27 Eylül 2021

Nasıl bir dünyada yaşamak istiyoruz

İklim krizi, neo-liberalizm, popülizm, salgınlar, nükleer savaş tehlikeleri, köktendincilik, bütün bunlar yaşamlarımızı tehdit etmeye yönelen ve 21.yüzyıla girdiğimizde, İkiz Kuleler’in saldırısıyla başlayan ve Jean Baudrillard’ın “hepimizin birer rehine” haline geldiğimizi öngördüğü bir dünya içinde yaşamak güzel mi? Kim bunu güzel ve doğru olarak değerlendirebilir?

İki seneye yakın bir zaman birimi içinde salgınla yaşamaya başladık; çok kötü günler geçirildi. Daha da bitecek gibi görünmeyen tehlikelerle dolu bir yaşamın içinde kavrulup gitmekteyiz.

Sonbaharın hissedilmesiyle birlikte soğuklar, açık havada zaman geçirme imkânlarının azalmaya başladığı günler yakında. Eli kulağında bekleyen kışın habercisi olmasa da havaların aniden soğumaya başlaması bize mevsimleri normal olarak yaşamaktan çıkmış olduğumuzu göstermekte. Soğuklar demek sokaklarda yaşayanların hayatlarının zorlanmaya başlaması demek. Charles Aznavour’un “Alın götürün beni” adlı şarkısında ifade etiği gibi “daha sıcak ülkelerdeki güneşte sefaleti kaldırmak daha kolaymış sanki!”.  Orman yangınlarını unutmadık tabii ama yazın açık havada yaşanan rahatlatıcı etkisinden çıkmaktayız

Ama ayrıca, sonbahara gelene dek sıcak fena vurmaya başladı, iklim krizi ve küresel ısınma (bütün yaz her yerde yangınlar) ile birlikte mevsimlerin kaymakta olduğunu da görmekteyiz. Ve de “kentsel dönüşümün” şehirlerin ısınma hızını arttırdığını bilmekteyiz. Bazı şehirlerde artık, belki de çok büyük soğuklar yaşanmayacak, kar görmek de mümkün olmayacak sanki (meteoroloji Eylül ayında kar haberi de verebiliyor!) Belki de soğuklar ve sıcaklar mutasyon halinde, rollerini birbirlerine vererek, birlikte var olacaklar. Nasıl bir dünya arzuluyoruz? Nasıl yaşamak istiyoruz? İyi yaşamak Aristoteles’ten beri felsefenin ana sorularından biri olarak hala bizim yaşamlarımızda kol gezen bir soru olarak durmakta. İyi yaşamanın ne demek olduğunu biliyor muyuz gerçekten

Salgının etkisini yaşayan, duyan bizler, hayatlarımızı tehdit eden bir virüs, Covid-19 etkisinin her yeri sardığı dünya nasıl oldu da bundan evvel var olan salgınlara rağmen önlemlerini almakta bu kadar etkisiz kalmış durumda kaldı? Sadece fakir ülkeler değil, dünyanın en zengin ve kuvvetli ülkeleri de daha beter koşulları yaşadı ve halklarına ve dünyaya “yalan söylemeyi” sürdürmekten geri durmadılar.  Neden yalan söylenir? Nasıl bir ahlaki durumdur ki bu yalanlarla dolanlarla geçen siyasi söylemlere bu kadar paye vermeye devam eden halklar seçimle bazı yalancıları seçmeye devam ediyorlar? İngiltere AB’den çıkarken yalan söyledi ve bu yalanın yalan olduğunu da açıkladıktan sonra bile hâlâ bu sözlere inananların sayısında pek düşüş olmadı. Yalan dünya nasıl bir dünyadır? Ortak bir şekilde kandırılarak yaşanan bir dünya ne olabilir?

İklim krizi, neo-liberalizm, popülizm, salgınlar, nükleer savaş tehlikeleri, köktendincilik, bütün bunlar yaşamlarımızı tehdit etmeye yönelen ve 21.yüzyıla girdiğimizde, İkiz Kuleler’in saldırısıyla başlayan ve Jean Baudrillard’ın “hepimizin birer rehine” haline geldiğimizi öngördüğü bir dünya içinde yaşamak güzel mi? Kim bunu güzel ve doğru olarak değerlendirebilir? Burada Chomsky’nin de belirtmiş olduğu gibi “demokrasiye” ihtiyaç duyulmaktadır. Halkın kendi sorunlarını kendisinin anlayacağı bir bilinç düzeyi, bilme bilgisi, aydınlanmış bir insan kendi halinde kendi sorununu anlayan aydınlanmaya ihtiyaç yok mudur? Kant öyle yazmıştı: Kimsenin etkisinde olmadan kendi kararını kendi başına alabilen kişi ancak aydınlanmış kişidir.

