02 Ağustos 2020

Hafıza beşeri midir?

Geçmişi yeniden kurmak, belki bir felsefi düşünce olarak imkanlı durmaktadır; ama siyasi olarak, olayı yaşayan bir tarih olarak geçmişi tekrar kurmak imkansızdır. Hafızayı bozmak ise mümkündür; alışkanlıkları yıkmak "devrimci-yıkıcı" bir hareket olarak hafızayı bozar. Hafıza bireysel ise bozulamaz; çünkü bazı sloganların yazdığı gibi "anlatılmaz yaşanır" değildir; tersine yaşanmış olan hafızada kalmıştır ve "yaşanmıştır ve anlatılır"

"Tarihçinin en hakiki çalışması hiç olmamış olanın kesin bir tasvirini yapmaktır."

O. Wilde

Hafıza kaybı bir hastalık mıdır? Yoksa insanlık hali olarak yaşlılık mıdır? Hafıza üzerine çok yazılar yazıldı. Felsefi notlar veya sosyolojik araştırmalar ve romanlar: Bergson'dan Proust'a, Halbwachs'tan Benjamin'e veya onlardan Tanpınar'a kadar bireysel (anı) ve sosyal (bellek) üzerine yazıldı hep. Ancak bilinçdışı için de bu söz konusuydu. Jung için, bireysel ile kolektif bilinçdışı arasında mitik ilişkiler söz konusuydu. Irklar ve halklar da kendi kökenleri üzerine kurgularken, türedikleri atalara yaslanarak kurttan mı yoksa ayıdan mı geldikleri üzerine anlatılar kurdular. Yapısal antropoloji ve filoloji hafızayı beşere bağlamaktaydı. Yapısal öğelerle işleyen toplumsal bir hafıza, kurucu atalar üzerinden kurulmaya başladığında toplumu homojen topluma çeviren zamk bulunmuştu, belki de?

Peki kolektif ile bireysel arasında nasıl bir toplum inşası söz konusuydu? Ve bu ilişki neye bağlıydı? Mekanın bir hafızası ve yaşanmışlığı olduğuna göre, mekanın inşasındaki binalar, doğa, ağaçlar ve hatta kuş sesleriyle karışan deniz kokusu veya araba sesleri insanın hafızasını yeşerttiğine göre, bunlar ortak bir şekilde nasıl var olmaktadırlar? Sanırım, kolektif ve topluma ait bir hafıza değil, bireye ait hafıza söz konusudur. Toplumsal hafıza ise binaların, seslerin, kokuların ve renklerin çağrıştığı ortak bir alanda kendisini ortaya koymaya gayret etmektedir.

Olayların hafızası ne olabilir? Burada yaşanmışlık, anlatılar ve tarih söz konusu olmaya başlamaktadır diye düşünebiliriz. Olay tek olarak gerçekleşmesine rağmen, ne kadar olayı yaşayan varsa o kadar çoğalan bir tekilliktir. Olay tekildir; çünkü her bir yaşayanın perspektifinden farklı bir şekilde yaşanmıştır. Olay geçer ve olay saniyenin içinde kendisini görünür kılar; büyük olaylar ile olaylar arasında ne olmuştur da ikisi aynı şekilde cereyan etmemiştir? Ayrı ayrı yaşanmıştır bunlar. Bir kurtuluş savaşı, kaçan ile kovalayan arasındaki bir savaş ise olay nasıl gerçekleşir? Cezayir Savaşı sonrasında, Fransızların bir kısmı yurtlarını ve coğrafyalarını kaybettiklerini görmekteyken Cezayirliler orada "kendi topraklarını kurtardıklarını" yaşamaktadırlar. Bunlar bölüşülen resmi tarihlere bağlıdır. Emperyalizm veya sömürgecilik, bu anlamda, tarihi olaylarda kopmalar ortaya çıkarttığı gibi, bu sayede siyasi olan (resmi ideoloji) beşeri olanın önüne çıkmaya başlar. Komşular yıllarca beraberce severek ve sayarak yaşamışlarken birden bire bir olay onları hasım haline sokabilmektedir. Bugün benzer bir komşuluk ilişkisinin sorunlarını "kentsel dönüşüm" sırasında yaşayan şehir insanları manzarası ortaya çıkmaktadır. "Memleketimden insan manzaraları" kendi çıkarlarını aramaktayken komşuluk ve sevgi üzerine kurulu bağlar bir anda yok olabilmektedir. Hafıza onları kibarlaştırmaya doğru yöneltse bile yine de güncel olan çıkarların ön plana çıkmasıyla birlikte dostluk çıkar anlaşmazlığına doğru dönüşmeye başlar.

