İçinde yaşamakta olduğumuz dünyada, sorunlar birbiri ardında sıralanıyor: En başta da yaşadığı yerden memnun olmayanların uzaklaşma arzusu, yaşadığı yerin nostaljisi içinde artık o yerleri tanıyamama, baskıcı rejimlerin baskılarına dayanamama, iklim şartlarının değişimi gibi sorunlar (zorunlu göç, siyasi, ekonomik, coğrafi ve iklim şartlarından), iltica, uzaklaşma, yaşama şartlarının değişimi) insanları yersiz yurtsuzlaştırmakta.
Şehirler tanınmaz birer manzara arz etmeye başladı. Her biri kötü bir dekor gibi durmakta. İçinde yaşayan insanların da canlılığı kalmamış. Neredeyse gerçek değiller. Değişmişler. Var olan ruhlarına maddi upuygunluk sağlayamamaktalar. İçindeki tüm varlıklar, bahçeler ağaçlar hayvanlar bitkiler, top sahaları, boş araziler, bütün bunlar varlıklarını kaybetmişler. Şehrin varlığı eski varlığını taşıyamaz olmuş.
Yaşanamayacak kadar kirli havanın solunduğu, yenemeyecek kadar kötü yemeklerin yendiği, ürünlerin artık çok uzaklardan gelmesi nedeniyle kokularını kaybettikleri ürünler haline gelmesi, kalitenin düşmesi, yemek yeme saatlerindeki oynaklıklar, ritim bozuklukları, kalp ritmindeki aritmiler, şehrin tansiyonunun yükselmesi ile birlikte hipertansiyon vakalarındaki artışlar, kötü yemek yeme ile obezlikle birlikte artan bir nüfusun görünürleşmesi, sağlıksız bir yaşam ile hayatın uzatılması, ilaçların içindeki kimyasalların bedene verdiği tahribatlar, tarım alanlarının artık şehir yakınlarında yer almamaya başlaması, bostanların binaya dönüştürülmesi, kırlık bahçelik ve koru alanlarında betonlaşmanın yer alarak nefes alma imkanlarını yok etmeye başlaması, havada kirli kimyasalların uçuşmasıyla birlikte zehir soluyan insanların artması, koku alma duyularının nerdeyse yok olmaya doğru yönelmesi, hayat pahalılığı ve değişik kültürlerin şehirlerde turizm veya yerleşme şeklindeki anomi ve yabancılaşma ortaya çıkarması yaşam imkanlarını kısıtlamaya başlıyor.
Doğduğu yerden uzaklaşan insanların gittikleri yerlerde aslında başka yerde yaşamalarına rağmen kafalarında var ettikleri eski anılar ve kişilere karşı hislerin var edilmesiyle canlı tutulan varlıklar (kayalar, ağaçlar, bağlar ve bahçeler, eski evler ve hatta apartmanların kat sayısı vb.) çıkış noktasına geri gelindiğinde tanınmaz hale büründüğünden, var edilenlerin, canlı tutulanların hayattan göç etmesiyle, artık varolmayan bir hale girmesiyle, büyük çöküntüler yaşanmakta. Ve yine kaybedilen yerlerin canlılığını hafızada bile saklayamayan duygularla birleştiğinde “yitik zaman peşinde” gitmenin bellekteki izi silinmeye başlıyor: Silinen izler, aslında, bizi yabancılaştıran öğelerin kendileri.
Burada bıkkınlık başlıyor: Var edilemeyen hafızanın taşıdığı atlaslar, manzaralar, görüntülerin izleri bile yok olmaya başladığında şehir bıkkınlık alanı olmaya başlıyor. Düşünün ki, uzun zaman kendi yaşadığı yerden ayrı kalmak zorunda kalmış bir insanın hafızasında saklamakta olduğu manzaraların akılda canlı tutulmasına rağmen, gözün sabitlediği, hafızaya sunduğu, yerleşmiş bir manzara imgesinin geri dönmesi imkânları geri geldiğinde, aklında kalan o manzarayı bulamamasının vereceği hayal kırıklığı insanı nasıl etkileyecektir?
Sadece ebeveynler, arkadaşlar, dostlar ve tanıdıkların değil, ama aynı zamanda manzaranın değişimi insanı nasıl bir halet-i ruhiye içinde bırakacaktır? Uzun bir zaman birimi içinde saklanan, sevilerek düşünülen, hatta düşünülmese bile imge olarak saklı kalan bir yerin gerçeği ile hafızadaki görüntüsü arasındaki büyük farkın etkisinin nasıl bir etki olabileceğini hayal etmek lazım.
