19 Ağustos 2024

Alain Delon “nedir?”

88 yaşında hayata veda ederken yeni nesillerden kim hatırlayacak Delon’u?

Bir ikon olarak kabul edilen, “Fransa’nın kutsal abidesi” olarak adlandırılan bir isim: Efsanevi rolleriyle Alain Delon. Geçen yüzyılda, 1957’de başlayan 1960’ta ışıklanan kariyeriyle, 21. yüzyılın başında hala etkisini sürdüren bir efsane olarak gözlerimizin önünde artık sadece imgesi durmakta. Bu efsane çelişkilerle dolu bir hayatı yaşadı.

Daha dört yaşındayken annesi ve babası boşandığında, hapishane gardiyanı bir üvey baba ile Fresnes Hapishanesi’ndeki diğer gardiyanların çocuklarıyla oynayarak büyüdü. Dokuz yaşındayken Nazi işgali sırasındaki Vichy hükümetin başkanı Pierre Laval, Mareşal Pétain’in yakın dostu olarak İspanya’ya kaçarken yakalandığında, Alain Delon onun tüfekle infazının şahidi oldu. Acı ve çelişki dolu bir hayata başlangıç elbette. “Hapishane’deki sesleri değil ama imajları” hatırladığını ifade etmişti. Kendi kişiliğini (bir Yunan tanrısı fiziğiyle) bu acıda ve çelişkilerde ve kadınların yardımıyla inşa etti.

Alain Delon

Bu çelişkileri, dönemiyle ilişkili olarak kendi hayatına etki etmiştir. Yukarıda bahsettiğim ailevi sebeplerden dolayı okulu bırakıp o zamanki adıyla Hindiçin’e (Vietnam’a) asker olarak giden, orada kendisini çok mutlu hissettiğini ileri süren Delon dönüşünde, zamanını Paris’te kafelerde Pigalle’de, gece hayatının serserileri ve fahişeleri arasında geçiriyor.

Ve ikonlaşma sürecine giren Alain Delon kariyerinin başlarında iyi yönetmenlerin filmlerinde oynamıştı. René Clement ile başlayan çizgisi, İtalyan Yeni Gerçekçiliğinin usta isimlerinden Luchino Visconti ile devam ediyor. Bu macera Rocco ve Kardeşleri filmiyle beyaz perdenin ışığına takılmıştı. Daha sonra Henri Verneuil’ün filmlerinde “Sicilyalılar Çetesi” (hayranı olduğu Jean Gabin ile birlikte) ile dikkat çeken bir filmin kahramanı oldu.

Fransız sosyolog Edgar Morin “Yıldızlar” adlı sosyolojik çalışmasında ikonlaşma sürecinin toplumsal alanda nasıl geliştiğini, o yıllarda, bize aktarmıştı. 1910 ile 1960 arasında yükselen bir star sistem ile sonrasında inişe geçen bu sistemin yapısı iki ayrı döneme tekabül etmekte. Sinemanın bir hayal dünyası olarak başlamasıyla ilk çizgi (Méliès'nin Aya Yolculuk'u) ve gerçek dünya arasında kurduğu başka bir çizgi (Lumière Kardeşlerin Fabrikadan Çıkan İşçiler'i) belki de sürecin içinde hep iç içe, yan yana, bazen de karşı karşıya durdu. Star Sistem hayal dünyası üzerinden gelişen bir çizgidir. Modern söylenceler olarak başlayan bu süreç içinde sinema dünyası “yıldızlar geçidi” olarak ilerledi.

Bilhassa Alman Ekspresyonizmiyle gelişen “yakın plan” çekimler yüzleri ön plana çıkarmaya başladı. Fotojenik bir sürecin bu çizgisi hayal olan ile gerçek temsili arasında gidip geldi. Sinema alanı bir dekor alanıydı; bir propaganda alanıydı. Hitler’in özel fotoğrafçısının çektiği fotoğrafların propaganda yönünü, en iyi anlayıp eleştirenlerden biri de Charlie Chaplin olmuştu, Diktatör'le. Yine İtalya’da Cinnecitta’yı kuran faşist diktatör Mussolini olmuştu. Stalin de popüler köy dünyasına ait aşk filmleriyle bu furyaya destek veriyordu Propagandaya karşı, Batı sineması ticari “meta sinemasını” geliştirdi. Bu sinema bizim hayallerimizi süsledi. Bizden o modelleri takip etmemizi talep etti ve bir ölçüde de bunu başardı. İlahlardan kitle sinemasına doğru yol alındı. Ama ilahlardan bazıları orada yerinde durmasını bildi.