Hafıza, belki de, sadece yaşlanmaya aittir. O bakımdan da, son dönem Foucault'nun bakışını ortaya koyan özneye bakışın bir benzeri hafıza için de geçerli olabilir. Olay dışından bakıldığında, yaş ile hafıza arasındaki ilişki aynı yaşanmışlığın bölüşülmesidir. Paylaşmadır; çünkü perspektifler bir anlamda her an farklılaşabilmektedir. Yaşlandığı zaman insan özne haline gelebilmektedir. O halde öznenin bir hafızası olabilir ve bu hafıza da insani olarak silinmeye ve unutulmaya veya karışmaya doğru meyillidir.

Benjamin'in, Paris'i 19. yüzyıl başkenti olarak ele alması sırasında tarihe ait bölük pörçük anlatılardan yapılma bir kolaj tekniğini ele almıştı. Bir araştırmacı olarak Gerçeküstücü yöntemini edinmişti kendine. Arşiv geçmişe bakmasına rağmen geleceğe dönük olarak hatırlatılmaktaydı. Ama Benjamin'in asıl fark ettiği tarihin kazananlar tarafından yazıldığı ve yeniden yazıldığıdır.

Geçmiş ve gelecek tıpkı Heidegger için de söz konusu olduğu gibi yeniden başa dönüp yaşanma pratiği, bir anlamda geleceğin pratiği olarak öne sürülmektedir. Son Kara Defterler (Refleksiyon II-VI (1931-38) ve VII-XI (1938-39)) ile Heidegger, geleceğin geçmişe bakışının yeniden başlamakla mümkün olacağını ileri sürmektedir. Geçmişi yeniden ele alan filozof geleceği düşünmektedir. Benjamin de geleceğe bakmaktadır, ama arkada kalan bir kalıntı tarih vardır. Klee'nin tablosunun gösterdiği budur. Geçmiş arkada kalmıştır; ama ardında da bir yığın kalıntı bırakmıştır. Benjamin'in esinlendiği Paris Köylüsü'nün (ilk baskısı 1926) yazarı Aragon, Paris pasajlarının ortaya çıkmasıyla başlayan bir modernliği gördüğünde yeni bir şey görmektedir; ama Benjamin gibi, o da yeniyi değil, modernlik tarihinin başlangıcını görmektedir. Belki de, bu anlamda, hepsi geçmişin gelecekle olan ilişkisini ele almaktaydılar.

