2 Kasım günü haberlere düşen, 1960’lı yılların popüler dünyasına, bizi geri götüren isimlerinden biri olan Marie Laforet’nin seksen yaşında vefat ettiğiydi. Bu haber, beni zaman içinde gerilere doğru taşıdı. Türkiye’de ve özellikle İstanbul’da başka bir nüfus, başka bir kalabalık, başka ulaşım araçlarıyla başka bir hayat ritminin yaşandığı yıllara doğru götürdü. Bu bakış nostaljik bir bakış değil; ama sadece ampirik bir bakışın öznelliğinde seyre dalma olabilir. Metafizik bulutların içinde dolaşma da değil, dilin ve zihniyetin bugüne nazaran başka türlü işlediği bir dönemin yaşam biçimini hatırlamak olacaktır. Gerçek olan bir yaşam biçimin varlığını düşünmek. Ve, ölen bir Fransız yıldızın hayatı üzerinden, yani, bu şarkıcı ve film yıldızının etki vermiş olduğu, yaşadığım coğrafyanın bir zamanlar hayat bulduğu kesişme noktalarına bakmaktır. Bu, belki de aynı zamanda, bugün yaşanmakta olan toplumsaldaki çoklu toplumsal ve siyasi kırılmanın geçmişine mi bakmak olacaktır ?
Yaşam kapitalize olmamıştı daha; yaşam tüketim toplumunda değildi. Herkes lokantalarda yemek yemiyordu, evlerde toplanılmaktaydı çokça; pickup’lı yıllarda (daha stereo değil) danslı partiler, adabına göre, Disco yılları öncesine doğru taşınan bir havada gençliği heyecanlandırmaktaydı. Şairler, gazeteciler, ressamlar, tiyatrocular, edebiyat yazarları ve romancılar ile hikayeciler aynı masalarda yemek yiyor ve içiyorlardı. Tiyatro, hala sinema ile eşdeğer bir eğlence sektörünü yaşamaktaydı; televizyon ise namevcuttu. Radyoda her tür müzik ve her beğeni için saat ayırılmaktaydı. Radyo dinleyenler; Hafif Batı Müziği, Klasik Müzik, Türküler ve Oyun havaları vb. gibi değişik müzik türlerini takip edebilmekteydiler. Homojen gibi duran kültür tamamen heterojen bir şekilde yan yana bir düzenleme içindeydi. Radyo Tiyatro’su, çocuk tiyatrosu, artarda her gün, bugünkü dizilerin yerini tutmaktaydı. İnsanlar işitsel olanı görsel olandan daha ağırlıklı bir şekilde yaşamaktaydılar. Refah toplumu normları olmasa bile, sanki varmış gibi ritmik bir şekilde yaşantı sürmekteydi. Heyecan vardı; eğlence vardı, öğrenme vardı ve asıl, geleceğe bakışta ümit vardı. Avrupa’dan gelen teknolojik yeniliklere merak vardı. İstanbul, nüfusuyla yerli yerince bir şehirdi. Beklenti ise “iyi yaşam yaşamak” üzerine kuruluydu. Zengin ve fakir elbette vardı; ama yaşam biçimleri her ne kadar heterojen olsa da büyük bir uçuruma ait olarak işlememekteydi. Kesişmeler mevcut oluyordu, kimi zamanlarda.
Marie Laforet’yi 1960’lı yıllarda genç olanlar hatırlar. O yıllarda Türkiye’de hem Fransızca söylediği şarkılar radyolarda ve bilhassa İstanbul’da evlerde yapılan partilerde çok popülerdi. Bu şarkıların bazıları Türkiye’nin “aranjman yıllarında” Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği adı altında Türkçeleştirilerek, dilimize uyarlanmaktaydı. Ajda Pekkan’ın, Özdemir Erdoğan’ın şarkıları bu anlamda popülerliklerini korumaktaydı. Bu dönem Disco yıllarının hemen öncesiydi; naif ve tatlı bir gençlik hayatı vardı. İstanbul güneşi ve ışığıyla deniz kenarlarının, plajlarının, Boğaz’daki yalıların danslı partilerinin dönemiydi. Batı dünyası nüfuz etmişti hayata; şarkılar Almancadan Fransızcaya kaymıştı. Marie Laforet’nin şarkıları ile birlikte onu andıran ve tam olarak değilse bile modernliği değişik şekillerde ele alan “şanson” adı verilen Fransızca şiiri melodiye ekleyen bir tarzın hakimiyetinde bir “Batılı yaşam tarzı” söz konusuydu. O dönem Batılılaşmanın yaşam tarzı belki de en fazla toplumsal alana sızmış vaziyetteydi; çünkü aranjman, ismi üstünde, uyarlama dünyasının bir parçasıydı. 1960’lı yıllarda, toplum, Batılı değildi, ama, sanki o havayı estiren bir hal egemendi.