Alain Delon yerini koruyabilenlerden biri oldu. Star sistemi yok eden aygıt ise televizyondu. Televizyonun evlere girmesiyle sinemanın krizi başladı. Fransa’da 1950’lerde başlayan bu süreç, bizde de 1970’lerde yaşandı. Sinemanın (bizdeki Yeşilçam) krizi televizyon ve diziler nedeniyle ortaya çıktı ve sinema psikedelik bir hava (bilhassa 1968’de Alain Delon’un oynadığı Motosikletli Kız filmi) ile zamanın psikanaliz ve erotizmini birleştirdiği zamanlarda, bizde de sinemamızdaki “erotik filmler” furyası da başlamış oldu. Aktörler bu sistemde oynadıkları rollerle özdeşleşmiş, rolleri neredeyse onları temsil etmeye başlamıştı.

Alain Delon bu bakımdan star sistemin içinden çıkan biri olarak oynadığı rollerin temsili olarak yaşadı. Canlandırdığı rollerde daha çok “kötü, saf veya haylaz genç” olarak gözüküyordu. Rocco ve Kardeşleri'ndeki boks sahneleriyle birlikte kavgacı-dövüşçü bir tipoloji ortaya konulmaktaydı. Ama hayat ona hep darbe vurmaktaydı. Seyircinin hayal dünyasına seslenen bu tarz sinema ilahlar ortaya çıkarmasını bildi. Eski Yunan tragedyası gibi sinema halkın beklediği kahramanları halka sunmasını bildi.

Fransız ve İtalyan star sistemi Alain Fabien Maurice Marcel, Delon’dan bir Alain Delon yarattı. Sinema gerçek insanların kendilerini değil, ama temsil ettikleri rolleri sundu. Kadınlardan vamplar, erkeklerden ise kahramanlar yaratmasını bilen bu sinema 1930’lardan itibaren daha realist filmler yapmaya başlamıştı; ama asıl realizm, savaş sonrası, İtalyan Yeni-Gerçekçiliğiyle kendisini gösterdi; çünkü stüdyodan ve dekordan gerçek sokaklara geçildi. Savaş sonrası Roma şehri bunun örneğiydi (Rosselini'nin Roma, Açık Şehir'i.)

Kötü karakter, serseri ve yakışıklı genç Alain Delon haksızlıklara uğrayan bir serseriydi ya da kanun adamıydı (Samuray-Le Samourai, Ateş Çemberi-Le Cercle Rouge, Gecelerin Adamı-Un Flic); aynı zamanda iyi olarak resmedilmekteydi. Karakteri biraz zordu rollerinde. Hep kadınlara zaafı vardı bu kahramanın; o yüzden de başı belaya girebilmekte, kanunlarla ve adetlerle sorunlar yaşayabilmekteydi (Sicilyalılar Çetesi). Jean Gabin ile birlikte oynadığı Şehirde İki Adam filmi bize Victor Hugo'nun bir karakterini hatırlatmaktaydı: Sefiller ’deki Jean Valjean. Hugo'nun eserinde açlıktan ekmek çalan, sonra bunun cezasını çeken, sonrasında hayatta başarılı olmuş bir adamın yaptığı ilk hatalarını toplum affetmiyordu. Aynı hikâye bu sefer modern zamanlarda geçmekteydi. Şartlı tahliyeyle hapisten çıkan Delon nasıl kurtulacaktı daha önce yaşadığı hayattan? Bu, sanki Alain Delon efsanesinin kendisiydi. Hayatta yaşadıkları ile oynadığı roller örtüşürcesine basın onu takip etmekteydi.

Hayatında kadınlar, en güzel kadınlar oldu. Cannes Film Festivali onun aşklarıyla çalkalandı: Romy Schneider (1959-63 arası nişan- halbuki Jacques Deray’nin La Piscine (Havuz) filmi 1969’daydı), Nathalie Delon (1964-1969 evlilik.) Sonra ise dedikodular dünyası: Brigitte Bardot, Mireille Darc, Anne Parillaud bunların en bilinenleriydi. Star sistem, ilahları ikili olarak sevmekteydi: Ama sürekli değil; tıpkı Yunan tanrıları gibi bir kadından başka bir kadına giden yarı-tanrı erkekler efsane yaratmaktaydı. Bugünkü dünyamızdan ne kadar uzakta olduğumuzu burada görmekteyiz!

Bugün “siyasi olarak doğru olmayan” ne varsa star sistem onu doğru olarak basına yansıtmaktaydı. Halk inanmakta mıydı bu masallara? Evet inanmaktaydı diyebiliriz; çünkü herkes bu haberlerle eğlenmekteydi. Bugünün dizileri neyse o zamanlarda da sinema benzer bir rolü üstlenmekteydi; ama zihniyetler değişmişti artık!