Baskı altında tutulmaktan çok konuşturan bir iktidar bugünkü denetim mekanizmalarına sahip olan bir iktidar biçimi olarak ortaya çıkmakta değil midir? Denetim disiplin demek değil; ama denetlenen ve denetlenmesi için de bilgilerini sunan insanların kendilerine ait verilerini dinleyen yeni bir rejim içine girilmekte. Konuşturan bir rejim biçiminin içinden geçmeye başladık. Konuşmaların sözlü olması şart değilse bile en azından yazılı olarak beyanlar vermekteyiz: Kimlik numarası, doğum yeri, tarihi, adres, sosyal sigorta numarası, HES kodu, aşı karnesi vb. Her şey ortada öylece durmakta. Buna sahip olmamak ise artık neredeyse mümkün değil. Bir yere girerken HES kodu gerekmekteydi; şimdi aşıların da buraya eklenmesi gerekmekte. Akıllı telefonu olmayanların ne yapacağını kestirmek kolay değil. Belki yazılı, basılı kağıtlar yeterli olacak mı? Sanki olmayacak gibi: bilhassa sahtekarlıkları önlemek için. Ayrıca sahte açı karneleri çıkmadı mı? Biz beyan ediyoruz ve denetlenmek zorundayız salgın koşullarında. Ama salgın geçecek mi? Geçtiğinde bunlar bitecek mi? Pek çok kimse bundan emin değil.

Bir başka çağa girdiğimiz söylenmekte artık ve geride kalan eski dünya nostaljisi de bu oranda yüksek bir vaziyette. Nasıl ki artık temiz bir denize girmek bazı yerlerde mümkün olmaktan çıktı, temiz hava teneffüs etmek de şehirlerde pek mümkün değil artık; bunun gibi bazı şeyler geride kaldılar hayatlarımızda. Neo-liberal ekonomiyle başlayan küreselleşme bizi kendi koşullarına çekerek bu günlere getirdi; neden mi? Siyasalları seçenlerin seçiminin bazı kanalları kapattığı için mi? Eski dünyadaki kamusal alanın geride bırakılmasından dolayı değil mi? Hastaneleri, hemşireleri, doktorları, tıbbi araştırmaları lüks tüketimini yeğleyerek sağlığı güzellik için kullanmayı daha kârlı bulan ecza şirketlerinin kâr hadlerini bu kadar hızlı bir şekilde yükseltmek istediklerinden dolayı değil mi? On yıldır var olan salgınlara rağmen araştırma lnüaboratuvarlarının sadece kremlere harcanmasından dolayı değil mi? Fransa gibi aşı bulan bir ülke aşıyı bulamadığını ilan ettiğinde, son yıllardaki siyasetin boş verdiği kamusal sağlık sorunlarının özelleştirmelere tabi olmasından dolayı değil de neden böyle oldu? İnsanın aklına gelebilir miydi daha önceleri Pasteur Fransa’sının aşıyı bulamayacağı? Salgının her yerde eşitsizlikleri arttırdığı belli değil mi? Sağlık hizmetlerine ulaşım bize bunu göstermekte.

Nasıl bir dünyada yaşamak istediğimizi kendimize sormak zorundayız. Bu içine girdiğimiz hayatlarımızda kimsenin pek memnun olmadığını fark etmek zor değil herhalde? Kimsenin işini severek yapmadığını görmüyor değiliz. Yalandan bıktı insanlar her yerde. Ay sonunu zor getirmekten de bıktılar. Veya yatırımlarının artık fayda etmediğini gören iş sahipleri de iş yerlerinde topu attıklarını görmekten bıktılar. Nasıl bir dünya içine girdik ki, içinde yabancı gibi yaşamaya başladık! Yabancılaşmayı bilinç düzeyinden gerçek düzeyine getirdik: Hem kendimize hem doğaya hem de emeğimize! Yusuf Nalkesen’in hicaz makamındaki şarkısının da ifade ettiği gibi “Bir sonbahar mevsimiydi tanıştık; sanki birbirimizi yıllarca aramıştık… yabancı olduk şimdi, yazık birbirimize; istersen gel dönelim eski günlerimize”!   Şarkı belki sevgilileri birbirlerine kavuşturabilir mi?   Ama biz başka bir dönemece girdik sanırım; nasıl geri dönüş yapabiliriz? En azından nasıl bir dünyada yaşamak istediğimizi haykırına dek!       

Yazarın Diğer Yazıları

Vardın mı?

Toplumsal alanın içindeki cins kimlikleri arası anlaşmazlıkların aşılması ve barışın vurgulanması için 25 Kasım’ın duyurulması ve yaygınlaştırılması ehemmiyetli gözükmekte

Kriz nerede?

Sıkışan ve sayıca azalan hâkim bir burjuvazi ile orta üst sınıfların, eski devlet memurlarının ve de daha sonra “orta direk” olarak ortaya çıkanların ekonomik krizden kuvvetli bir şekilde etkilendiğini gözlemlemekteyiz. Alt diye adlandırılan sınıfların ise, maaşlı, emekli, işsiz vb. “açlık sınırında” olduğu belirtiliyor: Kriz!

Lizbon’da sanat haftası

Bu sene şehrin üç önemli müzesi Lisbon Art Weekend’in LAW’ın organizasyonunun içine girmiş bulunmakta: Gulbenkian Müzesi, MAAT Sanat, Mimari ve Teknoloji Müzesi ve de koleksiyonunda Picasso, Duchamp, Miro, Ernst, Bacon, Bourgeois, Judd gibi uluslararası sanat tarihi ustalarını bulunduran MAC/CCB. Bu müzelerde dünyanın önemli çağdaş sanatçıları sergilenmekte

"
"