03 Haziran 2020

Irk ve şiddet: "Nefes alamıyorum"

Bugünlerde Amerika’da yaşananın, isyana dönüşen bu korkunç olayın Covid-19 sürecinde gerçekleşmesi bize bir şeyi daha hatırlatıyor: Korona ile ölümlerin "nefes alamadan" ve nefes alamama yüzünden gerçekleşmesiyle, 46 yaşındaki George Floyd’un "nefes alamıyorum" lafı arasındaki tuhaf benzerlik...

Minneapolis’te, elinde sahte yirmi dolar olduğu için, dört polis tarafından sıkıştırılan George Floyd’un boğularak öldürülmesi üzerine başlayan olayları izlediğimiz zaman, şiddetin her tarafı sarmış, her türlü ahlaki sınırı aşmış ve toplumdan beklediklerini alamayanların tahammüllerinin tüketilmiş olduğunun farkına varıyoruz. Nedir bu şiddet, bilhassa son otuz-kırk yıldır, Amerikan toplumunda toplumsal alanı yatay bir şekilde kat eden?

Bunu 1991’in başında, otuz yaşındaki Rodney King’in Los Angeles Polis Departman polislerince dövülmesinin ardından başlayan isyan ve yağmanın ortaya çıkmasından itibaren (tabii ki çok daha öncesinden!) başlayan gerginliğin bugüne kadar taşındığını izlemekteyiz. Bu olay yakın zamanlarda Türkiye televizyonlarında da gösterilen Deniz Ergüven’in filminin de konusuydu. 1999’da, bu sefer, cebinden cüzdanını çıkarırken Amadou Diallo adlı Afrikalı göçmen dört polis tarafından delik deşik edilmişti (41 kez ateş edildiği tespit edildi). Ve her seferinde polislere beraat kararı verilmekteydi. 2015’te yine aynı cümle: "Nefes alamıyorum". Eric Garner kaçak sigara sattığı için polis tarafından yakalandı ve nefessiz bırakıldı ve hastanede can verdi.

Spike Lee’nin "Do the right thing" (1989) filmi de iki ayrı azınlık alt sınıfının birbirlerine olan düşmanlığının ırkçı tezahürler taşıdığını hatırlatmasıyla başka bir boyuta taşınmaktaydı. Film yapımcısı Lee, İtalyanlar ile Afro-Amerikalılar arasındaki husumet ve küçümsemeyi konu edinmişti. Sadece onlar da değil, her etnik grup diğer etnik grupları küçümsemekteydi (Portoriken Latinler Korelileri, öbürleri Yahudileri vb.). Sonuçta, iki ayrı, ama aynı sosyal şartların etkisinde hayatlarını sürdürmekte olan grubun şiddetle gerçekleştirdikleri olaya odaklanmaktaydı. Filmin konusu yine aynıydı. Polisler tarafından öldürülen bir Afro-Amerikalı kadının, Eleanor Bumpurs’ün 1984’te katledilmesinden kaynaklanmaktaydı. Bir anlamda, herkesin herkese düşman olduğu bir durum konu ediliyordu: Parçalanan, idare edilemeyen bir toplum. İktidar her yerde; bazen de tabandan gelir. Foucault bunun üzerinde durmuştu yıllar boyunca. Baskıcı iktidar değil üretken iktidar üzerine bizim dikkatimizi çekmişti (herkesi birbirine düşman edebilirsin!). Bunu yaparken de tarihi örneklerden yola çıkarak, izlemekte olduğu durumun analizini bize göstermekteydi, 1970’li yıllarda.

Bugün bu olayları gördüğümde, hemen yukarıda hatırladığım geçmiş olaylar hızla gözlerimin önünden kayıp geçmekte. Ancak; bir başka şeyi de hatırlamaktayım bu sırada, daha da eskilere giderek. 1970’lerde okumuştum; ama kitap 1964’te yayımlanmıştı. Bu kitap, geçen onca yıl sonrasında, oldukça refah içinde yaşamakta olan bir toplumsal durumdan nasıl şiddet vaziyetine geçildiğini düşündürtmekte. Bugün entelektüel alanda pek hatırlanmayan biri olarak, Frankfurt Okulu içinden çıkan Herbert Marcuse’ü anımsadım: "Tek-Boyutlu İnsan". Yakın zamanlarda Marcuse’nin etkisi mayıs ayında olduğumuz için midir nedir, tekrar gündeme geldi Fransa’da; çünkü 1968 hareketinin en çok okunan kitapları Marcuse’ün kitaplarıydı. Bu kitapta, Marksizm ve Psikanaliz (Freud) yan yana gelmişti. Lacan ve Althusser gibi iki entelektüel figürün öncesinde durmaktaydı. 68 gençliği, o dönemde, o ikisini değil de Marcuse’ün kitaplarını okuyordu.

