Kant, 18. yüzyılın sonunda, doğa kavramıyla özgürlük kavramını iki farklı düzen olarak ayırmaktaydı. Bu ne demekti? Doğanın egemenliği özgürlüğü değil, ona bağlılığı, bağımlılığı ortaya koymaktaydı. Doğa olaylarına, doğal afetlere (zelzeleler, seller, salgınlar, volkan patlamaları vb.) karşı insanın boyun eğmekten başka imkânı yoktu. Bu antinomi üzerine kurulu karşıtlığa göre, özgürlük ve gereklilik arasındaki karşıtlık ortaya çıkmaktadır. Kant doğa ve sanatı da karşıtlık olarak gördüğüne göre, o halde özgürlük bilhassa sanatlarda yer bulmaktadır. Bu özgürlük, halbuki bugün, sanatı ve doğayı estetik formda birleştirmektedir (Arjantinli sanatçı Tomas Seraceno ve örümcekleri).
Benzer bir şekilde Bergson da, Kant'ı bir adım daha ileri götürmek üzere, doğanın gerekliliklerini aşmak için fenomenler dünyasından kopmayı imkân olarak görmekteydi; çünkü doğanın gücü fenomenlerin arkasında yatmaktaydı. Bu kopma, Kant'a karşı çıkmak üzere ileri sürülmekteydi: Fenomenlerden kopmak insan özgürlüğünün bir yolu olarak durmaktaydı. Bilincimizin toparlayamayacağı tuhaf ve gizemli şeyler karşısında ahlaka başvurmaktan başka çare kalmıyordu. Fakat doğada özgürlük yok muydu? İkili olan; doğanın gerekliliklerine karşı mücadele etmek üzere bilgiye ve bilince olan ihtiyaç, diğeri ise gereklilikler karşısında özgürlük bilincinin sağlamlaştırabileceği ahlaki tavırla özgürlük yolunun aralanmasıdır. Yani, insani bir eylemdir.
O halde 20. yüzyılda, saptayıcı bir cümle olarak tarif edici bakışın karşısına, performatif eylemi gerçekleştirmek ön plana çıkmıştır. Tarif etmek, tasvir etmek üzerine kurulu olan gerekli olanların nasıl olmakta olduğunu söylemek ile olmakta olanlara karşı bir eylemle (gerçek sorumluluk almak) cevap vererek performatif bir söz içine girmek (kamusal alanda söz söylemek) iki ayrı düşünme ve yaşama biçimine tekabül etmektedir. Bilince yönelen bakış sayesinde gerekliliği aşıp, eylemde bulunmak özgürlük ve performatif söz arasında yakınlık taşımaktadır.
Ahlaki bir ödev olarak Kant baştaki yöneticiye seslenmekteydi ve Aydınlanma felsefesinden gelen bir sesle, ahlaki olarak özgürlüğe dokunulmaması gerektiğini ileri sürerek, doğal yasanın gerekliliği karşısında özgürlüğü (demokratik yasalar) geliştirmekteydi; çünkü insanların hakları vardı ve bu haklarını kullanmak için de insanların özgürlüğe ihtiyaçları vardı. Fransız ihtilaline eleştirel bir tavır takınmış olsa bile, Kant için insan hakları özgürlüğe gidecek yolun ta kendisiydi: İnsanların, vatandaşların kendi özlerinden ayrılamayan bir "gereklilik" bu özgürlüğü ileri sürmekteydi. Kant politik bir düşünür değildi; ama politikayı sorun eden, düşünen bir filozoftu. O bakımdan, insanların hakları olduğunu ileri sürmekteyken, bireyleri değil Anayasal hukuku düşünmekteydi. Birey özgürlüğünün kendi tözünden kopmayan, ayrılmayan bir özgürlüğe sahip olduklarında bireyler ancak "vatandaşlar" haline gelebileceklerdi. Özgürlük ve vatandaşlık birbirlerinden ayrılmaz bütünlük olarak durmaktaydı.
Siyasetin nasıl bir şey olduğu, nasıl organize edileceği? soruları Kant'ın soruları arasında sayılmaktadır. Hannah Arendt'in, Kant'tan yola çıkarak, "ahlak ve siyaset" arasında kurduğu denklem, bu ikili ilişkiye bağlı olarak anlam kazanmaktadır. Siyaset ve ahlak birbirlerini tamamlamaktadır, birbirlerine karşıt değildir. Bugün bu iki kavramın ne kadar ayrı bir yerde durmakta olduklarını düşündüğümüzde, bu ikisi arasında var edilen kurulu denklemi tekrar düşünmek gerekebilecektir. Kant siyaseti düşünmekteyken tarihi bir sorun olarak felsefe alanına bakmaktaydı; yoksa siyaset onun temel meselesi olarak "acil bir iş olarak" durmamaktaydı.
