08 Mart 2020

Feminizm: Bir tarih

Mona Ozouf hatırlatır: "İnsan olmadan evvel bir birey, bir kadın veya bir erkektir"

1968-sonrası Feminist hareket erkekmerkezli bir kültürden ayrı bir kimlik talebi içinde ortaya çıkmıştı. Kimlikler üzerine kurulu bir siyasi hareketin, 2000'lı yılların ilk yirmi yılının sonlarına doğru uğrayacağı davranış erozyonu o zaman tahmin edemezdi herhalde? Bu nedenle, kadın hareketini eşitlik talebinden geçen ve özdeşlik teması üzerinden okuyan bir feminizm ile yapısalcılık-sonrası bir söylemin epistemesinin kurulduğu 1970'li yılların içinden geçerek, 1980'li yıllara doğru geldiğimizde; başka bir şekilde söylemek gerekirse, Lacan-merkezli bir psikanalizin "eksik" üzerine kurulu okunuşundan Şizo-analizin dinamiklerine doğru giden bir çizgide, fark üzerine kurlu bir feminizme giden süreç söz konusuydu. 1970 ve 80'lerde, Gilles Deleuze ve Felix Guattari'nin L'Anti-Oedipe etkisinin İrigaray, Cixious gibi feministlere yaptığı katkı gibi, Derrida'nın "fallusmerkezli" bir okuyuşundan da, bu nesil feministlerin etkilendiğini söyleyebiliriz, sanırım.

1990'lı yıllara girdiğimizde ise, önümüze başka bir tartışma çıkmıştır. Mona Ozouf'un, o dönemde orijinali Fransızca olarak yayımlanan kitabı (Les mots de femmes), kıta Avrupası ve özellikle Fransız kadın meselesini Anglo-amerikan kadın sorunundan farklı kılmaya başlamıştı. Veya en azından ciddi bir gelenek farklılığı tartışmasını başlatmıştır. Amerikan merkezli bir okuma içinde politically correct bir feminizm ile tartışmayı başlatmıştır. Evrensel ve aşkın olarak cinsel farklılıkların bir fantasma olduğu tezini ele aldıktan sonra, Ozouf hatırlatır: "İnsan olmadan evvel bir birey, bir kadın veya bir erkektir". Bu, kültürel veya doğal olarak bir kimliği teşkil etmektedir. İnsanlar arası ilişkilerin arkasında üretim güçleri kadar cins kimlikleri de yatmaktadır ve cins kimlikleri arasındaki mücadele bu anlamda sorunsallaştırılmıştır. Kimin düşündüğü sorusunun arkasında bile hangi cinsiyetten insanın düşündüğünün bir ehemmiyeti olmadığını söylemek mümkün görünmemektedir. Bu, episteme açısından bu konuya bakıldığında, "cins kimliğine dayanan bir akla" ait soru gibi durmaktadır.

Postmodernizm söyleminin getirdiği evrenselin krizi tartışmalarında da benzer bir meseleyle karşı karşıya kalmadığımızı söyleyemeyiz. Aydınlanmanın aşkın öznesinin konumu modernite söylemini kurarken, cins kimliği önemsiz bir şekilde varlığını sürdürmekteydi. Hele hele Rousseau'nun annne-kadın figürünü düşündüğümüzde ve "annenin çocuğuna süt vermesinin kadını kültürden çok doğaya yerleştirdiğini" düşündüğümüzde, "erkek merkezli" veya Derrida'nın kullandığı gibi kullanırsak kavramı "fallusmerkezli" bir dünyanın Aydınlanma söylemimin içinde gelişmiş olduğunu söyleyebiliriz.

Ancak buna rağmen tarihçi Mona Ozouf'un yazdıklarını izlediğimizde, Feminizm açısından Fransız ihtilalinin sorunsallaştırılabilecek bir yere ait olduğunu hatırlayabiliriz. Tüm evrenselliği ile kurucu değerlerin içinde kadın meselesi görünür değildir. Bu, bize tarihi gidişat hakkında farklı bilgiler sunmakta ve okuma pratiğimize yeni imkanlar sağlar gözükmektedir. "Fallusmerkezli" bir okumanın içinden geçerek, başka bir bilgiye ulaşmak olasılık dahiline girer: Her sosyal sözleşme bir "cinsel" sözleşmedir. Bunun siyasi yansımasını yeni rejimden beklemek ihtimali olmasına rağmen yeni rejimin kadınlara getirdiği bir yenilik tam olarak gözükmemektedir. Fransız devriminin getirdiği seslenmede: "citoyen, citoyenne" beraberliği bir retorik olmaktan daha öteye gitmemektedir: Kadın vatandaşın hukuki bir statüsü ortaya konulmamıştır.

