01 Eylül 2019

Etik sorunu

Makrodan mikroya kadar her alanda etik sonrası bir toplumsallığa yaslandığımız zaman hakim bir model olarak “cinnet toplumu” ortaya çıkmakta

Sanıyorum ki, son otuz yıl gibi bir zamanda, yavaş yavaş şirazesinden çıkan bir zamana girdik: Hani var ya: “Zaman zincirinden boşandı!”  Nereye doğru gideceği belli olmayan bir zaman içine girdik !  Bu gidişat içinde birçok alışkanlık arkada bırakıldı. Öncelikle modern dönemlerde alışkanlıkların eskidiği varsayımı  üzerinden “aşılan” bir zaman bize terakki ile birlikte hep ileriye doğru gidebileceğimiz hissini , bir yanılsama olarak, verdi. Zaman ilerleyen bir zaman olarak Hıristiyanlıktan beri var olan bir anlayış olarak ilerleme fikrini vermekteydi; ama yine de geriye dönük bir son an vardı: Kıyamet. Patmos’lu Johanna’nın anlatısında bu kıyamet en korkunç metinlerden birini sunmaktaydı insanlığa. Bu kıyamet bir “cinnet dönemiyle” birlikte gelecek ve aynı zamanda insanlığı kurtaracak olan son hareket gerçekleşecekti ! Orta Çağ’da, tam Bin Yılı’nda “kıyamet” inancının tekrar canlandığını gördük. Duby’nin 1967 yılında yayımlanan Bin Yılı adlı kitabının anlattığına göre, “kıyamet tellalları” dünyada kıyametin “son anının” geldiğini haykırmaktaydılar. Bir çok Hıristiyan tarikat bu şekilde ayaklanmaları başlatmıştı. Ve coğrafi olarak da, doğanın hareketleri depreşmekteydi: Depremler, yanardağ patlamaları, seller basmaktaydı dünyayı. Kıyamet gelmekte miydi ?  Yok ! Bin Yıl daha geçti. 21. yüzyıla vardık ve bu yüzyılı yaşamaktayız.

Orta Çağ’dan günümüze gelen bu hareket ile birlikte bazı  dini tarikatlar bu söyleme öyle bir tutuldular ve tutundular ki, gelecek onların sarf ettiği  laflardan geçmekteydi sanki ! Her seferinde dini  söylemlerin kıyamet tellallığı bozulan bir şeylerin üzerine giderek eski zamanlara gönderme yapmaktaydı. Eskinin düzeninin daha doğru, daha adil, daha ilginç olduğu tezleri romantizmin de bir parçasıydı. Nostaljik bir düşünce ile hüzün yan yana geldiler. Kıyamet ile geçmişi korumak arasındaki seçim zorlamaktaydı insanların kafasını.  Yok olan neydi aslında ?

Sanıyorum ki, her seferinde ortak olarak çok yerel olaylara veya özel durumlara gönderme yapan, başka başka yaşam ve düşünce biçimlerini kat ederek zaman içerisinde ilerleyen, siyasi olarak faklı anlayış biçimlerini kat ederek kesen bir şey bu özel veya yerel vakaları evrenselleştirmekteydi: Ahlak veya etik denilen bir kavram bu bozulmanın karşısında seslenilen, baş vurulan bir zihniyeti belirlemekteydi.  Belirlemeye devam etmekte mi hala ?

