“İnsan neyle yaşar?” sorusunu sormuştu Bertold Brecht “Üç Kuruşluk Opera” adlı oyununda. Bu soru bir de 13. İstanbul Bienali başlığı da olmuştu. Sömürenler ve sömürenler arasındaki mücadelenin bir sorusu olarak ortaya atılan bu soru fakir insanların “üç kuruş” ile yaşamaya çalıştıklarının habercisiydi. WHW adlı dört kadın küratörün sormuş olduğu bu soru İstanbul Bienali’nin siyasi bienallerinden birisiydi. Hırvatistan’ın Zagrep kentinden gelen küratörler İstanbul’da bu evrensel soruyu gündeme getirmişlerdi. 2009 yılında gerçekleşen bu bienal İstanbul’un arzulanan bir şehir olarak, birçok insanın gelip yaşamak istediği bir çekiciliğe sahipti. Ekonomik vaziyet iyi gitmekteydi. Döviz ile Türk lirası arasındaki ilişki eşit bir ilişki haline sokulmuştu. Ekonomiden sıfırlar atılmıştı. İstanbul sanat dünyası yükselen bir şehrin içinde kendisine güçlü bir yer edinmeye başladığının mutluluğunu yaşamaktaydı.
Genco Erkal’ın Zeliha Berksoy ile birlikte oynadıkları oyunda “efendiler bize ders verirsiniz ama aç karnına laf çekilmez”. Ahlak kesenler bizim aç olduğumuzu anlamayanlar için “önce ekmek gelir sonra ahlak!” diye durumu seslendirmektelerdi. İnsanın genel olarak ele alındığını göstermekteydi Brecht. Dünyanın birçok ülkesinde oynanan bu oyun 20. yüzyılın en büyük isimlerinden biri olan Brecht tarafından yazılmıştı. Evrenseldi ve ontolojik bir bakışa sahipti. Epik bir tiyatro ile sahnedekiler ile seyredenler arasında bağlar kurmaktaydı. “Seyredenlerin rahat bir şekilde bakmalarının” önemini vurgulamaktadır Walter Benjamin. Seyircinin kendi deneylerini bir şekilde sahnede bulabileceği bir tiyatro anlayışını vurgulamaktaydı. Oyun kolektiftir ve basit bir şekilde sahneye konulmuş olmalıdır. Anlaşılırlık ve zekâ yan yana gitmelidir. Hem akıllı bir oyun hem de seyirciyi canlı tutacak bir anlama yetisini öne çıkarmalıdır. Bu anlamda epik tiyatro “sansasyonel” olan her şeyi dışarıda tutmalıdır. Hatta, Brecht bilinenin tekrar oynanmasını değil de entrikanın sürükleyiciliğinin ehemmiyetli olduğunu yazmıştır. Galileo piyesinde yaratıcı bir bilim adamının sadece buluş yapan değil aynı zamanda pedagog olmasını önerir. Yeni bir fizik önermekten ayrıca halkı eğitebilmesinin gereğini öne çıkarır. Brecht, bu anlamda düşünürün bir kahraman olduğunu ileri sürerek eski kahraman savaşçıların galibiyetinden kişilikleri ayırır. Bu şekilde dramatik bir piyes ile epik bir tiyatro ayrımını ortaya koyar. Aristoteles’in seyirciyi heyecanla katarsise sokan bakışını terk eder ve araya bir mesafe koymayı tercih eder. Piyesin kahramanının başına gelenleri seyircinin kendi başına gelmiş gibi hissetmemesi içindir bu mesafe koyma işlemi. 20. yüzyılın ilk yarısına ait olan bu tiyatro yapma biçimi sömüren ve sömürülen ilişkisiyle bağlanmaktadır.
Bugün neredeyiz? Sömürü ilişkileri yok olmuş mudur? Pek öyle gözükmüyor; tersine açlık sınırında yaşayanların çoğalmaya başladığının haberini vermekte gelmekte olan yıllar. Sadece açlık değil, bozulan ekosistem ile su bile belki de yakın bir zamanda bulunamayacak hale gelecek. Bu, bilim adamları tarafından öngörülmekte bugün ve uzun zamandan beri. Peki “insan neyle yaşar?” sorusunun yanına “insan nasıl yaşar?” sorusunu da eklersek ne çıkacaktır önümüze?
İnsanın ontogenetik ve filogenetik bir varlık olmasının yanında sosyo-genetik bir varlık olduğu mu? Freud ilk ikisinin üzerinde durmuştu. Ancak Fanon 1952 yılındaki kitabında bu üçüncü noktayı göstermekte bizlere. Brecht’in oyuna katılan seyircisiyle bir bakıma benzerlik taşımakta denilebilir; çünkü bir birey üzerinden düşünen Freud’un tersine insanın bir toplumda yaşamak durumunda olduğunun ve bunun kolektif bir yaşam olduğunun altı çizilmekte. İnsan açlık sınırında nasıl yaşar? Ruhu nasıl yaşar aynı zamanda? Ekmek ahlakın önünde durmakta elbette, ama ruhun durumu ne olacak ekmeği bulduğunda? Alçaklık duygusunun nasıl tamir edileceğini mi sormak gerekecek? Kendisine ve emeğine yabancılaşanların durumu bir ruh sorunu sonuçta. Marx’ın ve Hegel’in yabancılaşmadan anladığı materyalist bir ruh durumu.