Tarihe bakarak felsefi bir sorunu öne sürmekteydi. Fransa'da "Üçüncü tabaka" (tiers etat) kavramıyla ünlü Siyes bir Kant okuyucusuydu. Ve Kant'ın siyasi bakışından yola çıkarak ruhban sınıfı ve aristokrasinin ikili hakimiyetine ortak bir orta sınıf olarak burjuvaziyi öne sürmekteydi. Oysa Kant daha Fransız ihtilali gerçekleşmeden özgürlük fikrini temel olarak dillendirmiş bulunmaktaydı: medeni özgürlük, dini özgürlük, Aydınlanma fikirlerinin yaygınlaştırılması, terakki, evrensel tarihin kozmopolitliği, evrensellik, medeni bir Anayasa, evrensel barış fikri için kurumlar vb. Özgürlük devletin iyiliği için gerekliydi. Devletin uluslararası alanda meşruluğu ve tanınırlığının garantisi özgürlükler olarak gözükmekteydi. Uluslararası prestij, devletin vatandaşlarına tanıdığı özgürlüklerde belirlenmekteydi. Bu kurumlar daha sonra modern uluslararası kurumlar olarak dünya siyasi sahnesinde yerlerini aldılar. Öne sürülen bu düşünceler daha sonra gerçekliklerini kazandılar. Bu tarihi sahnede git gide ilk paragrafta ele alınan ikili antinomi, o halde, özgürlük ve gereklilik Aydınlanma felsefesinde ve Humanities'lerde (edebiyat, şiir, sanat ve felsefe) birleşmeye başlamıştı. Gerekli olan siyasi ve doğal olarak gereklilikleri değil özgürlüğü içine almaktaydı. Hikmet-i hükümet ile 16. yüzyılda başlayan ve gereklilikler olarak düşünülen Makyavelik siyaset Aydınlanma felsefesinde yerini özgürlüğe bırakmaktaydı. Gerekli olan ile özgür olan arasındaki ayrım ortadan kaldırılmaktaydı düşünce dünyasında; ardından siyasi alan uluslararası olarak bu ikili gelişimi takip edecek kurumları kurdular. 20. yüzyılda, bütün barbarlıkları ve savaşlarına rağmen bu kurumlar gerekli olanı özgürlük ile bağdaştırmasını bilmişti.
Doğanın ve gücünün gerekli gördüklerine karşı özgürlük öne sürülmekteyken, doğal durum ile özgürlük durumu arasında karşıtlık ortaya çıkartılırken, bugün doğanın gerekliliğini siyasi ekoloji bakışıyla zorunlu ve gerekli kılmaktayız. Kant, doğayı başa, yargı gücünü ise sona yerleştirmişti. Son insan ruhunun kuracağı bir şey olarak durmakta ve bu ruh sayesinde özgürlük gerekliliğe karşı çıkacaktı. Bugün; uluslararası siyasi sonumuz doğanın kıyımından geçecek gibi durduğuna göre, doğa her şeyin başlangıcı olmasına rağmen doğanın neticeye eklenmeye, sonumuzu belirlemeye başladığını görmekteyiz.
Doğa'da canlılar ile akıllı hayvan insanlar birlikte yer bulmak zorundalar, doğanın ve medeniyetin içinde. Her ne kadar vizon ve yarasa ile Covid-19 insana geçmekteyse, hatta Covid-19'un başlamasında vizonların yarasadan aldıkları virüsü insanlara bulaştırdıkları ortaya çıkmaya başladıysa, her ne kadar tarih boyunca salgınların başlangıcıyla insanın tarım hayatına geçerek hayvanlarla bağ kurmaya başlaması arasında epidemiyolojisiler bir bağlantı kurmaktaysalar, her ne kadar Malaya kaplanı New York'ta ilk Covid-19'a yakalanan hayvansa veya geçtiğimiz günlerde, Amerika Birleşik Devletleri'nde San Diego'da Zoo Safari Park'ta, iki gorilin testleri pozitif çıkmışsa, ve her ne kadar kedilerin de köpeklerin de Covid-19'a yakalanabildikleri söylenmekteyse, bugün her şeye rağmen, bazı hayvanlar bizim hayatımızın parçası olmuş vaziyetedir. Kaderlerimizi ortak bir yolda bulmaktayız. Ve buna siyasi irade karar vermek zorunda.
Medeniyet ile doğa ilişkisi; karşıt olmaktan çıkarak, Michel Serres'in 1990'ların başında ileri sürdüğü gibi, "doğa ile bir antlaşmaya" dönüşmeye başlamıştır. 1989'da Félix Guattari'nin ileri sürdüğü gibi ekoloji (Üç Ekoloji) yalnızca doğaya ait değil zihinlerimize de ait olduğuna göre, sadece 1990'lardan 2020'lere kadar süren ara zamanı kaybettik ve dünyasallaşmayla birlikte doğanın kirlenmesi evrensel bir sorun haline geldi. Ve bu anlamda bu sorun siyaseti medeni olana ve doğaya birlikte bağlamakta. Biri düşünülmez ise diğeri de değersizleşmekte bugün artık. Bu iki taraflı düşünce bizi hem doğallaştırmakta hem de kabalaşmaktan kaçınarak medenileştirmektedir.
Félix Guattari