Eski eşi tarafından katledilen Emine Bulut, erkek şiddetinin bugünkü sembolü olarak durmakta. Kadınlar ve erkeklerin birlikte katıldığı protestolar bunu göstermekte. Şiddetin en uç noktalarında dolaşan cinayetin bir simge-isim olarak durmasının hemen arkasından Türkiye’nin çeşitli yerlerinden gelen kadına yönelik şiddet haberleri art arda geliyor. Kadın cinayetleri ve trans cinayetleri Türkiye’nin ana sorunlarından biri haline gelmiş vaziyette. “Cinnet toplumu” (bir anlamda gerçeklikten kopan bir sayıklama toplumu, gerçek yerine başka mistik ve sanki saklı bir sembolik üzerine oturan insanların birlikteliği: Psikoz toplumu; buna bugün post-truth diyorlar) sadece kadın/erkek ilişkilerinde veya kadın/trans ilişkilerinde değil, toplumsal alanda ekonomik, milliyetçi sayıklamalarla işlerlik kazanmaya hızla devam ediyor; ama aile cinayetleri cinnet toplumunun kitlesel ana öğesi haline gelmiş bulunmakta. Burada toplumsal alandan bireysel psikolojiye, psişeye kadar erkek cinneti ve şiddeti uygulamaları toplumun artık normları haline gelmeye başladığında (arkaik siyasi söylemlerden deneyimlenen pratiklere kadar), burada ciddi bir sosyo-politik sorun ortaya çıkmış hale geliyor. Bilhassa medeni hali ilgilendiren aile ve ceza mahkemelerinin tutumu, bazen siyasilerin de söylemlerine eklemlenince vaziyet daha zor duruma girmekte, hatta istemeden veya bilerek erkek şiddetini meşru hale getirmekte! Söz nakarata dönüşmeye başlıyor. Anlam ortadan kalkıyor; bu durumda nakarat halinde ilerleyen söylem, bazı bireyleri gözleri açıp kapanan bebeklere dönüştürüyor. Otomatikleşen tekrarlar acı ve bıktırıcı! Bazen bu insanların söylediklerini kendi kulaklarının duyup duymadığını anlayamıyoruz! Seslerin ve sözlerin anlamları parazitlere takılıyor. Medeni düşünce ekolar yaratıyor. Medeni kanuna ait hukuki bilgiler ile kişiye ait ahlaki fikirlerle suç taşıyan eylemlerin birlikteliği arasında boşluk ve yarılma oluşuyor. O zaman, zaten birden çok olan psişik benlikler gittikçe çoğalıyor. Anlaşılamaz hale gelen bir hukuki durum arz-ı endam ediyor.
Türkiye’nin her yerinden gelen protestolar kadının şiddete maruz kalmasını haykırmaktayken bu sefer Gaziantep’te yeni doğum yapmış bir kadının hastanedeki odasına kendisini görmeye gelip de hastaneden çıktıktan sonra erkeğin nedense tekrar geri gelip kadının eve dönmesini istemesi ve de olumsuz bir cevap alınca fiziki şiddet sarmalının baş göstermiş olması kabul edilemez. Önce hastanedeki kadını döverek, sonra da nerden bulduğu anlaşılamayan (üstlerinde hep mi bıçak taşımakta bazı insanlar?) bir bıçakla kolundan ve yüzünden yaraladığı kadına uygulanan şiddet akıl almaz bir durumda bırakıyor insanı. Ancak kadının kız kardeşinin ve hastane görevlilerinin müdahalesiyle yaralı olarak kurtulan bir erkek şiddeti vakası, cinnet toplumunun nerelere varmış olduğunu gösteren olaylardan yalnızca biri.
Bu şiddet nereden kaynaklanmakta? Topluma nasıl bulaşmış durumda? Neden bu kadar büyük paranoya sayıklaması ve şiddetli saldırı haberleri okumaktayız? Batılı toplumlarda da hortlayan bu vakalar, bizde neden bu kadar sık yaşanmakta? Aile içi şiddet veya sevgili dayakları, yaralamaları, taciz ve ölümle sonuçlanan tecavüz vakaları yaygın bir şekilde hayatımızın bir parçası olmuş vaziyette!
Bireylerin şiddet eğilimleri bazen kültürel (uygarlık ve geleneksellik) olarak açıklanmakta, bazen de âdetlere ve örflere bağlanmakta. Akdeniz toplumları diye adlandırılan toplumlarda; kadına eksik miras hakkı, aile içi şiddet gibi benzer konularda antropologların çalışmalarında kültürel açıklamalar yapılmakta. Âdetler üzerine verilen örneklere nazaran, acaba insanlar neo-liberal ekonominin şiddetli ve hızlı hayatına dayanabilmekte midirler? Burada yeni bir sorunsal içine girilmekte değil midir? Neo-liberal ekonomilerin getirdiği dönem içinde bireyselleşmeye başlayan (ekonomik anlamda özgürlük) hayatın her anında, aslında, sürekli bir şekilde temas halinde olduğumuz insanlarla veya nesnelerle (ev, komşular, araba, para, banka, kredi, borçlanma, patronaj ilişkileri, cinsiyet hiyerarşileri vb.) ilişkilerimizde yaşadığımız yüzleşmeler değil midir? Bunlar bizi ne kadar etkilemekte? Hatta büyük bir etkisi olduğunu düşünmek zorunda değil miyiz ? Paranoya delirum’ları (anlam ve aşırı yorumlamanın algıya ve hayalgücüne, hatta sembolik hezeyanlara yönelmesi) şiddet nöbetleri, kendisine ve karşısındakilere fiziki zarar verme çılgınlıkları, bütün bunlar toplumsal alan ile kendi kişisel sorunlarımız arasındaki nöbetleşmeler değil midir?