Marie Laforet ile birlikte, aynı dönemde Françoise Hardy şarkıları ve Dalida’nın Mısır aksanlı Latin şarkıları ile birlikte, Bosa Nova havası Fransız şansonlarına karışmaktaydı. Dünya küresel değildi. Ekonomi liberal değildi; ama dünya bütünleşmekte olan bir ulus-dışı kültür ve eğlence hayatına uzanmaktaydı. “Yaz Aşkları” bunlara eklemlenmekteydi. Bu ise, Fotoroman dünyasını ve bilhassa İtalyan sinemasının popüler “yaz aşkları” filmlerini izleyiciye taşımaktaydı. Bunun eş değerleri ise, Türkiye’de, “Yeşilçam Sineması” olarak toplumsal alanın eğlence kültürüne yaslanmaktaydı.
İstanbul’un yazlık sinemaları, yaz aşkları, “Coca Cola ve Gofret” yıllarında yaşanmaktaydı: Bazen “yabancı filmler” bazen ise “Türk filmleri” oynatan sinemalara gidilmekteydi. Filmler Türkiye’ye anı anına gelmiyorlardı belki, ama yine de çok film geliyordu. 1960’ta gösterime giren “Kızgın Güneş” filminde, Alain Delaon ile paylaştığı baş rolde Marie Laforet Türkiye’de kendisine hayranlar kazandırmıştı.
1960’lı yılların sonuna kadar bu hava esti durdu. 1968 sonrasında ise 1970’lerde başka bir rüzgar esmeye başlayacaktı: Yerelliğe doğru dönen bir yaşam ve eğlence türlerinin baş göstermesi: Aranjmandan çıkmaya başlayan ama Anadolu folkunun öne çıkmaya doğru yüz tuttuğu, Anadolu esintileri Rock müziğin tınısıyla yan yana esmeye başladı. Türkiye edebiyat ve düşünce tarihinde “Asya Tipi Üretim tarzı” adıyla başlatılan bir düşünce çizgisi Kemal Tahir’in esintisi, belki de, yaşam biçiminde yerelliğin havasını daha çok estirmeye başladı. Sinemada, düşüncede, tiyatroda, edebiyatta, resimde bu esinti sürdü. “Türk ve Osmanlı toplumu, analizin biçimi Marksist bile olsa, Batılı kavramlar ile açıklanamaz” şiarı öne çıkmaya başlamıştı bir kere. Eğlence kültürü yavaş yavaş daha entelektüel olmaya başladığında, “devrimci” bir hava aranjman havasının yerini tutmaya doğru yol aldığında, Arabesk diye bir başka türün anlayışı yerleşmeye başlayacaktı. Vodvil tiyatrosu ise yerini “mesafeli” bir epik tiyatro anlayışına bırakmaya başlayacaktı: Farklı bir Katarsis anlayışına ve duygulanma sonrası bir bakışa!
İstanbul’da duygusal yaz aşkları, hissiyata ait flörtler, kızlı erkekli gruplar, deniz ve plaj kültürü (Tarabya’dan Moda ve Caddebostan’a, Fenerbahçe ve Dalyan’a) yerini, muhafazakarlaşmaya başlayan “Bacı Kültürüne” doğru taşımaya yüz tuttuğunda ise gitar ile saz yer değiştirecekti. Marie Laforet’nin Fransız şansonları, İtalyan usulü yaz aşkları ve flörtler, artık tedavülden kalkan slow danslar yerlerini daha kuvvetli, daha yerel, daha gürültülü, daha kolektif ve sonrasında daha politik danslara ve yaşam biçimine doğru götürecekti.
Sonuna doğru gelmekte olduğumuz yılın 2 Kasım’ında Marie Laforet’nin ölüm haberi nasıl bir sosyal tarihin içinden geçtiğimizi hatırlattı , belki de, bizim neslimize ve bizden evvelki nesillere. Bugüne gelmeyen hayata! Yumuşak bir hayattan, esnek bedenlerimizden bugüne doğru daha da katı acımasız duygulara ve katılaşan bedenlerimize doğru bir zaman yolculuğu belirdi, bunlar gözlerimizin önünden geçerken...!