Ekosistem üzerine bugün yapılan tartışmaların ardında 19. yüzyıl sonlarında başlayan etnografı ve antropoloji çalışmaları vardır. Fiziksel antropoloji ile kültürel ve sosyal antropoloji arasında var olan ikilik, bir anlamda, bu bilim dalının kendine has ikiliğini göstermektedir. Bunun yanında, doğa ve kültür arasındaki farkları gören ve savunan evrimci görüş ile doğa ve kültür arasında geçiş sağlayan Yapısalcı görüş arasında bir anlama gücü (anlak) farkını burada hatırlatabiliriz. Ayrıca; işlevci antropolojiye (sosyal kurumların toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde toplumla bütünleşmesi) ve difüzyonist antropolojiye (kültürler arası temaslarla farklı coğrafi bölgeler arasında teknolojik temaslarla buluşların taşınması ve yer değiştirerek bazı tekniklerin ortaklaşması ile toplumun kendisini oluşturan öğelerden daha fazla bir tümlük olduğu iddiası) ait bakışlar arasındaki farklar, aslında, yukarıda belirtmiş olduğumuz gibi, 19. sonu ve 20.yüzyıl başında egemen olan bir düşüncenin etkisindedir. Evrim, ilerleme düşüncesi her ne kadar doğaya ve yerlilerin farklı ve yaban dünyalarına dönük olsa bile, buradan yola çıkan sömürgeci bakışın etkisini ve kuvvetini bugün bile, alışkanlık haline girmiş, pratikleşmiş bir zihniyetin tarihi mirası olarak yadsımak zor gözükmektedir.
Yapısalcı antropologlar (Fransa) ve materyalist antropologlar (Kuzey Amerika) arasında yapılan tartışmalar, bilhassa yapısalcı antropolojinin kurucusu olarak bilinen Claude Lévi-Strauss ile diğer antropoloji grubunun temsilcisi olan Marvin Harris arasındaki tartışmalar önemli bir örnektir bizim için. Bugün, bu tartışmaların bizim toplumsal ekolojiyle kurmakta olduğumuz siyasi pozisyonla güncel bir bağı olduğunu hatırlatmak gerekecektir. Bu iki bakış birbirlerine karşıt gibi durmasına rağmen, bizim ikisinden de yola çıkarak, ekosistem üzerine düşünmek ve bugün iklim değişikliği ve küresel ısınma olarak siyasi literatüre geçen anlamı açmak doğru olacaktır. Bu iki bakışın birlikte bize taşıdığı bir fikir söz konusudur. Toplumsal alanın içinde yaşayan insanların ve antropoloji söz konusu olduğunda yerlilerin, doğa ile ilişkilerindeki yerel ekosistem belirleyicidir. Yaşayanların yaşadıkları iklimleri bilmek gerekmektedir. Bitki örtülerine, sulak bir yerde yaşayıp yaşamadıklarına, balıkçılıkla mı yoksa avcılıkla mı yaşadıklarını bize gösteren öğelere ihtiyaç duyulmaktadır. İnsanlar doğal bir ortamda doğduklarından dolayı; yaşanan ritüelleri, adetleri ve kültürleri (totemler, dini inançlar vb.) tıpkı yaşadıkları doğanın koşullarına göre kurulmaktadır. Kurumları bu doğada ortaya çıkmaktadır; dolayısıyla kurumların vahşi doğa karşısında insanileşmekte olan öğeleri de doğanın kurallarına göre kurulmakta olduğundan dolayı doğa ile kültür arasındaki fark, aslında birleşik olanın yapay bir şekilde ayrılması anlamına gelmektedir. Kurumlar yapaydır; ama, doğadan (ekosistem) yola çıkılarak kurulmuşlardır. Böylece, yapay olan kurumlar doğanın verilerine göre kurulmakta ve insanileştirilmektedir. Doğanın verdikleriyle kültürel kodlar toplumsal alanda oluşturulmaktadır.
Yukarıda söz konusu ettiğim tartışma içinde, Yapısalcı ve Materyalist antropoloji bakışlarının ortaya koyduklarını şu şekilde özetleyebiliriz : İlkin; yapısalcı akımda, doğanın kendisi değil, yapısal olarak insan doğasının biyolojik ve zihinsel verileri öne çıkarılmaktadır; doğa ve kültür arasındaki ilişkileri insanlar ekosistemlerine göre belirlemektedirler. Buna göre, insanın zihinsel ve bilişsel yapısı insanın doğasını ve davranış biçimlerini belirlemektedir. Bu bakış içinde, insanın çevresini oluşturan doğa, bitki ve hayvan örüntüleriyle birlikte işlemektedir (kurumsallaşmalar). Halbuki; ikincisi, materyalist bakışa göre, doğanın kendisi ritüellerin ve mitolojilerin kurulmasında etkilidir; ancak burada doğanın bitki ve hayvan örüntüsü insan ile birlikte değil, insana karşıt bir şekilde işlemektedir (güdülerin öne çıkması). Bu örnekten de görebileceğimiz gibi, ikisinin farkını görebileceğiz. Doğanın, kültürün oluşumuna maddi etkisiyle (insan ve doğa ayrıdırlar ama interaktiftirler), insan, hayvan ve bitki birliği üzerine kurulu bir doğa anlayışı ayrıdır.