Ekonomik sıkıntı herkesin ağzında. Taksi şoförleriyle yaşanan şiddetli atışma ve tartışmaların hemen hemen hepsinde (kısa mesafe, şoför değişim anlarındaki zamansızlıklar vb.) ekonomik olan (“ekmek parası” adı verilmekte) ile şiddetli sosyal ilişkiler birlikte işlemekte. Eğer ekonomik alanda, neo-liberal, milliyetçi ve ırkçılaşmaya başlayan siyasi söylemlerde ve pratiklerde, dostların düşman haline gelmesi, eski düşmanlarla anlaşmazlıklar, milliyetçi hezeyanlar, ırkçı söylemler, azınlık (etnik, dini, cinsel kimliklere ait ve kültürel) karşıtı sayıklamalar, yabancıların tehdit olarak görülmesi ve bunun üzerine geliştirilen siyasi söylemler ön plana çıkmaya başlamışsa o zaman “cinnet halleri” toplumsal alanı sarmış ve burayı kaynatıp fokurdatıyor demektir.
Kadın cinayetleri ile toplumsal ve ekonomik vaziyetin, bireylerin psişeleriyle birlikte işlediği meselesi, belki de sosyolojinin pek kale almadığı yakıştırmalardır. Her ne kadar anomi ve intiharın toplumsallığı yan yana zikredilse de Durkheim sosyolojisinin ana göstergelerinden biri sosyolojinin, psikolojiden ve felsefeden ayrılması gerekliliği değil midir? Tersine, “cinnet toplumu” aynı zamanda “paranoyak bir toplum” olarak işlemektedir sanki.
Klinik olarak 19. yüzyıldan beri “yorum hezeyanı” ile “hak iddiası hezeyanı” iki ayrı klinik durumu ortaya çıkarmakta. Psikiyatri; yanlış okumalar, dedikodular üzerine kurulu bir suçlama mekanizması ile kendisinin kişinin haklı olduğu iddiasıyla geçirilen hezeyan arasında bir fark ortaya koymuştu. Köy kahvelerinden mahalle kahvelerine, arkadaşlık ilişkilerine kadar, erkek ve kadın arasında öne sürülen onca aile dedikodusu eskiden beri dikkat çekicidir. Kadın hakkında toplumsal ve dini ritüellerle ilgili asılsız yakıştırmalarla başlayan ve mahalle veya aile sorunu haline dönüşen olaylar genelde hezeyanlarla sona ermeye doğru meylettiğinde, yukarıda bahsettiğimiz iki klinik sayıklama ortaya çıkmakta. Böylece, toplumsal alandaki ilişkiler kimi zaman “erkek egemen toplumun”, kimi zaman “bizim örf ve adetlerimize uymayan davranışların” kabahati olarak ileri sürülmektedir: Bu yanlış durmamaktadır, tabii. Erkek egemen ile veya kadın/erkek ilişkilerinde veya farklı cinsel tercihlerin olduğu durumlarda “âdetler” ileri sürülerek, hezeyanlar kolektif ve bireysel şekilde tezahür etmektedir; ancak ister bireysel isterse kolektif olarak dursun, öyle görünmektedir ki sosyal ilişkiler her zaman birbirleriyle bağlanan ilişkileri ortaya koymaya devam etmektedir. Kimse yalnız başına karar vermemektedir (tabii sapıklık veya kriminal olarak nitelenen bireysel sayıklamalar ve cinayetler dışında: özne ile ben arasındaki iç konuşma psikozları doğurmakta). Ancak kadın veya trans cinayetlerinin ortak yönü, bireysel planlanmış cinayetler olmaktan çok cinsel tutkulu ilişkilere bağlı olarak ortaya çıkmalarıdır. Kadınlar bu şiddete maruz kalmaktalar.
