14 Eylül 2022

Jean-Luc Godard...

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi doktora dersimde yaptığım sinema derslerinden Godard ile olan küçük bir kısmı paylaşarak, onu saygıyla anıyorum

Jean-Luc Godard'ın (91 yaşında) ölümünü duyunca, önce çok sevdiğim ve filmlerini çok kere arka arkaya izlediğim bir film yapımcısını kaybettiğimizi düşündüm. Ve Godard'ın çağdaş sanatın önemli figürlerinden biri olması gibi şerit geçti kafamdan. Ve ardından hemen salgın sırasında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi doktora dersimde yaptığım sinema dersi aklıma geldi. Burada, bu derslerden Godard ile olan küçük bir kısmı paylaşarak, onu saygıyla anıyorum.

Godard, kendisiyle yapılan bir söyleşide şöyle söylüyor, "Sinema nedir?" diye sorduklarında:

"Sinema, erkek ve kadın aşkının ve sonuçta bir cinselliğin hikâyesidir. Bütün filmler aşk hikâyeleridir".

Agnès Varda'nın "Cleo 5'ten 7'ye" filminden Rosselli'nin "Stromboli"sine yahut Truffaut'nun "Jule et Jim"ine, oradan Godard'ın "Le Mépris"/"Nefret" filmine kadar hep bir cinsellik ve aşk hikâyesidir. Erkek ve kadının, erkek ve iki kadının, daha sonra bugünkü ortamda erkekle erkeğin ve kadınla kadının birbirlerine olan aşklarındaki gerilimler sinemadır. Cinsellik de aşk da gerilim üzerine kuruludur. Godard biraz mizahi bir şekilde bir kovboy filmi örneğini veriyor. Filmin sonunda vurulan ve ölmek üzere olan Gregory Peck'in ardından sevgilisinin de onun yanında vurulmasıyla, son nefeslerinde kadının gelip erkeğin elini tutması sahnesiyle biten bir kovboy filmi bile aşk hikâyesidir. Filmin son sahnesi, ölümde birleşmeleridir. Bütün bu süreç, sonuçta sinemanın bir aşk ve cinsellik hikâyesi olarak özetlenmesinden başka bir şey değildir.

Başka bir filmdeyiz: Godard'ın "Nefret"te ele aldığı zengin Amerikalı prodüktörle onun parasına muhtaç olan senarist arasındaki gerilimde de Brigitte Bardot bu gerilimi taşıyan kadın rolünü oynamaktadır. 1963 yılında yapılan bu film Godard'ın en bilinen filmlerinden birisidir. Godard, bu filmde başka bir film yapımcısını oynatıyor. Alman Dışavurumcu sineması içinden gelen Fritz Lang, Godard'dan tabii daha yaşlı biri. 1930'lardaki Alman sinemasının en önemli isimlerinden biri. Nazizm; toplum, siyaset, her bakımdan çok önemli bir kopuş noktası olduğundan bütün bu sinema dünyasını da değiştiren bir şey. Alman Nazizm'inden Amerika'ya kaçanlardan biri Fritz Lang. Nefret filmi İtalya'da, Capri'de geçiyor. Godard'ın belki de sonra sürekli ele alacağı Akdeniz'in gösterildiği ilk filmlerden birisidir bu. Aynı zamanda Yunan mitolojisinin modern bir şekilde ele alındığı filmlerden birisidir. Ulysses'in hikâyesi bu, Ulysses'in bakışı. Homeros'un meşhur "Odysseia" destanı. Kurnaz olduğu için Truva Savaşı'nda canlı kalan biri Ulysses. Ulysses'in gemiyle kendi ülkesine, İthaka'ya dönmeye çalışırken Akdeniz'de Cebelitarık'a kadar gidip döndüğü bir yolculuk hikâyesi. Dolayısıyla filmde Godard'ın sürekli gösterdiği bir şey var: Ulysses'in miğferi. Lacancı anlamda sembolik olarak gerçek ve hayal gücünün arasındaki sembolik olarak kullanıyor bunu Godard. Ulysses, bir miğferle temsil edilmekte. Ulysses aynı zamanda bu filmde Brigitte Bardot karakterinin seyahatidir. Kocası rolünü oynayan Michel Piccoli'yle Amerikalı prodüktörü oynayan Jack Palance arasında kadının gidip gelme hikâyesidir.

Michel Piccoli bir senaristi oynuyor, Capri'ye karısıyla birlikte geliyor. Amerikalı prodüktörün inanılmaz evinde misafir edilmekteler. Yukarıdan aşağı bir manzara bakışı, Ulysses'in bakışını kamera oradan gösteriyor bize. Filmin en çarpıcı sahnelerinden biri filmin en başında. Senarist, Amerikalı prodüktörle çalışırken ortaya çıkan gerilimlerin biraz rahatlaması için karısını, arabayla bırakması için prodüktöre teslim ediyor. Ardından ikisinin arasında başlayan yakınlaşmanın kocasıyla kopma ilişkisine çekilmesi ve sonunda da büyük bir felaketle biten bir film "Nefret".