Sinemadaki kendi rolüne bürünen ve Jean-Paul Belmondo ile gerçekleştirdiği Borsalino Çetesi (Prodüktörlüğü üstlenen Alain Delon’un kendisiydi -1970 ve ikincisi 1974-) tatlı, kahraman hırsızları beyazperdeye taşımaktaydı. Bu kahramanlar aslında iyilerdi; ama kriz yıllarını yaşamak zorunda olmaları ve var olma mücadeleleri onları yasadışına itiyordu; sonuçta bunlar toplum içinde haksızlığa uğrayanlar değiller miydi? Bonnie and Clyde'da olduğu gibi. Ve zaten Serge Gainsbourg’un Bonnie and Clyde adlı şarkısını Brigitte Bardot söylemekteydi. Dönem asilerin dönemiydi. Motosikletli asi gençlik, 1950’li yılların savaş sonrası krizine tekabül etmekteydi. James Dean ve Marlon Brando gibi Alain Delon ve Jean-Paul Belmondo da efsane bir ikili olmuştu; sadece Fransız sinemasında değil, o dönemin dünya sinemasında da. Bu iki ilahın filmleri her ülkede gösterilmekteydi. Dünya onları tanıyordu. O anlamda toplumlar ve adetler üzeri ilahlardı, bu sinema yıldızları.

Alain Delon bu ününü ölene kadar sürdürenlerden birisidir. Efsaneyi kendi ürettiği, oynadığı ve senaryolarını yazdığı filmlerde yeniden üretmesini bildi. Tabiri caizse “vurdulu kırdılı” filmlerde oynadı. Silahlar konuştu; haklar haksızlığa döndü. Çingene filminde Alain Delon bir azınlık halkının sorunlarını bir Çingene kahraman olarak ortaya koymaktaydı ve bu, 1970’lerde azınlık sorununun ne kadar önemsendiğini bizlere göstermektedir. Tıpkı Monsieur Klein filmindeki gibi. Yahudi olduğunu sonradan öğrenen bir iş adamı kendisine kondurmadığı etnik kökeniyle yüzleştiğinde kendisini Temerküz Kamplarında bulmaktaydı. Vahşet için sınıfsal aidiyet değil etnik köken önemliydi.

1980’lere yaklaşıldığında dünya başka bir sermaye rejimine girmişti: Neo-liberalizm ve muhafazakâr devrim. Sinema kahramanları da buradan nasiplerini alacaklardı. Reagan dönemi buna müsait bir sinema ortaya koymaya başlamıştı. Alain Delon daha popüler ve daha basit kahraman polis rollerine soyundu. Ya hayduttu ya da dedektif (Polis veya Haydut, Gizli Silah, Katillere Af Yok). Buna rağmen haksızlıklar hala sürmekteydi. Şok filminde sahte bir doktoru canlandırmaktaydı: Göçmenlerin kanını kullanarak zengin müşterilerine kan içiren ve onları gençleştirmeye çalışan, göçmenleri ölüme terk eden cani bir doktoru.

1980’lerde başlayan bu süreç zarfında basının sunduğu Alain Delon aynı imajı artık saklamıyordu. Siyasi olarak bazı çıkışlar yapmaya başlamış ve Fransız kimliğini savunan Fransız aşırı sağıyla flört eden bir tip oluşmaya başladı. Artık halkın her kesiminin sevdiği biri değildi. Yine de kadın dergilerine göre, yaşlanmaya başlamasına rağmen “en yakışıklı Fransız aktörü” unvanını taşımaya devam ediyordu ve bunu yıllarca da sürdürdü.

En son 2019 yılında Cannes Film Festivali’nde ona verilen “Onur Palmiyesi”, hayat boyu başarı ödülü kadınların tepkisini çekmişti. Toplumsal hissiyat ve hatta normlar değişti: “Me Too” ile kadınların maço, homofobik hatta ırkçı lafları olan erkeklere, isterse Alain Delon gibi çok yakışıklı olsun, sempatisi kalmadı. Haydut ve erkeksi yan yana artık işlemez olmuştu. Sinemanın da toplumsal alanın da artık ilahlara değil, ilahlar döneminde arkada bırakılanlara ihtiyacı vardı. Normlar erkeksi olmaktan uzaklaşmaktaydı 1990’lı yıllardan beri kadın hareketi maço erkekleri kaldıracak, onlara hoşgörü gösterecek halden çıkmıştı.

