Koronavirüs günlerinde, eve kapalı kalmanın verdiği zorluklar çok anlaşılır. İnsanların alışık olmadıkları bir durum birden bire ortaya çıktı. Beklemediğimiz bir duruma yakalandık. Her ne kadar bazıları bu gidişatı daha evvel fark edip, bunun üzerine konuşmalar yapıp, yazılar yazmış olsalar bile (B. Gates’in konuşması, A. Adler ve J. Attali’nin metinleri) bunlar birçoğumuzun eline ulaşmadılar. O bakımdan, biz arkadan takip eden vatandaşlar olarak evlerimizde (en azından evde olmak gibi bir imkanımız olduğunu da düşünmeden edemiyorum, bazılarının evi yok!) inzivaya çekilmiş gibi yaşamımıza devam ediyoruz. Ama bu yukarıda sözünü ettiğim yazıları veya kitapları yazanlar da evlerinde bugün. Arkadaşlarımızla telefon veya skype, facetime vb. konuşmaları yapabiliyoruz. Hatta dersler, telekonferanslar yapmaya başladık. Yemek ve içecek alabiliyor veya aldırabiliyoruz. Bunlar hala bizim, içinde yaşamakta olduğumuz durumun konforları arasında sayılabilecek şeyler.
Televizyon kanallarında haberlerde gördüğümüz bazı insanlar ise "sıkıldıklarını" söyleyenler. "Evde ne yapacağım, canım sıkılıyor" diyenler. Bunların bir kısmı yaşlı gözüken insanlar. Tıp uzmanları yaşlıların en büyük risk grubunu oluşturduklarını ileri sürüyorlar. Buna rağmen sıkılıyorlar evde ve çıkmak istiyorlar. Sıkılmak için; bir şey yapmamak, bir meşgaleyle uğraşmamak gerek herhalde? Veya evde biri varsa onunla konuşmakla yetinmemek demek değil mi? Buna göre, bu tip insanlar evlerinde, varsa eşleri veya çocuklarıyla zaman geçirmekten sıkılan insanlar mıdır?
Yemek yapmak, temizlikle uğraşmak, televizyon, haber, dizi, varsa internette film seyretmek var. Hatta bugünlerde bedava olarak paylaşıma giren kütüphaneler, film siteleri, tiyatro veya konser imkanları da buna eklenmiş durumda. Bütün dünyaya paylaşıma açılan siteler, bağlantılar var. Ama bu kullanımları gerçekleştirmek için söz konusu konulara merak gerekmekte, istek lazım. Burada eğitim denilen alıştırmanın ne anlama geldiğini, belki, düşünmeye başlayabiliriz. Eğitim sadece okullarda yapılan bir şey değil tabii. Ama okullar burada en yüksek role sahip olan kurumlar olarak durmakta. "İlk okuldan liseye ve sonra da üniversiteye giden milyonlarca gencin bugün ilgi alanları nasıl ve nereden kaynaklandı?" sorusunu sorabiliriz. Eğer tiyatro, sinema, konser, sanat etkinlikleri veya kitap okuma (roman, hikaye, şiir, bilim –kurgu, dünya klasiklerinde yer alan efsaneler, mitolojiler, sanat tarihi, felsefe, ekonomi, antropoloji vb. daha onca unuttuğum dal var) yalnız kaldığını söyleyen kişinin eğlence olarak ilgi odağına girmiyorsa, yani illa sokakta olmak, kahveye gitmek, oyun oynamak gerekmekteyse; bunun yanında ciddiyet olarak iş tutmak insanların yaşam alanını bu kadar kuşatmış ise, bugün yaşamakta olduğumuz, istisnai olduğunu umduğumuz bir durumda, bu tip insanların eğitiminin yetersiz kaldığını görmek gerekecek! Okulların hatta üniversitelerin bile eksikliğini fark etmek durumunda kalacağız!
Sadece piyasa ve iş olanaklarına göre üniversiteleri kurmaya ve eğitimi bu alana çekmeye kalktığımızda "başımıza gelecek olan bu durum muydu? "Bu insanlar sokağa çıkmamak için kimseyi dinlemiyorlar. Ne yapacağız?" sorularını sormanın da, belki de, sırası gelmiştir. Üniversite adındaki kurumların evrensel olan bir bilgi paylaşmak olduğunun farkına varabilecek miyiz? Matematik, geometri ve cebir veya fizik, kimya gibi derslerin arasında bile birlik kuramayan bir eğitim yapısı nasıl olur da, bu dalların eski çağlardan beri düşünce ile felsefe ile alakalı olduğunu unutturmaya kalkar.