Roger Vadim'in "Ve Tanrı Kadını Yarattı" filminde Brigitte Bardot'nun yaptığı meşhur dans, sinema tarihinin kadının özgürleşme anlarına dair en çarpıcı sahnelerinden biri. Tek başına dans ediyor Brigitte Bardot, Afrikalı bir müzisyenin tamtamı eşliğinde. Öbür taraftaysa Godard'ın kendi hayatı gibi gösterdiği bir film olan "Nefret"ten bahsediyoruz. O kadar ki, Godard bu filmde, kendi şapkasını ve gömleğini Michel Piccoli'ye giydirmiş. Godard'ın meşhur purosu, orada aktörün içtiği puro. Godard bir anlamda bu filmde kendisini anlatmaktadır. Bir tür Ulysses hikâyesi Godard'ınkidir. Bilindiği gibi destanda, Ulysses evine döndüğünde tanınmaz haldedir. Onun öldüğünü düşünen karısı tekrar evlenme sürecin girmiştir ve Ulysses'in karısına talip olanlarla olan meşhur kavgası vardır. Bu kavgayı Godard bir teslime bırakıyor. Piccoli'nin karakteri, karısının Amerikalı milyarderle gitmesine teslim oluyor. Ama bir tragedyayla sona eriyor film.

Film sadece erkek ve kadın arasındaki gerginliği göstermiyor; aynı zamanda Amerikalı zenginin, paranın getirdiği şımarık terbiyesizliğini de gösteriyor. Filmde Fritz Lang kendini oynuyor, film yapımcısını. Sinemanın parayla olan ilişkisi ve gerilimi, büyük bir sinemacının zengin şımarık bir Amerikalı prodüktörle olan ilişkisi, adamın ticari film yapması için zorlamasının hikâyesini anlatıyor bu film. Bu, sadece kadın-erkek ilişkisi değil, aynı zamanda sinema dünyasındaki para, popüler kültür ve sinemacının sanat yapmaya uğraşması arasındaki gerilimdir. Yaratı ve para arasındaki gerilimdir. Filmin önemli sahnelerinden biri de şu: Amerikalı milyarder filmin bazı fragmanlarını beraberce seyrettikleri sırada, kızarak film bobinini eski Yunanlı disk atıcısı gibi duvara fırlatıyor, "Bu ne rezalet film, böyle film olamaz" diye. Dolayısıyla Godard'ın bahsettiği bu; sinemanın yaratı olarak bitmesi ile Hollywood sineması arasında kurduğu ikili gerilim, bir şekilde bu sahnede zenginlik, bilgisizlik ve sanat düşmanlığı ile sanatın paraya ihtiyacı arasındaki güç ilişkilerini göstermekte. 

Godard'la yapılan bir söyleşide şöyle bir konuşma geçiyor: "Sinema yapmakla para arasındaki ilişkiyi nasıl kuruyorsunuz?" sorusundan sonra, Godard çok doğru bir şekilde şunu söylüyor: "Eskiden ressamlar fakir bir şekilde resim yaparlardı, yazarlar yazılarını yazabilirlerdi, ama sinema öyle değil. Sinemanın gerçekleşmesi için önce paraya ihtiyaç duyuluyor". Bugün biraz sergi yapımlarındaki durum gibi. Bu tek başına ayrı bir konu çağdaş sanat açısından. Para sanatı sarmış vaziyette. Ama sinemanın problemi; sinema tek başına senaryo değil, senaristler yazdıkları sırada patronlarının, para verenlerinin gücü altında çalışmak zorunda. Godard, Hemingway örneğini veriyor. İspanya İç Savaşı'nda Franco'ya karşı savaşmış biri. Küba'da yaşıyor, fakat senaryo yazmak için Hollywood'a gittikten sonra hayatının neredeyse sonu. Yani intiharvari bir süreç. Büyük bir sıkıntı dünyası.

Godard'ın yaptığı "Histoire(s) du Cinéma" [Sinema Tarih(ler)ifilmi, Godard'ın öznel bakışıyla yaptığı bir sinema tarihidir. "Cahiers du Cinéma"nın önemli yazarlarından Serge Daney'in (1944-1992) Godard'la yaptığı bir konuşması söz konusudur. Entelektüel Fransız sinema dünyasında Daney'in yazıları (o sıralarda Daney "Libération"da ve "Cahiers du Cinéma"da yazıyordu) ve bakışı, filozoflar tarafından hep çok önemsenirdi. Daney, Godard'a şöyle soruyor soruyu:

"Siz sinemaya bugün baktığınızda, sinema klasikleri vardır, herkes sizin döneminizde bu filmleri biliyordu. Ama şimdi (1980'lerden bahsediyor) o kadar çok sinemacı çıktı ki bir gencin hem klasikleri görmesi hem yeni sinemacıları görmesi zaten imkânsız. Hem Sinematek 'teki filmleri bileceksin hem bugünküleri bileceksin. Buna zaman bulma imkânı kalmadı, ne diyorsunuz?".