Paul Klee - Novus

Türkiye'de de bugün tarihe dönüp bakmak arzusu gözükmekte. Ama geçmişi yeniden kurmak, belki bir felsefi düşünce olarak imkanlı durmaktadır; ama siyasi olarak, olayı yaşayan bir tarih olarak geçmişi tekrar kurmak imkansızdır. Hafızayı bozmak ise mümkündür; alışkanlıkları yıkmak "devrimci-yıkıcı" bir hareket olarak hafızayı bozar. Hafıza bireysel ise bozulamaz; çünkü bazı sloganların yazdığı gibi "anlatılmaz yaşanır" değildir; tersine yaşanmış olan hafızada kalmıştır ve "yaşanmıştır ve anlatılır". Bundan kaçış yoktur. Ancak yaşamamış olanlar bir anlatıya kanabilirler. Ama ya yaşayanlar? Türkiye bu hafıza bozmayı çok kez yaşamıştır; yaşayanlar anlatırlar ve bu bir yerli kabilesinin ağızdan ağıza geçen bilgisi gibi mitolojik olarak kalır: "Dedemin dedesinin dedeme ve onun da babama anlattığı gibi ben de size anlatmaktayım ki..."! O halde, hafıza bir söylem ve bir söylen(mit) üzerine kurulmuştur. Hafıza, yaşanan ve anlatılanlar üzerinden oluşmaktadır. Her yaşayan başka türlü anlatır. Yani; kanımca toplumsal bellek diye bir şey yoktur. Ama yaşanmış hakikatler vardır; herkes kendi öznelliğinden aynı olayı yaşamıştır. Herkes, o yüzden olayları daha sonra gelenlere kendine göre anlatmaktadır.

Ünlü sinemacı J - L. Godard tarafından tarih, olayların geçtiği uzun yatay düz bir çizgi olarak tarif edilmiştir; hafıza ise bunu dikey kesenlerden oluşur: "Hafıza yatay değil dikeydir", çünkü tarihi yazanlar tarihin içinde olmadan olaylara bakmak ve onlarla uğraşmak zorunda kalanlardır. Halbuki asıl bellek "yaşlılığa aittir", çünkü yaşlı insanlar hep olayların içinde yaşamışlardır; tarih ise tersine olayları yaşamayanların kurdukları bazen ideolojik bazen ise saf bir anlatıdır. Olayların trajik ateşleri ise sadece gerçek imgelerde gösterilmektedir, o da hangi perspektiften bakıldığına dair olarak hakikilik taşımaktadır. Péguy, imgelerin cenaze ve mezarlık imgeleri olduğunu söylemektedir. Mezarlıklar geçmişin yeniden canlandırılmasıdır, çünkü yine J - L Godard'a göre, imgeler anlatılarda değil ritimlerde gösterilmektedir. Tarih bugünkü imgelerle değil, arda kalanların varlığında kendisini anlatmaya başlayacaktır (kalıntılar, freskolar, duvarlar, ağaçlar ve doğanın üstünde ve altında arta kalanlarının kendileri); yeter ki tarihe ideolojik müdahale yapılmasın! Hafıza oralarda yeşerecektir. Tarihten bize anlatılardan çok imgeler ve kalıntılarla birlikte doğanın kendisi kalır. Tekrar J - L. Godard'a dönersek: "Tarih, yazılır, resmedilir, seslerle kompoze edilir, kaydedilir; ama söylenemez."

Yazarın Diğer Yazıları

Bir saha araştırması nedir?

Anket yapan sosyologların çok iyi bildikleri bir şey vardır. O da gazetecilerin bugün sıklıkla yaptıkları gibi gerçek veya kurgusal kişilikler üzerinden, vakalardan yola çıkarak haberi ifade etmelerinin sosyoloji olmadığıdır

Özgürlükten kulluğa

Antropolog Pierre Clastres, inanılmaz bir şekilde La Boetie’den yola çıkarak özgür toplumlardan boyun eğmeyi tercih eden kulluk toplumlarından söz etmekteydi: Bu ayrım sonunda devlet mekanizmasının oluşturulması ve devlet mekanizmasının oluşmasına karşı çıkan ve tarihsiz olarak adlandırılan toplumlar arasındaki fark ortaya çıkartılmaktaydı

Kim ne sanıyor?

Küreselleşmekten uzaklaşmaya başlayan dünyamızda artık homojen olmayan farklılıklarla yaşamayı öğrenmek zorundayız. Göç-sonrası toplumsal vaziyet bunu öngörmekte ve fiili olarak yaşatmakta