Bu durumda, erkeğin kadın üzerinde uyguladığı şiddetin, iki ayrı yetinin işin içine girmesiyle oluştuğunu düşünebiliriz. Erkeğin aile içindeki fiziki güç gösterisi ile kadının fiziki kuvvet zayıflığının getirdiği, aklını kullanma becerisi arasındaki akıl/kuvvet arasındaki ilişki: Genelde burada şiddetli hezeyan ortaya çıkmakta sanki! Erkeğin asıl güçsüzlüğü, akıl kullanmadan fiziki veya sözel güç kullanmasıyla, kadının gücü ise aklını daha kuvvetli hale getirerek muhakeme gücünün daha kullanılır hali arasındaki farkta gözükmekte. Belki de kadın ve erkek arasındaki toplumsal cinsiyet ilişkilerindeki önemli fark buralardan mı kaynaklanmaktadır? Bu bir soru olarak ortaya atılabilir. Teyidi, araştırmaların sonrasında ortaya çıkabilecektir. Bunu sadece bir hipotez olarak düşünebiliriz. Ama olgusal olarak kadının şiddete (hatta öldürülmeye) maruz kaldığı ve değer yargısı olarak da erkeğin paranoyak şiddetinin muhafazakâr siyasiler nezdinde maruz görüldüğü bir başka olgudur.
Burada klinik alandan bir örnek vermeye kalkarsak, erkeğin bir nesne olarak gördüğü, mal olarak “dış evliliklerde” çeyiz üzerine kurulu evlilik ekonomisinin beraberinde getirdiği sorunlar arasında ikili cinsiyet ilişkilerdeki eşitsizliği ve hiyerarşiyi görmek mümkün: Kadına nesne-mal olarak bakmak. Paranoyak psikozlarda, nesnelerin önemi psikiyatrinin öne sürdüğü örneklerden birisidir. “Temel fenomenler” olarak adlandırılan bu psikiyatrik vaziyette, fenomenler fikirsel olmaktan çıkmaktadır. Temel fenomenler her zaman birden fazla kombinasyondan oluşmuş (psişik, ekonomik, siyasi, ırkçı, milliyetçi, cins kimlikçi, ahlaki, dini) heterojenliklerdir (kombinasyon paranoyası). Hezeyanın kuruluş aşamasında söz konusu temel fenomenlerin önemi, sinir sistemindeki çizgilerin birbirlerine eklemlenme biçimleriyle şekillenmeye başlar. Kişide; hezeyanın oluşması, motive edilmesi, tematikleşmesi temel fenomenlerle benzerlik göstermektedir. Yani erkekte benzer yapısal güçler (arkadaş veya aile tavsiyeleri, üst-yorumlama paranoyası, kriz, haksızlık yanılsaması, mağdurluk) ifade edilmeye zemin bulmaya başlar: “Bana haksızlık etti, ben bu kadar yardım ettim o ihanet etti, hıyanet ve ihanetle gelişen “pşişenin haklılık iddiası hezeyanlarının” baş göstermesiyle birlikte şiddetin fiziki hale gelmeye başlaması bir süreçtir. “Öldürme hakkı, şiddet gösterme” hakkı gibi paranoyak sayıklamalara doğru çevrilen fiziki şiddet, “cinnet toplumu” içinde yer bulmaktadır. Ve bu yaşanan ve kabul edilebilen bir toplumsal vaziyet olamaz!
Erkekte; uygarlığa ait aşk hisleri ve ilişkileri birdenbire “haklılık iddiası hezeyanları” ile birlikte barbarlaşmaktadır. Aşk ile uygarlık arasında kurulan paralellik yer değiştirip barbar şiddetin tekeline doğru yön almaya başlar. En baştaki örnek bize bunu hissettirmekte değil mi? Karısını hastanede ziyarete gelen kocanın, yeni doğmuş çocuk karşısında gösterdiği duygusal romantik hal ile kadının kendisini reddetmesi, neticede duyguları birdenbire bir şiddete dönüştürmektedir. Erotomani ile ilişkili olarak, erkeğin kadına sevgisinin karşılıksız kalmasının getirdiği ezikliğin açtığı yara ile barbarca şiddetin, toplumdan aldığı kuvvetle, eyleme geçmeye başlaması korkunçlukları meydana çıkarmakta. Kendisine ait saydığı nesneleştirilen hakların, öznelliği bozarak, hak iddiası haline dönüşmesi burada ortaya çıkmakta gibi gözükmektedir. Yine klinik bir durumdur. Hastalıklı bir toplumun bireylerinin eylemleri “cinnet toplumu” içinde yaşanmaktadır.
Bireysel yaralar, kadın/erkek veya erkek-kadın/translar arasındaki hukuksuzluklar önce sözel, sonra fiziki şiddete dönüşmeye yol almışsa bu bize artık tartışma, akıl veya sözleşme yoluyla bir şeylerin işleme imkânlarının geçmiş olduğunu göstermemekte midir? Kabul edilemez bir noktaya dokunmaya başlamış demektir! Uygarca bir yaşama dönme imkânları nasıl tekrar bulunabilir? Ekonomik kriz ve toplumsal psişenin krizi birlikte işlediğine göre, iki alana birden bakmamız gerekmez mi? Her halükarda, “cinnet toplumu vaziyetleri”, bilhassa kadınlara ve translara, bununla birlikte erkeklere de aslında herkese, zarar vermektedir!