Entelektüellerin bir zamanının olduğu üzerine bir yazı yazmıştım. Burada daha da gerilere giderek belki düşüncenin sekülerleşmesiyle ve kamuya açılmasıyla birlikte entelektüel kavramının geldiği yerin yazarlık ve gazetecilik mesleği olmaktan çok felsefeden gelmiş olduğunun altını çizmek istiyorum; çünkü entelektüel, sekülerleşen bir söylemin kamuya açılmasıyla birlikte ortaya çıkan bir durumda meydana gelmişti.
Genelde Dreyfus davasıyla bağlanır entelektüelin ortaya çıkma sürecinin başlangıcı... Özellikle anti-semitizm’in içinden geçen bir Fransız toplumunun içindeki sorunları meydana çıkaran ve eleştirel bir tavırla olmakta olanlara karşı bir tavır ortaya koymuş olan Zola ile bağdaştırılmaktadır. Fakat Zola yazar olarak yaşamakta olduğu dönemin içinde sıkıntılı bir noktaya parmak basmıştır. Suçsuz yere suçlanan bir Yahudi Fransız albayın (Dreyfus) suçsuzluğunu göstermek üzere kaleme aldığı metni olmakta olanları “itham etmektedir”. Bu olay aynı zamanda Fransız toplumu içinde ortaya çıkan yeni bir disiplinin, yani Sosyolojinin kurucusu olan Emile Durkheim’ın da imza attığı haksızlıklara karşı tavrın bir parçasıdır. Ve bu metin sayesinde kolektif ve toplumsala ağırlık verdiği ileri sürülen sosyolog Durkheim’ın “bireysel bir tavır” takındığı izlenmektedir. Bu hareket sosyoloğun bir entelektüel olarak bireysel tavrının kolektif tavırdan ayrılmakta olduğunu ortaya koymaktadır. Entelektüel kolektif dışından tekilliği içinde evrensele bakmaktadır.
Bu anlatının bize gösterdiği Durkheim’ın hareketinin evrensel bir hareket olduğunu hatırlatmaktadır çünkü Fransız toplumunun içinden geçen bu hareket aynı zamanda "insan hakları" kuruluşunun ilk nüvelerinin ortaya çıktığını göstermektedir. Bu bakış, sadece bir toplumla değil, tersine herhangi bir toplumun içinde yürümeyen şeylere dikkat çekmeyi öne çıkarmaktadır. Dolayısıyla, toplumların gelenekleri veya adetleriyle değil, entelektüel hareketin veya tutumun evrenselliğiyle bağlı olduğunu bize göstermektedir.
Bu savı biraz açmaya kalkarsak, düşüncenin daha mitolojik ve mistik halinden rasyonelleşen ve doğallaşan haline taşınmakta olduğu zamana bakmak gerekecek. Ve, dünyada felsefe adı altında anılan bir düşünme tarzının evrensel ile olan alakasını ilk kuranlardan biri olan diyalektik, karşıtların birleşmesi şeklinde kaleme alınan Herakleitos’un dilinde belirginleştiğini hatırlatalım. Heidegger ve Fink’in konuşmalarında tartışma konusu olan ve Herakleitos’un bilmecemsi cümlesi üzerinde saatler ve günlerce süren seminerlerin açımlandığı düşünceye dönüp bakalım. Herakleitos şöyle söylemekteydi: Yıldırım evrenseli yönetir. Bu cümle, "Evrensel olan bütün müdür, yoksa evrene ait midir?" gibi soruların üzerinden genişlemektedir. Grek dünyası filoloji uzmanı Vernant ise evrensel olan çeviriyi kabul etmiştir. Bu anlamda İyonya’dan (Batı Anadolu) Atina’ya göçü hazırlayan biri olarak Herakleitos’un tavrı hala eski şamanların tavrına benzemekte olsa da yeni bir rasyonelliğe yol açmaktadır. Ama daha bu, felsefe değildir.