Fransız devrimi kadınlara hukuki olarak kamusal bir özne olarak bakmaktan çok medeni hukukun öznesi olarak bakmış ve onu böylece özel alana bağlı olarak kabul etmiştir. Erkekleri kamusal mekana davet ederken, kadınları özel mekana kapatmakla yetinmiştir. Bu anlamda, tam tersine, yeni rejimin bakışı eski kraliyetçi rejime nazaran kadın konusunda gerilemiştir. Özellikle Napolyon kodları diye adlandırılan hukuki alan bunu teyit eder gözükmektedir. Mana Ozouf'u takip ettiğimizde, Quinet'nin devrimden teröre giden döneminin içinde, kadınlara serbestleşme hakkının vaadinin yeni bir kullaştırmayı sakladığını anlayabiliriz. Ozouf'a göre, eski rejimde kadınların haklarının olmaması erkeklere göre bir fark oluşturmamaktaydı; zaten erkeklerin hepsinin de bu haklara sahip olmadığı bilinen bir gerçekti. Sadece, diğerler dışlananlar gibi, kadınlar da dışlanma nesnesiydi. Vatanın hukuk değişimine uğramasıyla toplumun içindeki vatandaşları da hukuk nesnesine dönüştürmekteydi (Özne olma!).

26 Ağustos 1789 İnsan ve Vatandaş Haklarının Beyannamesi herkesin genel iradeyi oluşturacak bir şekilde vazgeçilmez haklara sahip olduğunu hatırlatmaktadır. Ancak Sosyal Sözleşme kitabının da devrime öncülük ettiği şekliyle, ihtiyaçların ve çıkarların vatanı oluşturduğu bireylere nazaran, vatan ve iradenin aşkın olduğunu göstermekteydi. İnsan Hakları Beyannamesi vatandaşın kim olduğunu ve cinsiyetini belli etmemekteydi. Doğal hukuk da vatandaşlığın ne olduğunu tam olarak tanımlamış değildi; çünkü vatandaş olmak doğal bir şey değil, yapay bir şeydi, kurulması gereken bir sosyal durumdu.

O halde, Kurucular, Anayasaya göre, vatandaşın, sitenin haklarının ve gerçekleşme koşullarının ne olduğunu belirlemek zorunda kalacaklardır. Yani; kimin seçilip, kimin seçmen olabileceğine Kurucular karar vermek yetkisine sahip olmuşlardı. Söz konusu olan "evrensel ve doğal haklar değil, niteliklerdi". Eski rejime nazaran yeni Cumhuriyet Rejiminde vatan, vatanı oluşturanların sadece bir kısmına haklar vermekteydi. Kamu alanında seçilip seçilememek bu duruma dayanmaktaydı. Modern temsili sistemin sağladığı haklar soyut bir kavram tarafından somut bireylerin bazılarına verilmiş demekti, bu anlayışa göre. Bazıları kamu yararına özel olmaktan çıkarak kamusal alana yerleşme hakkını bu şekilde almışlardı. Kişisel çıkarların üzerinde devlete ait bir kamu alanı var olmuştu. Bu, aynı şekilde, seçme hakkına sahip olan aktif vatandaşlar ile seçme hakkına sahip olmayan kadın vatandaşlar şeklinde bir ayrıma dayanmaktaydı. Genel halkın içinden vatandaş hakkına sahip olmak bazı seçenekleri içinde barındırmaktaydı: İçine almalar ve dışlamalar.

Anayasal vaziyete göre, dışlananların kimler olacağına ve kimler olmayacağına karar vermek yetkisi, demek ki, hukuku elinde bulunduranlara aitti. Yaş sınırı, anayasaya göre değişerek( 21 veya 25 yaş) "akıl yaşına" ulaşmakla somutlanmaktaydı. Vatandaş olma statüsünü belirlediği gibi, bağımsız bir birey olma hakkını da sunmaktaydı. Buna göre, aklı yerinde olmayanlar, delirenler, bunayanlar, çocuklar, aklı yerinde olan bir şekilde kamu alanında davranış göstermeyenler, efendilerine bağlı olarak yaşayanlar yani özgür vatandaş olarak kabul edilmeyen hizmetçiler politik karar verme yetkisine sahip olamamaktadırlar. Bunlara borcu olanlar, parasal olarak birilerine bağımlı olanlar, evsiz barksızlar, dilenciler, işi-gücü olmayanlar, belli bir süre zarfında sabit bir adresi olmayanlar yani bir şekilde "yersiz-yurdsuz" olanlar dışlananlara eklenmektedirler. Ayrıca okuma yazma bilmeyen gençler de seçim kaydına bağlı olmayanlar sınıfına dahil olmaktaydılar. Burada cins kimliğinden çok bir özel mülkiyet ve eğitim kuralları ağır basmakta olduğu saptanmaktadır.