1960’ların Amerika’sının analizini yapan Marcuse "ilerlemiş rasyonel sanayi toplumlarının" en gelişkin örneği olan Amerikan toplumunun analizini yapmaktaydı: Ontogenez (bireyin kişisel tarihi) ve filogenez (toplumun tarihi) zevk ilkesiyle birlikte "güdüleri" inceleme altına almıştı. Birey; kendini baskı altına alarak, hatta baskıyı içselleştirerek, baskının kendisi haline gelmeye başlamaktaydı: Kendi kendine yabancılaşma. Güdüler reaksiyon olarak baskıyı geri itmek yerine içeri çekmiş ve onu kendi "gerçeklik ilkesi" haline sokmuştu. Vardığı sonuç ise şuydu: Mavi ve beyaz yakalı olarak ayrılan işçi sınıfının giderek devrimci gücü zayıflamakta ve hatta yok olmaya yüz tutmaktaydı. Devrimci hareket sosyo-profesyonel bir sendika hareketine doğru dönüşmekteydi.

Sovyet Marksizm’inin eleştirisinden "Tek-Boyutlu İnsan" analizine doğru giden Marcuse’nin düşüncesi Amerikan toplumunda, işçi hareketinin yumuşamış ve zayıflamış olduğunu görmekteydi. Toplum, Amerika’da, iki parti arasında seçime zorlanmıştı ve heyecansız bir şekilde işlemekteydi. Sanayileşme ise kategorik bir ilerleme olarak teknolojiyi öne çıkarmaya başlamıştı. Marcuse, bundan yakınmaktaydı. Yöneticilik ise, karizmatik bir birey üzerine kurulu olmaktan çok uzaklaşmıştı. Anonim bir şekilde bürokrasi ülkeyi yönetmekteydi: Ekonomik verimlilik ile meşgul olan çokuluslu şirketler, teknokratlar, askerler devleti idare etmektelerdi: Kişiliksiz bir iktidar vardı (anonimleşme). Bu yüzden de Marcuse’e göre, demokratik organizasyonlar birer dış cephe olarak durmaktaydılar. Muhalefetin olmaması veya zayıf olması ise toplumsal şiddeti engellemekteydi.

1964’te, Amerika Birleşik Devletleri’nde Marcuse’nin yaptığı toplumsal analize göre, boyun eğip, ekonomik şartları içselleştirmiş çalışan kesim hayatından memnun gözükmekteydi (oldukça iyi bir maaş, banliyöde bir aile evi, araba, buzdolabı, çamaşır makinası ve renkli televizyon ve de reklamlar ile halkla ilişkilerin enformasyonuyla, tüketim arzusuyla tetiklenerek yaşayan insanlar). "Tek-Boyutlu insan" kitabının yazarı; zayıf, şiddet dışı ve öfkelenmeyen bir toplumun devrimcileşemeyen uyumundan yakınmaktaydı.

Sovyetlerde ise artık sınıfsız bir toplum değil; hakim bir sınıf vardı ve bu bürokrasiydi. İki siyasi rejim de devlet denetiminde benzer bir şekilde toplumlarını yönetmekteydi. Doğu Bloku ve Batı arasında sanayileşme bakımından zıtlık değil tersine benzer bir uyum oluşmuştu. Yüksek bir merkezileşme ve sanayileşme kendini kabul ettirmişti. Bunlar kültürel ve siyasi olarak da yakınlaşmaktalardı. Üretim üzerine kurulu bir anlayışla ekonomik büyüme, artık, tek hedef haline sokulmuştu. Bireyin otonomisi neredeyse üretime zihinsel bir ortaklık yaratmakta olduğu kadar iş bölümünün aşırı spesyalizasyonu "birlik imkanlarını" yok etmekteydi. Ekonomik ve politik bürokrasi merkezileşmiş, toplumun yönetimi ise içselleşmişti. Birey, konformist hayatın, ortak kamu düşüncesinin takipçisi ve tek forma dönüşen varlığın öznesi olarak durmaktaydı.

Medya ortalama Amerikalıyı enforme ederek sistemle bütünleştirmekteydi. Eğlence aracı olarak televizyon ise, işten eve giden bir hayata meşruluk vermekteydi. İşte, 68 sloganları tam da bu gidişata karşı, birden bire spontan bir şekilde kendiliğinden bitivermişlerdi. Vietnam savaşı, Rock isyancı gençlik kültürü (James Dean, Marlon Brando), öncü sanatlar ve yeni sinema hareketi (Yeni Dalga ve Yeni Roman) içinde özgürleşme talepleri (Varoluşçu feminizm ve kadın serbestleşmesi ile Marilyn Monroe ve Brigitte Bardot) değişmekte olan Avrupa toplumunu ve Amerikan Kampüslerini etkilemeye bu kitap belki de ön ayak olmuş muydu? Veya kitabın etkilerinden yola çıkarak belli bir farkındalık yaratmış mıydı?

