21.yüzyıla ne büyük umutlarla girilmişti. Bilhassa 1989 sonrasında büyük bir heyecanla duvarın yıkıldığının haberini aldığımızda bir totaliter sistemin daha çöktüğünü düşündük; ama her ne kadar postmodernizm bize tarihin kronolojik bir tarih olmaktan uzak olarak algılanmaya başlandığını, geri gelen bazı arkaizmlerin olduğunu, 1980’li yılların darbeler ve neo-liberal ekonominin sendikalizme karşı açtığı savaşta otoriter demokrasilerin yerini almaya yöneldiğini, dinin ve dini arkaizmlerin geri gelmeye başladığını hatırlatmış olsa bile yine de sanki ileriye doğru giden bir özgürleşmenin hayalini yaşamadan edemiyorduk. Modernizmin ısrarcıları eski kapitalizmin ve içindeki temsili demokrasinin iletişimselliğiyle birlikte özgürlüğün büyüyeceğini, demokratik kurumların sağlamlaştırılacağını, sivil toplumun devletin ceberut yüzüne ters dönmeyi başarabileceğini umanların sayısı az değildi. Her şey güzel olmaya doğru evrilmekte olduğunu sananların neşesine diyecek yoktu. Ancak; yine postmodernizmi liberal kapitalizm ile birleştirmeye çalışan bir çaba modern olanı aramaktaydı.
Halbuki sanatlar modern dönemin önemli tanımı olan ve askeri bir kavram olarak işleyen “avant-garde”, öncü kavramının yerine yerleşen postmodern kavramının sanatı başka bir yere çekmekte olduğundan bahsetmeye başlamıştı bile. Aslında sanat, bir yandan çağdaş veya güncel sanat adıyla anılmaya başlamıştı. Diğer yanda ise aslında Batı dünyasında, güncel sanat yerine çağdaş sanat lafı öne çıkmaya başladığı sırada Türkiye’de çağdaş sanat yerine güncel sanat lafı öne çıkmıştı. Günceli, aslında modern olandan ve modern kurumlardan ayırmaya çalışan bu bakışın belki de ıskaladığı tam da postmodernlik (ve İmateryel) ile öne sürülen çağdaş sanat kavramıydı. Catherine Millet bu süreci yeniden 2021 yılında yazdığı kitapla hatırlatmakta bugün.
21. yüzyıla umutla girmiştik evet. Bilhassa 2000 yılında Fransa’da Paris’te açılan yeni bir müze demokrasiye ve sömürge sonrasına doğru esen rüzgarların yelkenlerini şişirmekteydi. Ve bir zamanlar sağ liderler arasında geçen bir Fransız Cumhurbaşkanı Jacques Chirac “Başkalarının zevkine” doğru dönen ve diğerlerini içeri alan ve onların kültür ve sanatlarını öne koymak isteyen bir bakışı ortaya çıkarmaktaydı. Etnologlar her ne kadar dekolonyal bir bakış içinde, devlet memuru olarak yapılan araştırmalarda “nesnel bir bakış olmadığı” gibi, Afrika’da ve Okyanusya’da araştırılan toplumların da adetlerinin de “arı bir nesnellik” içermediğinin farkında olsalar bile araştırmalara eleştirel bir şekilde devam etmekteydiler (Cezayir’de araştırmalar yapan Pierre Bourdieu). Bugün bazıları için bir sömürgecilik ve emperyalizm olarak algılanabilen bu sanat mirası, geçmişin kötü anılarını taşımakta olsa bile, kendi şimdiki zamanının Avrupa’sına “öteki” ile buluşma, ırkçı ve yabancı düşmanı söylemlere, o kültürlerin Fransız kültürüne ve insana bakış tarzının entelektüel rolünü hatırlatmaya çalışmaktaydı.
