İçinde yaşamakta olduğumuz dünyada, sorunlar birbiri ardında sıralanıyor: En başta da, yaşadığı yerden memnun olmayanların uzaklaşma arzusu, yaşadığı yerin nostaljisi içinde artık o yerleri tanıyamama, katı siyasi rejimlerin baskılarına dayanamama, iklim şartlarının değişimi gibi sorunlar insanları yersizyurtsuzlaştırmakta (zorunlu göç: siyasi, ekonomik, coğrafi ve iklim şartlarından, iltica, uzaklaşma, yaşama şartlarının değişimi). Şehirler tanınmaz birer manzara arz etmeye başladı. Her biri kötü bir dekor gibi durmakta. İçinde yaşayan insanların da canlılığı kalmamış sanki yaşamıyorlar da var olmaya çalışıyorlar, tutunmayı deniyorlar. Neredeyse gerçek değiller! Değişmişler. Şehirlerin şu andaki var olan ruhuna uyum sağlayamamaktalar. İçindeki tüm varlıklar, bahçeler, bostanlar, ağaçlar hayvanlar bitkiler, top sahaları, boş araziler, deniz ve içinde yaşayan canlılar (balıklar, yosunlar, deniz mahsulleri) bütün bunlar varlıklarını kaybetmişler. Şehrin varlığı eski varlığını taşıyamaz olmuş.
Yaşanamayacak, nefes alınamayacak kadar kirli havanın solunduğu, yenemeyecek kadar kötü yemeklerin yendiği bir dünyadayız. Ürünlerin artık çok uzaklardan gelmesi nedeniyle kokularını kaybettikleri ürünler haline gelmesi, yemeklerin yeme saatlerindeki oynaklıklar, ritim bozuklukları, kalp ritmindeki aritmiler, şehrin tansiyonunun yükselmesi ile birlikte hipertansiyon vakalarındaki artışlar, kötü yemek yeme ile obezlikte artan bir nüfusun görünürleşmesi, sağlıksız bir yaşam ile hayatın uzatılması, ilaçların içindeki kimyasalların bedene verdiği tahribatlar, tarım alanlarının artık şehir yakınlarında yer almamaya başlaması, bostanların binaya dönüştürülmesi, kırlık bahçelik ve koru alanlarında betonlaşmanın yer alarak nefes alma imkanlarını yok etmeye başlaması, havada kirli kimyasalların uçuşmasıyla birlikte zehir soluyan insanların artması, koku alma duyularının nerdeyse yok olmaya doğru yönelmesi, hayat pahalılığı, yaşama imkanlarını kısıtlamaya başlıyor.
Doğduğu yerden uzaklaşan insanların gittikleri yerlerde aslında başka yerde yaşamalarına rağmen kafalarında var ettikleri eski anılar ve kişilere karşı hislerin var edilmesiyle canlı tutulan varlıklar (kayalar, ağaçlar, bağlar ve bahçeler, eski evler ve hatta apartmanların kat sayısı vb.) bir gün çıkış noktasına varıp, geri gelindiğinde şehir tanınmaz hale geldiğinden, var edilen, canlı tutulanların hayattan göç etmesiyle, artık var olmayan bir hale girmesiyle, büyük çöküntüler ve yine kaybedilen yerlerin canlılığını hafızada bile saklayamama, eksik duygularla birleştiğinde, yitik zaman peşinde gitmenin bellekteki izi silinmeye başlıyor: Silinen izler, aslında, bizi yabancılaştıran öğelerin kendileri.
Burada, bıkkınlık başlıyor: Var edilemeyen hafızanın taşıdığı atlaslar, manzaralar, görüntülerin izleri bile yok olmaya başladığında şehir bıkkınlık alanı olmaya başlıyor. Düşünün ki, uzun zaman kendi yaşadığı yerden ayrı kalmak zorunda kalmış bir insanın kafasında saklamakta olduğu manzaraların yavaş yavaş canlı tutulmasına rağmen, gözün sabitlediği ve hafızaya sunduğu, yerleşmiş bir manzara imgesine geri dönülmesi imkanları kalmadığında, o manzarayı bulamamasının vereceği hayal kırıklığı insanı nasıl etkileyecektir? Sadece ebeveynler, arkadaşlar, dostlar ve tanıdıkların değil, ama aynı zamanda manzaranın değişimi insanı nasıl bir halet-i ruhiye içinde bırakacaktır ?
