Son dönemlerde bazı ülkelerdeki seçimlere bakıldığında oy atanların sayısının oy atmayanlardan daha az olduğunu görmeye başladık. Bir yanda, Fransa'da, medya geçen pazar günü yapılan seçimlerde oy atmayanların rekor seviyede olduğunu belirtti: Oy atanlar sadece yüzde otuz iki olarak belirlendi. Emmanuel Macron'a bağlı hükümetin de, ana muhalefette gözüken Milli Toplanma'nın (RN) da, yani iki zıt siyasi oluşumun da nerdeyse hezimete uğradığını izledik. Diğer yandan İran'da 18 Haziran 2021 seçimlerinde seçmenlerin yarısının oy atmadığı bir seçimle "eski Humeyni rejimi" garantisi kuvvetini tekrar toplayabildi. Toplumsal alanda meşruluk tartışması gündeme taşındı. Yine, 12 Haziran'da Cezayir'de yapılan seçimlerde teknokrat bir başkan ülkeyi yönetmeye başladı. Tarihi bir "katılımsızlık" meydana geldi ve seçmenlerin yüzde yetmiş yedisi oy vermedi.
Görünen o ki, eski partilere olan güven gittikçe azalmaya başlamış durumda. Onlara pek inanılmıyor. Ülkelerin seçmenleri onlardan bir şey beklememeye başlanmış vaziyette. Ne söylemler ne vaatler ne de gelecek projeler için. Seçmenlerin inancının yitmeye başladığını izlemekteyiz. Politikacıların "politik vaatlerine" kanmıyorlar. Aslında şöyle söylenebilir: Politikacının performatif söylem/eylemi artık kabak tadı vermeye başladı. Vaatlerin performatifliğine inanç kalmadı. Hatta o kadar ki politikacılar bazen ne söylediklerini bilmedikleri durumlarda, toplumun az bir kısmı anlaşılmayana bile inanabiliyorsa, çoğunluk artık bu tip vaatlere inanmıyor. Öyleyse, güvensizlik ortamı kol geziyor demektir. Ama bu demokrasi eksikliği olarak sayılamayabilir. Bu, oy atmayan seçmenlerin güvenini kazanamayan iktidardakilerin veya muhalefet partilerinin siyasi bakışlarının kabul edilemeyecek bir seviyede olduğunu göstermektedir. Demokrasi eksikliğine, Raymond Aron'un 1950'li yılarda konferanslarında Orta Doğu ülkeleri için kullandığı "paşa demokrasisi" kavramıyla işaret edilmektedir; çünkü demokrasi sabitlik ve iktidarın tam yönetimine göre değil, tersine stabil olmayan durumun, düşman yaratmayan bir siyasi bakışın rekabet üzerine kurulu siyasi görüşüdür.
Buna göre ne Avrupa içindeki ülkelerde ne de eski adıyla Üçüncü Dünya ülkelerinde seçim anlamında demokratik iktidarlar güven vermiyor. Bunun anlamı demokrasinin, seçim olarak düşünüldüğü dönemden uzaklaşması mıdır? Demokrasi seçim demek değilse, o zaman belki de demokrasinin "temsili tanımında" bir sorun ortaya çıkmıştır.
Bizde kamuoyu araştırmaları yapılmakta ve siyasi partilerin ne kadar seçmene tekabül ettiği araştırılmakta. Şu anda "karasız" diye adlandırılanlar yüzde on dört civarında gözükmekte"; ama kamuoyu araştırma şirketleri seçmelere başka sorular sorarlarsa belki de bu durum değişecek midir veya bu sonuç aynı kalacak mıdır? Eğer temsili demokrasiye, var olan siyasi partilere güvenmeme ve inanmama dünyasal bir süreç olarak canlanmaya başlarsa, o zaman belki de sadece demokrasinin seçim üzerinden anlaşılmasını değil, ama aynı zamanda seçim üzerine kurulu siyasi partilerin meşruluklarının da yok olmaya başladığını mı düşünmek durumundayız? Temsili demokrasinin büyük krizi mi?
Gilles Deleuze 1980'li yılların sonlarında, Jacques Ranciere ise 2005 yılındaki kitabında (Demokrasi Nefreti, Türkçesi 2014) bu durumu çok önce saptamışlardı. Temsili demokrasinin krizi son otuz yıldır konuşulmaktaydı. Daha önceleri de Avrupa'da totaliter yönetimler sırasında bu "temsil krizi" söz konusu edilmişti. Ve zaten yakın zamanlarda "temsili demokrasinin" faydalarını ileri sürenlerin kanıtları, Avrupa'daki 1920 ve 1930'lu yıllara bir daha geri dönülmemesi içindi. Bunu modern kitle toplumlarının sosyal ve ekonomik yanılsaması olarak mı görmeli? J. Ranciere bize demokrasiye karşı duyulan nefretin demokrasinin tarihi kadar eski olduğunu hatırlatmakta: Antik Yunan'dan başlayan bir nefret.
Bugün ise, sonsuzcasına arzunun kat etmekte olduğu kitle ve tüketim toplumu içindeki insanların hoşnutsuzluğu bu durumu mu ortaya koymakta? Son otuz yıldır alım güçleri düşen alt ve hatta orta sınıfların memnuniyetsizliği değil sadece demokrasiye olan inancın kaynağı. Sadece "Üçüncü Dünya" olarak adlandırılan yerlerde değil, ama aynı zamanda "refah toplumları" olarak "otuz zafer yılını" geçirmiş Avrupa'da da Amerika'da da benzer bir memnuniyetsizlik yaşanmakta. Son olarak; Trump'ın seçimi de, Capitol'e saldırı da, Fransa'daki Sarı Yeleklilerin eylemlerinin de ve hatta radikalize olan İslamcıların da ortak bir şekilde memnuniyetsizliği ve saldırganlaşmaya başlaması demokrasinin almış olduğu bu yeni durumu mu göstermekte? Demokrasiye olan nefret bu şiddeti mi tetiklemekte? Şiddetin artışı ile demokrasiye olan güvenin azalması arasında koşutluk kurmak mümkün olarak gözükmekte.
Beraberinde demokrasi nefreti başka bir kurumu da beraberinde sürüklemekte: Hukuka olan inanç zedelendikçe demokrasiye olan güven de yara almakta. Hukuksuzluk ortamında yaşamak ve hukukun sadede ceza vermek veya belirli bir ideolojiyi savunmak üzerine var olduğu zaman, demokrasiye olan güven azalmakta. Bu durum seçmenlere oy atmanın vereceği artı bir şey olmadığına inandırmakta değil mi? Özel mülkiyet, özelleştirmeler ile başlayan bir ekonomik sistemin açtığı insani yaraların hem demokrasiye hem eko sisteme hem de iklime zarar vermekte olduğu ise ayrı bir konu. Ama, hepsinin birbirlerine zincirlenmiş bir şekilde işlemekte olduğunu da düşünmeden geçemiyoruz. Geriye ifade özgürlüğü ve toplanma ve talepleri beyan etme özgürlüğü ile demokrasi arasındaki ince çizgi kalıyor. Bu da en azından, formel de olsa, demokrasiye olan inancı sıkı sıkıya tutmayı gerektirmekte değil mi? Gelecek uzun mu sürecek?