Chirac tarihi adaletsizliklere yer vermeyecek olan bir müze bakışını gerçekleştirebilmek için Quai Branly Müze’sinin açılış söylevini Elysée Sarayı'nda yapmıştı. Louvre Müzesi'ni da “primitivistlere” açmaktan söz etmişti. Birbirlerine yürüme mesafesinde olan bu iki müzeden biri Fransız Kraliyet tarihini diğeri ise sömürgeci bir tarihi ele almaktaydı; ama önemli gibi duran bu gerçeğin iktidar tarafından kabulüydü. “Af dileme” ve artık savaş değil ama barış imkanlarını karşılıklı tanımayı öne alan bir bakışa yaslanmak istemekteydi. Chirac şöyle seslenmekteydi: "Bu elbette estetik bir kutlama olacak"; ama diyaloğa açılmayı isteyen bakış, hayali olana doğru insanlığı taşımayı iradesinin temeli olarak yerleştirmektedir. Dünya üzerine her türlü merakı gidermek istencinde olan bakış gizli olan ve kutsal olarak kabul edilenleri estetik boyuta taşımaktadır. Avrupa’nın çok uzağında olan kültürler ve sanatlar birbirinden uzak olanı birleştirmek amacındadır. Gurur, fanatizm, hoşgörüsüzlük diyarını terk edip, bu müze kültürler arası diyaloğun destekçisi olmak niyetindedir. Bu söylem yirmi yıl evvel hem Fransa’nın siyasetini hem de özgürleşmekte olan bir dünyanın habercisi olmak istencindedir.
Bu iyi niyet “11 Eylül İkiz Kuleler” saldırısıyla geri adım atmış ve sonrasını berbat bir distopya haline sokmaya başlamıştır. Bugüne gelen tarihi çarpıtan bu ükroni veya distopya, demokrasi nefretine dönüşen bir dünyanın bugünkü şeklini kurmaya başlamıştır. Günümüz, tam tersine, diyalog değil, kapanma, dostluk değil husumet, optimizm değil karamsarlık olarak dünyayı sarıp sarmalamakta. İlliberalizm dalgası (V. Orban) ile neo-liberalizm çizgisi otoriter bir kapitalizme yol açmakta bugün. Irk ve cinsiyet ayrımları, kadın cinayetleri, etnik azınlıklara hoşgörüsüzlük bile değil, ama hatta saldırı, neo-Nazi selamlarıyla işleyen bir alternatif dünya istenci eskiyi ve talan edici iktidar modellerini geri getirmekte. Afrikalı göçmenler veya Orta Doğulu mülteciler denizleri aşmak isterken bebek, kadın yaşlı demeden ölüme terk edilmekteler. Afrika üzerinde kol gezen neo-sömürgeci finans dünyası sadece madenlerle doğayı değil orada yaşayan insanları da tüketmekte.
Bu süreç içinde, Quai Branly Müzesi pandemi sırasında ilginç ve umut verici bir sergiyi açmıştı. Pandemi ve kapanma nedeniyle gezilemeyen sergi nihayet izleyicilerini bulmakta. Sanat tarihçisi Philippe Dagen’in küratörlüğünü yaptığı “Ex Afrika” sergisi, 20.yüzyılın ikinci yarısında başlayan çağdaş sanatı Afrika’ya bakan Batılı ve Afrikalı sanatçıları harmanlayarak kurulmuş vaziyette. Bugünün sanatında Afrika mevcudiyetini göstermekte. Bu sergi de bugünün sorunlarını ele almakta: Post-kolonyalizm, kültürel mirasın talanı karşısında eserlerin geri verilmesi tartışmaları, göçe sanatsal bakış vb. Kutsallık, dini ritüellere yeniden bakış, kimliği sanatsal renklerle aşma çabası tartışmaların kucağında durmakta. Batılı ve Afirkalı arasındaki sömürgeciliği talan, cinsiyet ve ırkçılık açısından yeniden ele alan bir sergi. Bunlar bugün Fransız üniversitelerindeki araştırmalarla koşut giden bir çizgiyi oluşturmakta. Halbuki Eğitim Bakanlığı'nın ve sağcı Fransız basınının üniversiter araştırmalara ve sanata bakışı, eski Cumhurbaşkanı J. Chirac’ın, 2000 yılındaki söylemine taban tabana zıtlık taşımakta. Yukarıda hatırlatmak istediğimiz yirmi-otuz yıl evvelki umut, bugünkü karamsar ve krizi bağrında yaşayan Avrupa değil sadece, ama dünyayı terk etmiş görünüyor.