Uzun bir zaman birimi içinde saklanan, sevilerek düşünülen, hatta düşünülmese bile bilinçdışında imge olarak saklı kalan bir yerin, bugünkü gerçeği kaybolmuş görüntüsü ile hafızada yer etmiş görüntüsü arasındaki büyük farkın yol açacağı etkinin nasıl bir etki olabileceğini hayal etmek lazım. Düşünün ki, tuvaletler, lavabolar bile değişmiş ve hatta musluktan akan suyun tadı bile aynı değil !
Şehrin ruhunun yok olmasında söz etmekteyiz. Eski bir ruhun sığdığı şehir bedeninin büyümesiyle genişleyen bedenine artık ufak gelen bir ruhun şehri terk ettiğini düşünebiliriz. Ruhun şehri terk etmesi ne demektir ? Artık eski etkileri ve duyguları duyamayan insanların aynı yerde şizofrenler gibi dolaşması demektir: Beckett’in kahramanları bunlar gibi değil midir ? Terk edilen İrlanda, anadili ve kültürü nerde yakalayacaktır terk edeni ? Var olmak aynı ruhun içinde yaşamak demek değil midir ? Değil ise o zaman bugün yaşanmakta olan, sadece bıkkınlık içinde geçen bir arta-kalmadır. Bu, ruhen yaşamak demek değildir; tam tamına gerçekliğini kaybetmektir. Ruhun şehirdeki gerçekliğinin yok olmasının yaşanmasıdır.
Modernlik üzerine kurulu bir zihniyetin sadece rant üzerine dönmeye başlaması, şehrin katledilmesiyle aynı anlamdadır: Ruha ayıp etmek anlamına gelmektedir. Sahteleşen bir görünümdeki insanların yaşadığı bir yer olarak şehir, kaybettiği ruhuyla birlikte insanların da ruhlarını ve ruh hallerini değiştirmiştir: Nobranlık, kabalık, saygı yitimi, herkesin kendisini düşündüğü ve en ufak empatinin bile yoksun olduğu bir yaşam biçimine giren bir şehirleşme vardır; çünkü o şehrin artık ruhu kalmadığına göre, o ruhun yitimiyle birlikte şehrin fiziki gerçekliği de geride kalmıştır. Şehir artık bir yaşayan ölü gibi hareket etmektedir; ruhunu kaybeden ve yeryüzünde dolaşarak insanları tedirgin eden ruh gibi kaybettiği ruhu yerleşememiştir; Amerikalı Kızılderililerin inancında olduğu gibi yok olan bedenin ruhu, özgürlüğüne kavuşamamış bir şekilde hayalet olarak kol gezmektedir. Rahatsız edici bir ruh hali buradan kaynaklanır genelde. Gerçeklik artık varlığını yitirmiştir; ve beklenen yok olmuştur.
Şehirlerimizdeki bıkkınlık ve sıkıntılı yaşam sadece o şehrin ekonomik boyutlardaki krizinde yoktur, aynı zamanda bunun varoluşsal bir bunalımı vardır. Ruhunu kaybeden manzara artık akılda kalan imgeyi verememeye başladığında, o imge ile yaşayanların ruhu da zayıflamakta ve azalmaktadır; nefes alma imkanları yok olan şehirlerde, nefes, aynı zamanda, eski kadim kelime ile birleşmekte değil midir ? Nefes demek soluk almak olduğu kadar ruh demektir.
Uzun yaşadıkça şahit olan bir insanın, eski imgelere takılıp kalan bir belleği o kadar dolmaya başlar ki, gördüğü yaşamın ve manzaraların silinmeye başladığını fark ederiz. Zamanla azalıp, unutulanlardan geriye neler kalabilir ? Hangi izleri taşır beden ruhu için olan belleğinde, şartlanmış veya şartlanmanın dışında olsun, her seferinde yaşananın bıraktığı izler bir yerlerde durmakta mıdır ? Bellek neleri taşımaya, saklamaya kabildir ? Eğer saklananın ruhu gitmişse, bellek buna ne kadar tahammül edebilir ? Beden neleri yapmaya kabil ise bellek de sadece anlamlarını veren şeyleri taşıma yetisine sahiptir. Ama hemen şunu ileri sürebiliriz: Ruh neleri taşıyabilir ? Nelere tahammül edebilir ? Neleri kaldırabilir ve neleri kaldıramaz ve de kaldıramadığı vakit insanın başına neler gelebilir?
Ruh üşümesi bu mudur ? Kaybolan şehir ruhunun bir parçası olamamanın verdiği acı bu mudur ? Bir beden bunlara ne kadar dayanabilir ? Bugünün siyasetinin eko- gerçekliği bize bu sorularla birleştirmekte değil midir ? Ekolojik tahribat aynı zamanda ruh tahribatı değil mi ? Yok olmanın arakasından gelecek yeni bir çıkıverme olacak mıdır?