Yerliler ise bilhassa Avusturalyalı Aborijinlerin totemlerinin olduğu sit alanı korunması gereken bir alandır, çünkü orası onların ilk tohumlarının atıldığı yerdir ve eski ataların ruhları burada yaşamaktadır. Burası sit alanı olarak ruhların korunduğu yerdir. Dolayısıyla başkaları oraya giremez ve dokunamaz; çünkü eğer sit alanının başına bir şey gelir de orası bozulursa oradaki yerliler artık hayatlarından olacaklardır. Ne av hayvanları kalacak ne de yaşamlarını yeniden üretebileceklerdir. Ruhlarının ve tohumlarının merkezi olan kanguru toteminden gelen tüm kabile ölüme mahkûm olacaktır. Sit alanının olduğu doğa onların tümüdür, hayatlarıdır. Portekizli şair F. Pessoa’nın dediği gibi “dağlar, vadiler, ormanlar, ağaçlar, çiçekler, bitkiler, akarsular”, ekleyebiliriz, taşlar, çayırlar, bayırlar vb. vardır, ama bunların hepsinin bir “bütün” oluşturduğunu bilmemekteyiz. Onların hepsi bir bütündür. Hayat ve ölüm oradan geçmektedir. Sit alanları ruhların yeridir. Lanetlenir ve musallat olurlar.
Modern toplumlarda ise para kazananların yanında kazanmayanların pozisyonu nasıl gelişir? Hangi pozisyonda duracaklardır? Fanon bu soruları siyah ve beyaz derililer üzerinden düşünmekteydi. Elbette, elbette! Irkçılık diz boyunu geçti dünyada. Bilhassa aşırı sağ polislerin tutumu kabul edilebilir gibi değil! Her şeye rağmen sorunun ortak bir noktası var bugün. "Beyaz veya siyah açlıkla karşılaştığında pozisyonu nedir?" sorusu ırk sorusu olmaktan çıkarak sosyolojik-antropolojik ve politik, ekonomik, hukuki ve de aslında ekolojik bir soruyu barındırır hale girer. Tarımın çöktüğü bir toplumda çiftçilerin ve köylülerin nasıl üretim yapacağı açlık sorusu olarak siyasete bağlanmakta. Kim karar veriyor ve üretmek yerine ithal ekonomisi uygulanıyor? Bu soru siyasi karar sorusu bu anlamda. Madenlerin, dağların, ovaların, tarlaların, otlakların sit alanı olan birçok yerin imara açılması lanetlemez mi? Doğayı ve tarımı? O zaman açlık başlar. O zaman tarım biter. O zaman göç başlar. O zaman adetler değişir ve uyarlanamama, entegrasyon sorunları modern şehirlerde baş gösterir. Bu çöküşten başka ne olabilir?
"İnsan neyle yaşar?" sorusu modern toplumlarda emekle ve emek sömürüsüyle cevabını almaktadır modern sanayi toplumlarında. Bugün ise coğrafyayı kapitalizmin kalbine oturtan şehirlerin planlama olmaksızın gelişimi doğal olarak lanetlenme ve aç kalma sorunlarını beraberinde taşımakta değil midir? Her ne kadar toplumlar modernleşmekte olsalar da açlık ve fakirlik şehirlere gelenlerin sorunu olmaktan ayrı bir de tarım ve hayvancılık bölgelerinin sorunu olmuştur artık. Bu, bir hesaplaşmadır. “İnsan nasıl yaşar?” sorusunun açığa çıkmasına doğru bizi taşıyacak bir ruh sorunu olmaya başlar.
Weber, modern kapitalizmin ruhundan (etik) söz etmemiş miydi? Ama post-modern toplumlarda artık söz konusu bir ruh kalmamış galiba. O nedenle hoyratlıkla, şiddetle yaşayan toplumlar haline girdik. Cinnet toplumu bunun adı mı? Ruhunu kaybeden insanların kalabalığında yaşanan şizofreninin insanları ayırdığı gibi kendilerine yabancılaşanların da kendilerini birçok parçaya ayırdığı, “bin parçaya” ayrılmış ruhların kapitalize olması değil midir? Bu bir ahlak sorunu değil, tersine bir ahlaksızlık ve vurdumduymazlık sorunundan başka ne olabilir ki? Dünyanın tüm ülkeleri sanki bu vurdumduymazlık içinde aheste değil ama hızlı bir şekilde yok olmaktalar. Sitlerini kaybedebilecek Aborijinler gibi mi olduk yoksa?
Seza Paker, “Cendre y est?” (Küller küllükte mi?), Fotoğraf, 2005