Kadınlardan ayrı olarak düşünülen dışlananların eski statülerinden çıkma olasılıkları da vardı. Evsiz biri bir gün evine yerleştiğinde seçmen olabilecekti. "Bir bunak bile bir gün bir şans eseri olsa bile aklına kavuşabilecektir". Hukuki olarak kadınların bu Anayasa siteminde ciddi bir dışlanma içinde kaldıklarını görmemek mümkündür. Bazcko'nun yazdığı kitaba göre (Femmes: Une singularité Française?) bir kadın doğal olarak kadın olmaktan çıkamazdı. Doğa, "insanın bir doğası" olduğuna dayanmaktaydı ve bu bakışa göre, doğal olarak cinsiyetlerin değişim olasılığı da yoktu (oysa bugün bu görüş pratiik olarak eskimiş durmaktadır). "İnsanın doğası bir ilk veridir"; ama aynı zamanda değişebilir de. Sabit bir insan doğası yoktur. Eğitilmiş cinsiyetler de günün birinde seçme ve seçilme haklarına sahip olabilme potansiyelini içinde taşıyabilmektedirler.

Aydınlanma düşünürü Condorcet'ye göre, "kadınlar aşağı statülerinden eğitilerek çıkabilirler". Bu, hem aklın hem de cinsiyetlerin evrenselliğidir. Condorcet "kadınların kamu hayatına girme hakları devasını" hararetle savunan Aydınlanmacılardan biriydi; ancak "Anayasa projesinde" kadınlara siyasi haklar verilemesini düşünmemişti. Fransız ihtilali içindeki feministler bile kadınlara siyasi haklar değil, daha çok silah taşıma hakkının verilmesi için mücadele etmekteydiler. Dönemin söyleminde, kadınların bir gün siyasi hayata atılmaları söz konusu değildi; bu, nerdeyse hayal bile edilmemekteydi. Condorcet, sadece, kesin bir şekilde erkek ve kadın çocukların eğitim hakkına aynı şekilde eşit bir halde sahip olmaları gerektiğine inanmaktaydı. Bu şekilde uzun vadede kadınların da "bir tür akla"(!) sahip olduğu ve muhakeme edebileceği ispatlanmış olacaktı. Cumhuriyet kadınlarının eğitim sahibi olmaları "cumhuriyet ahlakını" da belirleyeceğine göre, bu önemliydi.

Mona Ozouf, Condorcet'nin örneğinden yola çıkarak, bir "Fransız tekilliği" olduğu iddiasını geliştirmişti. Zaman içinde değişimin mümkün hale sokulması, vatandaşlığın zamana bırakılması, zamanın değişim üzerindeki rolünün etkinliği Mona Ozouf'un temalarını oluşturmaktaydı. Fransa'da 1981 yılında iktidara gelen Sosyalist hükümetin Adalet Bakanı olan ve idam cezasını kaldıran Robert Badinter'in kızı Elisabeth Badinter ise, "iki tür feminizmin" Mona Ozouf'un kitabında yer edindiğini hatırlatır: Fransız feminizmi ve Amerikan feminizmi. XY adlı kitabında geliştirdiği temaya göre, Elisabeth Badinter kadınlarda bir "Fransız istisnası" olduğunu ileri sürmekteydi. "Fransa'nın kadın-erkek ilkişkilerinin ayrıcalıklı bir yeri vardır", yazara göre: "17. yüzyıldan beri daha yumuşak, daha anlayışlı, daha dayanışmacı daha cazibe üzerine kurulu olarak gelişmiştir". Badinter, Fransız Aydınlanmasını oluşturan salonlardaki erkek ve kadın beraberliğini, birlikte yemek yeme adetlerini, okuma ve müzik dinleme alışkanlıklarını hatırlatmaktadır. Fransa'da erkeklerde kadın hakları meselesi şiddetli bir karşı çıkış duygusu yaratmamışken, İngiltere'de erkeklerin ne kadar şiddetli bir şekilde "kadın hakları" fikrine karşı çıktıklarını, 17. yüzyıldan örnekler vererek anımsatmaktadır. Mona Ozouf'un kitabında gösterilen salonlardaki örnekler gerçekten çarpıcıdır. Bu salonlarda, kadınların değil dışlanmak, erkeklere yardımcı oldukları da fark edilmektedir. "Madame de Pompadour veya de Deffand'ın salonlardaki gücünü unutmamalı". Fransa'da erkeklerin, daha fazla medenileşme adına kadınların haklarına şiddetli itirazlar etmedikleri düşünülmektedir. Badinter, günümüze kadar gelen bir çizgi içinde, Fransa'da, erkelerin İngiltere veya Almanya'ya nazaran kadınlardan daha az korktuklarını yazmaktaydı. Halbuki bugün başka bir konuma giridi. Ve kadına şiddet aşırı boyutlara vardı. Oysa diğer ülkelerdeki eşitsizlikleri korkuya bağlayan, yazara göre, Fransa'nın kendisine has bir toplumsallığı ve cinsiyet kültürü vardı.