Farklı farklı dönemlerden bahsederken bir bakıma düşünce ve insanlık tarihi önümüze çıkmakta. İnsan nasıl insan oldu ? sorusundan itibaren doğa ile insan ve toplum arasındaki kopma ilişkileri, doğa ile mücadele içinde ve insan ile insan arasındaki ilişkilerde kendisini göstermişti ! Marksizm’in sorunu da bu bağlamda açılım yapmaktaydı. İnsan ve doğa birlikte nasıl  kurtarılabilir?  Marx’ın “komünizmine” baktığımızda, zaman ve emek arasındaki ilişkinin insanın “tembellik” hakkından yana olarak işlemekte olduğunu ileri sürebiliriz. Emek harcanması gereken yeterli bir zaman birimidir. İdame etme üzerine kutuludur. Başkaları için harcanacak bir zamana ihtiyaç yoktur. 20.yüzyılda bunu en iyi anlayanlardan birisi de herhalde Rus avant-garde sanatçı Kazimir Malevitch olmuştur. Onun bir “mücevher kitabı” bu sorunu güzel bir biçimde ele almıştır: “İnsanın esası tembelliktir” . Emek; sosyalizmin de kapitalizmin tuzağına düşmüş olduğu gibi insanın özünü değil, insanın çıkarlarını, hırslarını, kazanç arzularını, rekabet değerleri üzerine kurulu ahlak veya ahlaksızlığını tetiklemekten başka bir şey yapmıyordur.  Etik olan; çalışma üzerine değil,  insanın yeterli bir zaman zarfında kendini yeniden üretmek için harcayacağı bir süredir. Bu süre zarfında kendine ait yaratıya gidebilen insan zaten sanat veya bilim yapar gibidir: Düşünmektedir. Bu sayede, sanatçı Tanrısal olan bir Süprematizme ulaşabilmektedir: Süprematist sanat bu şekilde  özetlenebilir.  Ve belki de başka bir Alman sanatçının ileri sürdüğü önerme burada yer bulmaktadır: Beuys ve “her insan sanatçıdır”. Bu iki türlü tarif edilmektedir. Ya herkes işini bir sanatçı titizliğinde ve severek yapmalıdır ya da zaten sanat ile uğraşarak sanatçı-oluşa girebilir. Ama ikisinde de ortak nokta, çalışmanın zevk ilkelerine göre düzenlenmesidir. Zevk bir gerçeklik olarak kabul edilmemektedir, modern toplumlarda.

Zevk bir fantasma olarak düşünüldüğüne göre, Freud “zevk ilkesinin” karşısına “geçek ilkesini” koymuştur. Bu iki ilke arasında gidip gelen insan doğa ile karşı karşıya yaşadığı alanda, zevk mi, çıkar mı, kazanç mı düşünecektir ? Buna göre, aklını içinde yaşadığı  ortama, doğaya ve insanlara göre mi çalıştıracaktır (isterse ilk olarak ailesi, akrabaları  ve arkadaşları veya komşuları aklına gelsin) yoksa  cebinden başka hiç bir şeyi umursamayan ve kar ve kazanç için akla gelecek her türlü şeyi yapmaya kabil yeni bir hiper-kapitalist insan ahlakı mı, ahlakı yozlaştırarak, ortaya çıkacaktır ? İçinde yaşamakta olduğumuz neo-liberal otoriter siyasi dönem sanki bunu bize vermiştir.  Doğa mı yoksa hayvanlar mı yoksa bitkiler veya ormanlar mı hatta ahlak olarak erkek egemen değerlere tutunan bir tutku ahlakı mı  ? Her biri evrensel değerleri bir kenara atarak yaşamakta ve başkalarını da böyle yaşatmak istememekte. Bu tip bir yaşam ahlakı etik olmaktan çok uzaklaşmıştır! Bencillik ve taraftarlık üzerine yerleşerek kimlikçi bir kemikleşmeyi kuvvetlendirmeye başlamıştır.

Ancak, burada hemen akla gelen başka bir kavram vardır Freud için: Ölüm dürtüsü. İnsanın zevk ilkesine göre gerçeği ararken bulacağı şey kendisine ait özel bir gerçekten başka bir şey değildir; ancak bu gerçek öyle yaygındır ve öyle bir etki yapar ki, insanları kat eder ve başkalarıyla paylaşılır hale gelmeye başlar.   Bu küçük geçek ahlaki bir gerçek olarak gözükmektedir: Etik burada evrenselleşmeye başlar. Ölüm dürtüsü  bir saldırganlık olarak tarif edilir. Her türlü saldırganlık : insana, değerlere, ahlaka, doğaya, hayvanlara, ormanlara, yerlilere, kendi cinsinden olamayanlara, kendi ideolojisinden olmayanlara, kendi dini anlayışından olmayanlara, hatta ahlaklı davranmak isteyenlere. Freud’ün Haz İlkesinin Ötesinde  adlı 1920 yılına ait yazısında, cinsel uyarıların da aşırı etkisiyle bir bağ çözme hali ortaya çıkmaktadır. Bağ çözme demek, eski ilişkilerin veya eskiye ait bir anlayışın sert bir şekilde çözülmesini beraberinde getirmek demektir.

