki bile olsa Komiser Colombo. Bu diziler yoldan çıkmış, acımasız insanlar dünyasının zafer heyecanını göstermekteydi. O zamanlar Amerika, Boston veya New York veya hatta Washington gibi şehirlerde değil, Batı yakasında geçen hayata yönelmekteydi (Pasifik hayatı). Neo-liberal kapitalizm ve teknolojinin yurdu artık daha Avrupalı ve Aydınlanmacı veya daha entelektüel ve siyasetçi Doğu yakası merkezli olmaktan çok Batı Amerika, Kaliforniya (Silikon Vadisi- nano teknoloji) ve Teksas (petrol dünyası ve Dallas) merkezli bir bakış yerleşmekteydi. Kuvvetlinin zayıfı yok etmeye başladığı bir çağda, insanların yırtıcı hayvanlar zihniyeti "ekonomik özgürlük" olarak adlandırılmaktaydı. Halbuki bu vahşi durumda başka bir siyasi kavramsallaşmaya ihtiyaç hisseden Foucault, "başkalarını yönetmek için idarecinin önce kendisini yönetme gereği" üzerine odaklanan eski Grekoromen ahlak ve ruh anlayışı ile çakışmaya başladığının farkına varmıştı, herhalde?
Dünyasal pandemi zamanında bunu düşünmeye başlamak, aşı bulunana kadar siyaset bilimciler, sosyal bilimciler, tıp çalışanları ve bilim dünyası ve de iş dünyası insanları arasından herkes için bu çaba, tinsel bir düşünce egzersizi olarak karşımıza dikilmiş bekliyor.
21. yüzyıl ilk yarısında baş gösteren ve bizim yaşamlarımızı tehdit eden pandemi-sonrasını düşünmek için bilim-kurgudan çok insanın dönüp, etik olarak kedi ruhuna bakma pratiğini gerçekleştirmek gerekmekte belki de? Ve, belki, siyaseti ve ekonomiyi dünyaca yeniden düşünmek için daha hâlâ zamanımız var.