1960’larda Refah toplumu üzerine kurulu bu analizde şiddet değil uyuşmuş bir işçi sınıfı mevcut gözükmekteydi. 1970’lere geldiğimizde ise skandallar, hakların arayışı (Siyahlar, kadınlar, azınlıklar, LGBT hareketi) toplumda özgürleşmenin çizgilerini ortaya koymaktaydı.

1980’lerde Reagan ile başlayan sermaye; baş kaldıran, haklarını aramaya kalkan sosyal hareketlerin modeli üzerinden başka bir stratejiyle neo-liberal ve muhafazakar değerleri geri getirmeye başladı. Haklar değil, haksızlıklar; cinsiyetler arası farklı tercihler değil ama kutsal aile modeli toplumun normlarını oluşturmaya başladı. Neo-liberal ekonomi ve sonrasında küreselleşme ile devam eden zenginlik ve fakirlik arasındaki kutupsal ayrımlar, isyan ve haksızlıklara karşı tahammülü aşan olayları gündeme taşıdı. Ara sıra patlayan isyan hareketlerini ortaya koymaya başladı. 1968’de bu isyan hareketleriyle başlamıştı.

Toplumların boyun eğmekle değil, haksızlıklara karşı çıkmasıyla öne çıkması, Marcuse’nin kitabındaki üçüncü boyutta ele aldığı "özgürleşme imkanlarını" öne çıkartıyordu: Ekonomik randımanın yükselmesi yerine "Aşkın" öne çıkarılması: "Ekonomik Logos değil Eros". Ekonomik hayatın randımanında ise neo-liberal toplumlarda şiddet, bu sürecin bir paçası olarak gözükmeye başladı. Refahı içselleştirme sonrası, fakir, sağlıksız, garantisiz ve tüketimin arzu makinası haline dönüşmesiyle aşk-sız bir hayat toplumsal alanın yaşanması zor bir yer olmaya başladığını gösteriyordu. Bugün ise ekonomik kriz ile başlayan işsizlik, evsiz-barksızlık, göç ve kaçak işçilik, sosyal sigortasız çalışma koşulları sinirleri gererek şiddeti körüklemekte.

Bugünlerde Amerika’da yaşananın, isyana dönüşen bu korkunç olayın Covid-19 sürecinde gerçekleşmesi bize bir şeyi daha hatırlatıyor: Korona ile ölümlerin "nefes alamadan" ve nefes alamama yüzünden gerçekleşmesiyle, 46 yaşındaki George Floyd’un "nefes alamıyorum" lafı arasındaki tuhaf benzerlik... Buna rağmen polisin, dizini onun boğazına bastırmaya devam etmesi bardağı taşıran son cümleyi ortaya koydu. Birkaç dakika süren söz :"Nefes Alamıyorum!" O zaman, polisin ırkçı ve şiddet dolu davranışına karşı haykırmaya başladılar: "Sokaklar bizim sokaklarımız"! Minneapolis’te Floyd’un polis tarafından öldürüldüğü yerde, sanatçıların toplanmalarıyla birlikte, Greta McLain ve Xena Goldman tarafından gerçekleştirilen ve ikona hale gelen duvar resminin Floyd’u bir kurban olarak değil ama bir kahraman olarak göstermek istemesiyle ve Siyahileri hedefleyen şiddeti konu edinen bir sanatçı kolektifi olan Milyon Sanatçı Hareketi'nin girişimiyle günlerdir performanslar, şiir okumaları, şarkılar ve anma törenleri düzenlenmekte .

Amerika’yı baştan başa kat eden protesto dalgaları her tarafı kaplamış vaziyette. Amerika’da son otuz yıldan uzun süren bir sistemin (ceza hukukunun hukuksuzluğu) sınırına gelindiğini görmekte ve izlemekte miyiz?

Yazarın Diğer Yazıları

Bir saha araştırması nedir?

Anket yapan sosyologların çok iyi bildikleri bir şey vardır. O da gazetecilerin bugün sıklıkla yaptıkları gibi gerçek veya kurgusal kişilikler üzerinden, vakalardan yola çıkarak haberi ifade etmelerinin sosyoloji olmadığıdır

Özgürlükten kulluğa

Antropolog Pierre Clastres, inanılmaz bir şekilde La Boetie’den yola çıkarak özgür toplumlardan boyun eğmeyi tercih eden kulluk toplumlarından söz etmekteydi: Bu ayrım sonunda devlet mekanizmasının oluşturulması ve devlet mekanizmasının oluşmasına karşı çıkan ve tarihsiz olarak adlandırılan toplumlar arasındaki fark ortaya çıkartılmaktaydı

Kim ne sanıyor?

Küreselleşmekten uzaklaşmaya başlayan dünyamızda artık homojen olmayan farklılıklarla yaşamayı öğrenmek zorundayız. Göç-sonrası toplumsal vaziyet bunu öngörmekte ve fiili olarak yaşatmakta