Evrensele varan bir düşünce biçimi bilgelerden “bilge dostlarına” doğru geldiğinde ise, kapalı konuşma tarzı ve ezoterik bilginin belli bir inisiyasyon törenleriyle kabulü yerine kamusal alanda evrensel olan düşünceyi herkese açık bir şekilde 'polis’te (şehirde) tartışmayı başlayan filozofların düşünceleri felsefe adı altında ortaya çıkmıştır. Bir “Grek mucizesi” olarak adlandırılan bu düşünce biçiminin, belki de, en önemli iki unsuru vardı: Evrensel olanı kamuya, yani herkese açmak ve eski Asya İmparatorluklarının bir devamı gibi duran Miken ve Aka krallıklarının tek merkezli tiranik iktidar modelinden uzaklaşarak geometrik düşünceyi ortaya koymak. Bu iki yenilik Atina demokrasinin sözü ve ganimeti paylaşmak üzere, merkeze eşit mesafede meydana koymalarıyla birleşmiştir: İzonomi. Platon’un Akademi’nin girişine koyduğu rivayet edilen meşhur sözü burada anlam kazanmaktadır: “Geometri bilmeyen bu kapıdan girmesin!”
O halde, entelektüel hareket daha ilk zamanlarından itibaren geometrik bir evrenseli ortaya koymaktaydı. Bir kişinin kararını değil, genişleyerek, kamuya açarak idare biçiminde hiyerarşik olanı bir “ortama” (merkeze) yerleştirmekti. Böyle bakıldığında, entelektüel kendi toplumlarına bakarak sadece onun üzerine düşünen biri olmaktan çok evrenseli kendi toplumu içinde açabilen kişi rolünü üstlenmektedir. Bu şekilde yerel olan değil, evrensele doğru giden bir bakış entelektüelin rolünü ortaya koymaktadır.
Bugün 21.yüzyıl bizi kapanmaya doğru sürüklemekteyse, entelektüelin rolünün gitgide evrenselden uzaklaşmasıyla alakalı bir durum içinde yaşamakta olduğumuzu düşünebiliriz. Foucault’nun “angaje entelektüel” yerine “spesifik entelektüel” kavramına dönüp baktığımızda ise, benzer bir durumu arz etmekte olduğunu söyleyebiliriz: Spesifik olan bir toplumun içindekiler değil, ama bir bilimsel disiplinin içindekilere ait olarak düşünülmüştür. Fizikçiler cemiyeti, o halde, evrensel bir fizik problemiyle ilgili olarak hareketlerinin dizginlenmesine değinmektedir. İnsani olmayan ve “bilinçsiz bir bilim” hareketinin neticelerine bakmak entelektüel tavrı belirleyecektir. Foucault’nun örnek olarak gösterdiği fizikçi Robert Oppehheimer’ın “fiziki buluşunun (atom uzmanlığı ve nükleer savaş)” insani felaketlere yol açabileceğini öngörmekten geçmektedir. Bilim adamı, eğer entelektüel olarak spesifik bir role doğru dönmekteyse, o dönüş evrenselin dışında değil, tersine spesifik bilimin evrenselliğine dokunmaktadır. Evrensele bakış, o halde, eleştirel bir bakış olarak adetlere veya toplumun ne durumda olduğuna bakmakla değil, toplumun genel durumu dışında sorunların diğer toplumlarla olan “kesişme noktalarını” düşünmek anlamına gelecektir. Eğer Foucault “evrensel entelektüel”e karşı bir tavır göstermiş gibi dursaydı, yıllar sonra mesela “İran devrimi” üzerine de yazamayacaktı. Söz konusu sadece felsefi bir tartışma içinde Sartre’ın “angaje evrensel” duruşuna karşı çıkmaktı; çünkü Foucault’nun tavrı burada evrenseli yok etmek değil, tersine Sartre’ın bakışına karşı başka bir kavrama dayanarak “evrensel bilimsel” yöntemi öne sürerek entelektüel tavırların alınabileceğini göstermekteydi.
O dönemin içinde söz konusu olan hümanist ve anti-hümanist tartışmasında bir adım daha atmak istemekteydi. Ahlaki (dinle karışmış) bir rolü değil etik, spesifik ve bilimsel bir rolü benimsemekteydi. Bu da evrenseli ahlaki olarak ele almakta olan Sartre’ın bakışına karşı çıkarak, ahlaki olandan uzaklaşarak, yani aslında “sol geleneksel ahlaki duruşun” arkaikliğinden çıkarak yeniden seküler ve etik bir evrenseli ortaya koymak istencindeydi.
O döneme ait olan bir tartışmayı bugüne taşıdığımızda ise okumamızın koşulları değiştiğinde, bakışımız bağlamsal olarak işlemeye başlamaktadır. Ve zaten “oluş” fikri bizi gelişmeye bağlı olarak düşünmeye yol aldırmaktadır. Geçmişi tekrar etmek değil, entelektüel tavır bugünü oluşa doğru taşımaktan geçmektedir.