Burada gerileme, aynı zamanda 19. yüzyıl Romantizminde de ileri sürülmüş olduğu gibi, “çocukluğa” ait bir nostalji olarak da düşünülmüştür.  Kapitalizmin ve sanayi toplumun şahlandığı bir dönemde İngiliz tarihçi Thomas Macauly (1800-1859), bu yüzyılda insanı bir salak veya bir aptaldan çok yetişkin olmamış, çocukça bir zihniyete sahip  biri olarak tarif etmesi şaşırtıcı gelmiyor insana. Bugün baktığımızda, gerçeklikten çok oyun dünyasında yaşayan  çocuk zihniyeti, bu anlamda, neo-liberal kapitalizm ile kesiştiğinde ortaya dehşet saçmaya başlamıştır sanki ! Fantasma dünyasına doğru yönelmektedir. Bu, aynı zamanda, bireyci zihniyetin de doğuşudur (sosyoloji boşuna birey ile kolektif arasındaki mesele ile uğraşmadı 19.yüzyyıl sonunda).  Bunun karşısına “sosyal baskıların yüce erdemlerini” çıkarmak da doğru olmayacaktır; çünkü asıl, bu anlamda, bu erdemler sosyal baskılarla yeniden canlanmaktadır. Freud’un ilk ve ikincil süreç olarak adlandırdığı bu ikili karşıtlık, zevk ilkesi (Fransızcadan okuduğum plaisir kelimesini haz olarak çevirmiyorum-zevk olarak kullanıyorum) ve gerçeklik ilkesi arasındaki bu ilişkide, eski Yunan’dan beri felsefe zevk ile mutluluğu yan yana koymuştu. Etik, mutluluk ilkesine bağlıydı ve bu şekilde kabul edilmekteydi. Bugün kaybedilen sanırım budur. Zevk, bir bakıma, mutluluk değil, kapitalist yaşam tarzının dayattığı, baskıladığı bir anlama doğru taşındığında ( parasal kar, kazanç veya çıkar) etik de, olgusal  olarak, ortadan kalkmakta mıdır?

Sanıyorum ki, etik olarak adlandırılanın silinmeye başladığı (Kant-sonrası başkalarını kale almayan evrenselleşemeyen eylemler ) bir ahlak anlayışıyla başka bir dünya içine girmeye başladık her alanda: Çalışan/işveren;  eğiten/eğitilen; erkek/kadın; kadın/trans; normal/anormal; siyasetçi/seçmen; devlet/sivil toplum. Makrodan mikroya kadar her alanda etik sonrası bir toplumsallığa yaslandığımız zaman hakim bir model olarak “cinnet toplumu” ortaya çıkmakta: İdarecileri ve yaşayanlarıyla. Buna karşı çıkanlar azınlık istisnalar mı olmakta ?

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Bir saha araştırması nedir?

Anket yapan sosyologların çok iyi bildikleri bir şey vardır. O da gazetecilerin bugün sıklıkla yaptıkları gibi gerçek veya kurgusal kişilikler üzerinden, vakalardan yola çıkarak haberi ifade etmelerinin sosyoloji olmadığıdır

Özgürlükten kulluğa

Antropolog Pierre Clastres, inanılmaz bir şekilde La Boetie’den yola çıkarak özgür toplumlardan boyun eğmeyi tercih eden kulluk toplumlarından söz etmekteydi: Bu ayrım sonunda devlet mekanizmasının oluşturulması ve devlet mekanizmasının oluşmasına karşı çıkan ve tarihsiz olarak adlandırılan toplumlar arasındaki fark ortaya çıkartılmaktaydı

Kim ne sanıyor?

Küreselleşmekten uzaklaşmaya başlayan dünyamızda artık homojen olmayan farklılıklarla yaşamayı öğrenmek zorundayız. Göç-sonrası toplumsal vaziyet bunu öngörmekte ve fiili olarak yaşatmakta