Şehrin ruhunun yok olmasında söz etmekteyiz. Eski bir ruhun sığdığı şehir bedeninin büyümesiyle genişleyen bedene artık ufak gelen bir ruhun şehri terk ettiğini düşünebiliriz. Ruhun şehri terk etmesi ne demektir? Artık eski etkilerin ve duyguları duyamayan insanların aynı yerde şizofrenler gibi dolaşması demektir: Beckett’in kahramanları bunlar gibi değil miydi? Terk edilen İrlanda ve dili ve kültürü nerde yakalayacaktır terk edeni? Var olmak aynı ruhun içinde yaşamak demek değil midir? Değil ise, bugün yaşanmakta olan bıkkınlık içindeki bir arta kalmaktır. Bu, ruhen yaşamak demek değildir; tam tamına gerçekliğini kaybetmektir. Ruhun şehirdeki gerçekliğinin yok olmasının yaşanmasıdır.
Modernlik üzerine kurulu bir zihniyetin sadece rant üzerine dönmeye başlaması şehrin katledilmesiyle aynı anlamda ruha “ayıp etmek” anlamına gelmektedir. Sahteleşen bir görünümdeki insanların yaşadığı bir yer olarak şehir kaybettiği ruhuyla birlikte insanların da ruhlarını ve ruh hallerini değiştirmiştir: Nobranlık, kabalık, saygı yitimi, herkesin kendisini düşündüğü ve en ufak empatinin bile yoksun olduğu bir yaşam biçimine giren şehirleşme söz konusudur; çünkü o şehrin artık ruhu kalmadığına göre, o ruhun yitimiyle birlikte şehrin fiziki gerçekliği de geride kalmıştır. Şehir, artık bir yaşayan ölü gibi hareket etmektedir; ruhunu kaybeden ve yeryüzünde dolaşarak insanları tedirgin eden ruh gibi kaybettiği ruhu yerleşememiştir; Amerikalı Kızılderililerin inancında olduğu gibi yok olan bedenin ruhu, özgürlüğüne kavuşamamış bir şekilde hayalet olarak kol gezmektedir. Rahatsız edici bir ruh hali buradan kaynaklanır genelde. Gerçeklik artık varlığını yitirmiştir ve beklenen yok olmuştur.
Şehirlerimizdeki ve hatta sayfiye yerlerimizdeki (kasabalar ve artık statüsü olmayan köyler bile) bıkkınlık ve sıkıntılı yaşam; sadece o şehrin ekonomik boyutlardaki krizi değil, aynı zamanda varoluşsal bir bunalımı göstermektedir. Ruhunu kaybeden manzara artık akılda kaldığı imgeyi verememeye başladığında, o imgeyle yaşayanların ruhu da azalmaktadır; nefes alma imkânları yok olan şehirlerde, nefes aynı zamanda eski kadim kelimeyle birleşmekte değil midir? Nefes demek soluk almak olduğu kadar ruh demektir.
Uzun yaşadıkça bir insan, eski imgelere takılıp kalan bir bellek o kadar dolmaya başlar ki, daha önce gördüğü yaşamın ve manzaraların silinmeye başladığını fark ederiz. Zamanla azalıp, unutulanlardan geriye neler kalabilir? Hangi izleri taşır ruhu için olan belleğinde beden? Şartlanmış veya şartlanmanın dışında olsun, her seferinde yaşananın bıraktığı izler hala bir yerlerde durmakta mıdır? Bellek neleri taşımaya, saklamaya kabildir? Eğer saklananın ruhu gitmişse bellek buna ne kadar tahammül edebilir? Beden neleri yapmaya kabil ise bellek de anlamlarını veren şeyleri taşıma yetisine sahiptir. Ama belki de hemen şunu ileri sürebiliriz: “Ruh neleri taşıyabilir?” “Nelere tahammül edebilir?” “Neleri kaldırabilir ve neleri kaldıramaz ve de kaldıramadığı vakit insanın başına neler gelebilir?
Kaybolan şehir ruhunun parçası olamamanın verdiği acı (hüzün) bu mudur? Bir beden bunlara ne kadar dayanabilir?
Bugünün siyasetinin eko- gerçekliği bize bu sorularla birleştirmekte değil midir?
Ali Akay kimdir?
Ali Akay Paris’te, 1976-1990 yılları arasında Paris VIII Üniversitesi’nde Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilim okudu. 1990 yılından beri İstanbul’da, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesidir. Aynı Üniversitenin Resim Bölümü’nde 1992 yılından beri doktora derslerini sürdürmektedir.
Yurt dışında Paris, New York ve Berlin'de dersler vermiştir. Türkiye’de ve yurt dışında birçok kurumsal ve kurum dışı sergilerin küratörlüğünü yapmıştır.
1992 yılında Toplumbilim dergisini kurmuş ve 2011 yılına kadar bu dergiyi sürdürmüştür. 2011 yılında, Toplumbilim dergisinin yeni ismiyle şu anda devam etmekte olan Teorik Bakış dergisini kurmuştur.
Yurt içinde ve yurt dışında yazıları yayınlanmıştır ve sanat, sosyoloji ve felsefe üzerine birçok kitabı vardır.
|