1967 yılında Motosikletli Kız filminde kamera karşısına beraber çıktığı Marianne Faithfull’un “çok nazik ve cazibe dolu” olarak nitelediği Alain Delon, 21.yüzyılda “eski bir dünyanın” ilahı olarak kalmıştı. Ve sonunda kızının ona olan sevgisi Delon’a ışık ve sıcaklık vermekten öteye gidemiyordu. Hayvanlarıyla Paris dışında yalnız yaşıyordu, hatta “hayvanlara iyi davranılması için” Çin hükümetine bir mektup bile yazmıştı. Brigitte Bardot ve Alain Delon iki büyük yıldız “hayvan sevgisi” içinde hayatlarının sonunu geçirdiler.

Delon, bir zamanlar ilahtı. Kendi rollerinin temsili oldu. Hayatı rollerinin içine girdi. Toplumsal tansiyonları takip etti edebildiği kadar; ama o eski dünya geride kalmıştı. Önünde ise hayatın sonundaki son nefes kalmıştı. Bir serseri olarak başladı hayatına, star sistem içinde bir efsaneye dönüştü. Sonra yavaşça bir yıldız kaydı. Belki hayranı değildik; belki de onun bazı rollerini ve bilhassa Dostoyevski karakterini takdir ettik (1972’de taşralı bir felsefe profesörünü oynadığı rolünde, Profesör filminde kumarbaz bir felsefeciyi canlandırmıştı, Çingene’de başkaldıran bir Çingeneyi, Monsieur Klein’de Temerküz Kampları’na gönderilen bir Yahudi’yi, Şehirde İki Adam’da kaderinden kaçamayan bir suçluyu, Aceleci İnsan’da bir sanat tacirini canlandırmıştı.)

Dönem değişti artık. Koleksiyonunda Rembrandt, Véronese, Géricault ve Bugatti’nin bronz heykelleri gibi dikkat çekici sanatçıların bulunduğu hazinesinde Alain Delon “Her şey sahte, her şey kötü, saygı kalmadı” diyordu daha 82 yaşındayken.

Bugün 88 yaşında hayata veda ederken yeni nesillerden kim hatırlayacak Delon’u? Yakın zamana kadar anketlerde Fransa sinema tarihinin en yakışıklı aktörüydü. En iyi ve en yakışıklı aktörlerden biri olmayı, her şeye rağmen, hak etti. Onun üzerinde sahne ışıkları, ebedileşen bir sinema tarihinin içinden geçerek, hep durmakta.

Bazı ikonların, belki de önce “kim olduklarını” değil, “ne olduklarını” sormak gerekecektir. Onları herkes bilir; en azından onların zamanında yaşayanlar. Ama, bu tip ikonların ne olduklarına, toplumsal alanda hangi nesne (ne?) olduklarına bakmak, “nedir?” sorusunu sormak hem onların hem de içinde yaşadıkları zamanın ne olduğunu anlamaya yarayacaktır. Kim oldukları ise daha açığa çıkabilecektir.

Ali Akay kimdir?

Ali Akay Paris'te, 1976-1990 yılları arasında Paris VIII Üniversitesi'nde Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilim okudu. 1990 yılından beri İstanbul'da, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde öğretim üyesidir. Aynı Üniversitenin Resim Bölümü'nde 1992 yılından beri doktora derslerini sürdürmektedir.

Yurt dışında Paris, New York ve Berlin'de dersler vermiştir. Türkiye'de ve yurt dışında birçok kurumsal ve kurum dışı sergilerin küratörlüğünü yapmıştır. 

1992 yılında Toplumbilim dergisini kurmuş ve 2011 yılına kadar bu dergiyi sürdürmüştür. 2011 yılında, Toplumbilim dergisinin yeni ismiyle şu anda devam etmekte olan Teorik Bakış dergisini kurmuştur.

Yurt içinde ve yurt dışında yazıları yayımlanmıştır ve sanat, sosyoloji ve felsefe üzerine birçok kitabı vardır. 

Yazarın Diğer Yazıları

Ahtapot toplumu

“Ahtapot gibisin kardeşim” dercesine topaklaşan insani ilişkilerin ideolojik, sınıfsal, etnik değerlerin üzerine kurulmadığını görmekteyiz; ama buna rağmen de yine kimlik söz konusu olduğunda kimlikleşmenin özdeşleşmesini de takip etmekten kendimizi men edemiyoruz

Açık Radyo yoksa küresel fenomenlerden nasıl haber alacağız?

Doğanın ve atmosferin haberlerini almak için bu radyoya Türkiye’de herkesin ihtiyacı vardır. Bunca ödül almış olan ve neredeyse otuzuncu yılına gelen Açık radyo, adı üstündedir: Vazgeçilemez ki “açık” kalmalıdır

Duyguların dağılımı

Şiddet sadece siyasi alanı değil her yeri sarmaya başladığından dolayı bireyselleşmeye başlayan bir psikoloji söz konusu

"
"