Diğer yandan Fransız feminizminin Anglo-amerikan feminizmine nazaran daha evrenselci olduğu fikri savunulmaktadır. Evrenselci ve farkllılıkçı bir feminizmin ikisi de Fransa'da mevcuttur. Luce İrigaray, Helene Cixious farklılıkçı kesimi temsil etmektedir. Ve Badinter'e göre, bu feministlerin etkisi Fransa'dan çok Amerika'da yaygınlık kazanmıştır.

Ozouf, Simone de Beauvoir'ın feminizmini farklılkçı feminizme nazaran daha yumuşak olduğunu yazar. "Burada Beauvoir'ın "kadın doğulmaz olunur" sözcesi kendisinin bir bakıma, Aydınlanma ile olan alakasının altını çizmekte değil midir?" Kadın dönüşür. Bir oluştur. Zamana ve bilince ve de eğitime bağlı olarak değişim, kadını kurguladığına göre, genç kızı kurar ve bekaret sonrası da cinsiyetin keşfi ile birlikte kadın-oluşun önemli bir parçasını oluşturur.

Buna rağmen Mona Ozouf'un tezinin aksine, Fransa'da 1978 yılında düzenlenmeye başlayan Kadın Filimleri Festivali, tarihteki dayanışmanın tersine sert bir feminist-kadın tavrını bize sunmaktadır. Günümüzün sinemacılarından Catherine Breillat da (A ma soeur (Kızkardeşime) –2001) erkek ve kadın aşkına çok güvenle bakmadığı ve tavrının radikal farklılıkçı olarak nitelendirilebileceğinin örneklerini filmlerinde göstermektedir. Creteil'de tekrar eden Festival'de, bir seferinde erkeklerin seyirci olarak bile salonlara alınması yasaklanmıştır.

1990'lı yıllarda genç kadınların tavrı Festivali de etkilemiştir. İçlerinde filozof Gilles Deleuze'ün kızı Emilie Deleuze'ün de bulunduğu kadın yönetmenler grubu günümüzde (21. yüzyıla girdiğimiz yıllarda) "feminine"(kadınsı) kelimesini tercih eder görünmektedir. Margueritte Yourcenar'ın belirtmiş olduğu gibi, "kadınlar için ayrı vagon" politikasının dışında gelişen bir kadın söyleminden söz edilmekteydi.

Bugüne gelindiğinde "Mee Too" hareketinden itibaren başka bir feminist bilinç yeni bir evreye odaklanmış olarak durmakta. Fransa'da Cesar ödülleri öncesinde, sırasında ve sonrasında Polanski'nin "İtham Ediyorum" adlı filminin bu kadar tartışma yaratması ve kadınların bu ödüle karşı çıkması nerdeyse Dreyfuss davası kadar Fransa'yı ikiye bölmüş vaizyette. Dreyfuss davası Fransa'yı uzun zaman ikiye bömüştü. Bugün bu film, sinema dünyasını ikiye bölmekle kalmadı, ama tüm erkek ve kadın ilişkilerini yeniden düşünmek üzere toplumsal alanı ikiye böldü. Kadınlar artık dayanışmayı seçmekteler. "Boyun eğmeyi" değil. İlişkilerin yeniden düşünülmeye doğru yöneleceğini izliyoruz. Cinsellik ise bir "bela" (Butler) olarak durmaktadır. Kadın-oluş, cinsellikler-ötesi bir duruma doğru evrilmektedir.

Yazarın Diğer Yazıları

Bir saha araştırması nedir?

Anket yapan sosyologların çok iyi bildikleri bir şey vardır. O da gazetecilerin bugün sıklıkla yaptıkları gibi gerçek veya kurgusal kişilikler üzerinden, vakalardan yola çıkarak haberi ifade etmelerinin sosyoloji olmadığıdır

Özgürlükten kulluğa

Antropolog Pierre Clastres, inanılmaz bir şekilde La Boetie’den yola çıkarak özgür toplumlardan boyun eğmeyi tercih eden kulluk toplumlarından söz etmekteydi: Bu ayrım sonunda devlet mekanizmasının oluşturulması ve devlet mekanizmasının oluşmasına karşı çıkan ve tarihsiz olarak adlandırılan toplumlar arasındaki fark ortaya çıkartılmaktaydı

Kim ne sanıyor?

Küreselleşmekten uzaklaşmaya başlayan dünyamızda artık homojen olmayan farklılıklarla yaşamayı öğrenmek zorundayız. Göç-sonrası toplumsal vaziyet bunu öngörmekte ve fiili olarak yaşatmakta