Felsefe bilgi değil bir yaşam tavrı olarak önerilmiştir eski zamanlardan beri. Felsefe tarihini veya sanat tarihini veya hatta siyasi tarihi ezberlemek ile bu bilgiyi kendi içinde öğüterek düşünmek aynı alıştırma değildir. Felsefe, Sokrates’den beri (Greklerin kurduğu ileri sürülmekte ya!) yaşam pratiği olarak öne sürülmüştür. Felsefe bir iç düşünme değil, kendi kendiyle yalnız kalan kişinin tefekkürünün içinden geçen güçlerin kişinin bedenini kat etmesi olarak anlaşıldığını hatırlatmak gerekmekte değil midir? Eski felsefe okullarının yaptıkları buydu. Bu rolü Platon veya Aristoteles üzerinden yeniden ele alan Orta Çağ ilahiyatı (Yahudi, Hıristiyan veya Müslüman düşünürler) hayatlarını dini olan tefekkürleri çerçevesinde birleştirerek yaşıyorlardı. Ama asıl olan, belki de, felsefi tavrın, beden ve ruhun birlikte geliştirildiği bir yaşam tarzının, felsefenin kemiğini ortaya koymuş olduğunu hatırlamaktır. Bunu akılda tutmak gerekecektir.
Yalnız kalmak, kendisiyle ve diğerleriyle konuşma anlarında yapılanın bir alıştırma olduğunu düşünmek, yapılan hareketlerin veya ritüellerin ezbere yapılan hareketler değil, ama düşünülerek yapılan tavırlar, tutumlar ve hareketler olduğunun farkına varacak bir eğitim sistemine ihtiyaç duyduğumuzu, burada, bir kere daha düşünme imkanımız ortaya çıkmakta. Yaşamın, iş ve para değil; bunlar elbette aç kalmamak, hatta iyi koşullarda yaşayabilmek için gerekli, ama bunların yanında düşünce alıştırmalarının olduğunu öğrenmek bir terapi olarak bize aittir.
Kendi kendimizin endişesi ve başkalarının endişesi bir beden ve ruh alıştırması olarak pratik edilebilir. Kimisi, bunu dini referanslarla, kimisi ise daha dünyevi referanslarla yapabilir. Herkes kendine ait dünyasını bulabilir! Hayattan alınacak neşe ile kederlerimizi, acılarımızı atlatma gücüne ulaşabilme ve bu düşünce pratiğini gerçekleştirebilme gücü felsefenin kendisi olarak gözükmektedir. Felsefe pratik bir alıştırmadır o halde. Felsefe, tıpkı beden eğitimi dersini almak gibi, bedenin ruh ile imtihanını gerçekleştirmek olarak düşünülecek bir şeydir.
Bu durumda biraz düşünerek, yalnızlığı bir tutum olarak genişletmek en eski öğretilerden biri olarak durmakta. Bugün bu eski öğretileri tekrar canlandırmak mümkün olabilir. Ve, bu nedenle, geçen yazımda bahsettiğim gibi, Foucault’nun kullandığı siyasi kavramların (biyo-politika, denetim, gözetleme) yanında, bugüne yakın durduğunu düşündüğüm, insanın kendine dönmesi ve "kendilik endişesi" (Foucault’nun yaşarken yayımlanan son kitabının başlığı) ön plana çıkmakta. İnsanın yaşayarak, hayatı pratik ederken bazı ruh ve beden alıştırmalarını gerçekleştirmesi (buna tinsel alıştırmalar adı verilebilir) bana, içinde yaşadığımız koşullarda, önemli gözükmekte. Bencil yaklaşımlardan kendimizi uzak tutup, özgürlüğümüzün kendimizi ve başkalarını düşünmekten geçen bir süreçte oluşmakta olduğunu fark edebilmek bir meziyet olacaktır. Ve bu, ayrıca, bir eğitim şartı olarak gözükmekte değil midir? Bu tip tinsel alıştırmalar acılarımızı dindirebilecek midir? Belki de, sıkılmaktan bizi kurtarabilecek midir? Sorular soruları takip etmekte.