Ancak; ikisinin, bize bugüne taşıyacak şekilde ortak yanları, ikisinde de, doğada yaşayan insanların ve onların toplumlarının, kültürlerinin oluşmasındaki etkilerin kaçınılmaz olduğudur. İnsan içinde yaşadığı doğaya göre hareket etmektedir; nefes almakta ve beslenmektedir. Doğayı egemenlik altına alan bir hümanizma bakışının bugün iklim felaketleri yaşanan bir dünyada artık kabul edilemeyecek olduğunu kabul etmeliyiz. Hem zihinsel hem de maddi olarak klasik hümanizma anlayışının imkansız olduğunu algılamalıyız. İnsan hayvanlar ve bitkilerden bağımsız olarak yaşayamayan bir varlıktır; çünkü hepsi yan yana yaşamak zorunda olup, birbirlerine muhtaçtırlar. Hayvan ve bitki insana yaradığı gibi, insan da kendisine yarar sağlayan ve besleyen organizmaları yaşatmak zorunda olduğunun bilincinde olmalıdır. Vicdanında da bu görevi taşımak zorundadır. Eğer insan, vicdani olarak bu beraberliği taşıyamayacak bir eğitimden ve kültürden gelmekteyse, o zaman bugün, modern ve hatta klasik olarak adlandırılan kadim kültürünü, inançlarını ve davranış biçimlerini değiştirmek, insan için, acilen elzemdir.
Bu anlamda, artık doğa ile kültürün birbirlerine karşı olduklarını iddia etmek abesle iştigal olarak kabul edilmeye başlanmıştır. Bu kadar türün yok olduğu bir tarihi dönemde, insanların artık ellerinde olanları da kaybetmekte oldukları bilincini çocuklar bile taşımaya başlamıştır. Yetişkinlere sıra gelmiştir şimdi. Cuma günleri okul kıran çocukların iklimi sorun ettikleri eylemlerdeki gibi, belki de yetişkinlerin kendi iş saatleri içinden alıp da iklim için ses çıkarmaya başlamaları gerekecektir. Yeşil ekonomi zaten bugünkü kapitalizmin içinde tüketim toplumunun bir parçası olarak işlemektedir. Doğal tarım ve ekolojik tarım, biyolojik ürünler toplumsal alanda tercih ürünleri olarak pazarlarda satılmaya çoktan beri başlamıştır. Alıcısı da çoğalmaktadır.
Birbirleriyle çatışan ekolleri içinde bile, antropoloji uzun zamanlardan beri, bize bu durumun kültür ve doğa ayrımı üzerine gerçekleşemeyeceğini ileri sürmüştür. Küreselleşmenin; belki de en büyük tahribatı, Batı toplumlarının kendilerine ait sanayi normlarını (doğayı egemenlik altına alan zihniyetin evrimci bir şekilde genişlemesi) hızlı bir şekilde Batı-dışı tarımla beslenen ve geçinen toplumlara aktarması ve onların bu pratiğe geçmelerini sağlaması olmuştur. Ve ayrıca küreselleşmenin uğursuz etkisi, tarım toplumu insanlarının zihniyet değişiklerini hemen değil belki ama, bu ülkelerde siyaseti yapanların tarıma ait siyasi kararlarının hemen değişikliğe gitmelerine yol açması olmuştur. Tarım politikalarının terk edilip, ürün üretimlerinde uluslararası iş bölümüne sokulması olmuştur (kıyaslamalı rekabet teorisi). Klasik ekonominin liberal ekonomi-politikası, düşüncesinin neo-liberal ekonomiyle birlikte dünyasallaşmanın geliştirilmesi olmuştur. Hayvancılık ise, av ekonomisi üzerinden düşünüldüğünde, hayvan avcılığının, balık avcılığının bugünkü sefil hali ortaya çıkmaktadır. Trollerle balıkçılık yapılmasının yol açtığı türleri yok edecek (balık boylarına göre) katliamlar içler acısı olarak gözükmektedir. Bunun mücadelesi ülkemizde hâlâ verilmektedir.
Antropolojiyi ele alan ekonomi ve eko-sitemler üzerine düşünenlere şiddetle ihtiyaç duyulmaktadır. Araştırma fonlarının bu alana harcanması, en az teknolojilere harcanan paralar kadar önemlidir, hatta belki de önemli olmaktan da fazla hayatî hale gelmiştir. Hayatî olanı es geçen bir siyasi oluşum daha sonra kendilerini affetmeyecek nesillerin lanetine uğramak tehlikesini içinde barındırmaktadır. Sonuçta doğanın bize armağanlarını doğaya karşı-armağan ile karşılamak zorunluluğu potlach (armağan) adetlerinin en ilkeli ve en sürekli olanıdır. Hala bugün bu ilişkiler üzerinden kurulu inançlara göre davranan pratikleri yaşamaya devam etmekte değil miyiz ? Tahtaya, nazar değmesin diye vurmaktan, alış verişte veya bir alım satımda el sıkışmaya kadar devam eden pratiklerdir bunlar. Bugün eski ritüellerin bugüne taşınmış pratikleri olarak yaşanmaktadırlar. Eğer karşı-armağan verilemezse, insanları lanetleyecek ilkel korkuları hala inançlarda mevcuttur ve yaşanmaktadır. Rasyonel olmayan bir ekonomi, bu anlamda, hala içimizde yaşamaya devam etmektedir. Bunun farkına varmak, en azından bugün toplumsal-siyasi–ekonomik kararları alanların görevi olarak gözükmekte. Doğa bizim yanımızda olmalı, karşımızda değil. Biz hepimiz, toplumlar ve komşu toplumlar olarak doğanın bir parçasıyız, en nihayetinde.