Pascale Marthine Tayou, Ezeca, 2020
Sanatçıların eserleri bu anlamda önem taşımaktadır; çünkü çağdaş sanatın içindeki Afrika çizgilerini hatırlatmaktadır. 20.yüzyıl başının modern sanatlardaki Afrika etkisinin bugünkü sanatçılarda nasıl hala yer aldığını ele alan P. Dagen aslında 1984 yılında New York MOMA’da açılan “Primitivizm” sergisini bugüne doğru çekerek, aynı soruyu postmodern zamanlarda sormakta: Bugün Afrika etkisi nedir? Afrikalı sanatçılarla Batılı sanatçıları yan yana sergileyen bir sergi. Kataloğun bir parçası bu sorulara ait. Küratörün sanatçılara sorduğu sorularla ilerlemekte katalog yazısı. Cezayirli Kader Attia, Beninli Ramuald Hazoume, Kamerunlu Pascle Marthine Tayou, Kongolu Chéri Samba gibi Batı dışı çağdaş sanatçıların yanında Jean-Jacques Lebel, Annette Mesager, Orlan, Gloria Friedmann gibi sanatçılar sergide yer almaktalar. Hem Batı içi (Fransa) hem de Batı dışı olarak geçen (Türkiye) sanatçı Sarkis de serginin içinde yer alan sanatçılar arasında.
Sergiye girişin hemen arkasındaki salonda Sarkis’in “Koreografi” adlı enstalasyonunda aynadan yapılı bir masanın altına tüm dünya oval bir şekilde yansımakta. Her an görsel ve zihinsel bir ses duyuluyor. Masadaki Japon flütün sesi her an izleyiciyi uyarmakta. Hemen orada buluna bir Meksika heykelinde ise homour dolu olarak cinsel organı bizi bereket açısından selamlıyor.
Ve bu heykelin baktığı yerde ise Afrika kaplanı durmakta. Her birinin mesafesi bir mezura ile hesaplanmış vaziyette yer alıyorlar. Ama Sarkis’in anlatısına göre, birdenbire bu ölçüm ortadan kalkmakta ve tüm kültürler birbirlerinin içine geçmekte ve de seslerin birleşiminden de tek seslilik (univocité) ortaya konulmakta. Böylece, Sarkis kültürleri birbirlerine nazaran göreceli olmaktan uzaklaştırıp, tek sese indirebiliyor.
Kültürler arası sınırları ortadan kaldırıyor. Zaten sergi; cinsellik ve doğurganlık teması altında, Annette Messager’nin “Arty Barby” adlı eseri (Afrikalı siyah dişi bir heykelin göğsüne, yine siyaha boyanmış Barbi bebek) yanında yer alan Sarkis’in eseriyle (2012 yılına ait “Bakır Sahne” adlı eserde bakır bir ince boruya bağlı Burkina’dan bir yelek) son buluyor ve çıkış kapısına bizleri taşıyor. Sergi bugün sömürge sonrası bir dünyada sanatçılardaki Afrika etkisini gösteriyor.
Bu sergi; Fransa’daki nostaljik kolonyal, bugünkü dekolonyal, geçen yüzyılın ikinci yarısındaki post-kolonyal, günümüzde hâlâ süren ırkçılık, kimlik, anti-Semitizm, feminizm, yeni kavramlardan “ırklılaşmış”, neo-feminizm, eko-feminizm, interseksiyon ve ve de sol-islamcılık tartışmalarına verilen güzel, sanatsal bir cevap olarak da okunabilir.
Cheri samba, renkleri seviyorum