Godard da cevabını veriyor:

"Ben öyle düşünmüyorum. O kadar az sinemacı var ki onlar çoğu zaman, zaman harcamaya bile değmeyecek kimseler".

İlginç bir laf bu. Kendi bakış açısını öne çıkaran bir cümleden söz ediyoruz. Belli kriterlerdekiler sinema, o kriter dışındakiler sinema olarak kabul edilmiyor. Yeni sinemacıların yaptığı filmleri kuvvetli bir sinema olarak görmediğini söylüyor. Nasıl yorumlayabiliriz bu lafı? Godard'ın şımarıklığı mı diyebiliriz, arrogance mı yahut üstten bakan bir bakış mıdır, nesil olarak eski neslin yeni gelen nesli kabul etmemesi midir? Belki şunu söylemek istiyordur: "İki imaj yan yana geldiğinde kuvvetliyse orada kuvvetli sinema var" derdi Godard hep. Truffaut'yu örnek verirdi. Godard bugünkü sinemaya baktığındaysa kendi kriteri olan, imajların yan yana gelmesiyle bir şeyin ortaya çıktığı yaratı ânını göremiyor. Çok az sinemacı var Godard'ın beğendiği. Ama zaten yeni nesle sorduğumuzda bütün bu klasik filmleri değil bilmek veya görmek, bu sinemacıların veya artistlerin adlarını bile duymadıklarını söylemekteler. Sinematek yok! Var olsa bile ihtiyacımız daha da görünür olması değil mi?

Niçin bugün dizileri seyreden insanlar "beş bölümü arka arkaya seyrettim, beş saat boyunca izledim diyor?" Bırakamıyor. Bu aptallaştıran bir şey. Düşündüren değil. Sinema aptallaştırılmaya başlıyor, diziler, Netflix vb. O anlamda, Godard'ın sinemanın bittiğine yönelik söylediği sözler ilginç geliyor. Tekrar soruyorlar: "Siz Rossellini'nin mi etkisinde kaldınız?" Deleuze'ün söylediği gibi, "Yeni Dalga"nın arkasında İtalyan yeni realizmi olabilir mi?" Godard'ın cevabı şöyle: "Tam da değil. Agnès Varda'yla çok büyük yakınlık kurdum. Amerikan sineması içinde hâlâ sinema yapmaya uğraşan ve yapamaz hale geldiği, para bulamadığı için bırakan Orson Wells'i takip ettim." Orson Welles, "Yurttaş Kane"in yönetmeni. Godard'ın meşhur filmi "Le Petit Soldat" (Küçük Asker), Fransa'nın Cezayir Savaşı'yla alakalı bir film. Ve diyor ki: "Küçük Asker" filmi Orson Welles'in "Şangay'lı Kadın" filminin etkisiyle yapılmıştır. Orada görüyoruz ki Godard'ın takip ettiği Hollywood, eğlence sineması değil; Welles'in entelektüel sinemasıdır.

Godard'ı okumaya, eski söylediklerini dinlemeye devam edeceğiz; en azından bizim neslimiz ve gerçek sinema ve sanat sevenleri bunu yapacaklar. 

Ali Akay kimdir?

Ali Akay Paris’te, 1976-1990 yılları arasında Paris VIII Üniversitesi’nde Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilim okudu. 1990 yılından beri İstanbul’da, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesidir. Aynı Üniversitenin Resim Bölümü’nde 1992 yılından beri doktora derslerini sürdürmektedir.

Yurt dışında Paris, New York ve Berlin'de dersler vermiştir. Türkiye’de ve yurt dışında birçok kurumsal ve kurum dışı sergilerin küratörlüğünü yapmıştır. 

1992 yılında Toplumbilim dergisini kurmuş ve 2011 yılına kadar bu dergiyi sürdürmüştür. 2011 yılında, Toplumbilim dergisinin yeni ismiyle şu anda devam etmekte olan Teorik Bakış dergisini kurmuştur.

Yurt içinde ve yurt dışında yazıları yayımlanmıştır ve sanat, sosyoloji ve felsefe üzerine birçok kitabı vardır. 

Yazarın Diğer Yazıları

Vietnam-Gazze

Bugün 1968 ile kıyaslamalar yapılmakta. Vietnam Savaşı’na karşı çıkan bağımsızlık ve barış yanlısı göstericiler dünyada “Amerikan Emperyalizmine” karşı tavrı belirliyordu.  Ama bugün bu durum sanki “epsitemolojik bir kopuşun" göz ardı edilmemesi gerektiğini düşündürtüyor insana.

Dostluk üzerine

Siyasi partilerin seçim sonuçlarında aldıkları seçmen oyları, mümkün olabildiği kadar, oyların eşit dağılımı üzerine kuruludur. O halde, neden hâlâ bazı düşmanlık sözleri toplumun içinde yer bulabilmekte ve hak arama imkanları kısıtlanabilmektedir?

Seçimlerde toplumsalın vektörleri

İstanbul odaklı söylemlerin içinden geçen ve Türkiye bütününde siyasilerin ve devlet aygıtlarının medya ve kamusal alandaki aktörlerin sahada boy gösterdiklerini izledi