Hepimiz içinde olduğumuz dönemin sahte haberlerle dolu olarak geçtiğini ve kamuyu yanıltma ve kanaatlere dönük sahte haber yayma yollarının devletlerin hizmetlerinde yer almakta olduğunu görmekte ve okumaktayız. Brexit’ten Trump’ın seçimlerine kadar bu süreç yazıldı çizildi. Sahteliğin her yerde bulunduğunun da farkındayız.
Hatta o kadar ki, sanatların 20. yüzyılın başında çoğaltılmayla yapılmaya başlandığını ve sanayi ürünlerinin sanat eseri olarak kullanılmasının ardından (Ready made) Benjamin’in “tekniğin yeniden üretildiği çağda” sanat eserlerinin üzerine olan makalesinin ünü de artık malumumuz. Teknolojinin bugünkü almış olduğu halinin, siyasi alanda gerçeğin yok olmaya yüz tutmasıyla alakalı olduğunun üzerine de yazdılar ve yazdık. Hatta post-modern kavramlarından biri olan simulakrum kavramının ve gerçekten daha gerçek olarak yapılan resimlerle hiper-gerçekçiliğin açıklamasını Jean Baudrillard çoklukla bize aktarmıştı.
Haber sitesi Medyascope'un yayınladığı habere göre, cumhuriyetin en yoğun gözetleme ağının kurulduğunu bildiriyor. Haber, G. Orwell’in “1984” romanına göre düzenlenmiş sanki. Ancak çok farklı bir döneme girildiğinin de farkında mıyız? Burada, egemen devlet modelinin artıkları kalmakta elbette; ama bunun yanında, sosyal medya ağlarının kullanıcılarının arzusu da “görünürlük” ve “sosyalleşme” adına kendi verilerini rahatça yaymaktan çok rahatsız değiller. İstedikleri kişiliği sergilemekteler. Bazen hatta değişik kimliklerle sergileniyor, kendilerini sunuyorlar. İstedikleri profili yayıyorlar. Hangi profil doğru hangisi değil her zaman belli değil. Olgular ile akıl arasındaki çelişki tüm zamanlardaki gibi sürüyor.
Hannah Arendt’in 1967 yılında New Yorker’a yazdığı makalede vurgulamış olduğu “olgu gerçeği” ile “rasyonel gerçek” veya bugünkü şeklinde söylemeye kalkarsak “olgu gerçeği ile “kanaat gerçeği” arasındaki hakikilik farkını da hatırlamak gerekebilir. Yaşanmakta olan, o halde 20. yüzyılın içinde başlayan ve bugün ise artık yeğinleşmiş bir şekilde yaygınlaşarak, genel kanaat haline giren durumun içinden nasıl çıkılacağı sorusu gerçek bir önem arz etmekte. Olgu gerçeği üzerine yaslanan ve sahteliği bunun üzerinden yürüterek saptıran ve kamuoyunun manipüle edilmesini sağlayan güç nereden gelmekte?
Sanırım bedava kullanım alanı olarak işlemeye başlayarak hayatlarımıza sızan iletişim aygıtları Facebook, Instagram, Twitter, WhatsApp, vb. gibi ücretsiz gibi gözüken iletişim ağlarının bu sektörde çok etkisi var. Bir kere ücretsiz olduğu bile gerçek dışı değil mi? Cebimizden para olarak çıkmayan ama para eden bilgilerimizin verilmesi çok değerli bir armağan olarak gözükmekte.
Bizim için fazla bir anlam taşımayan, ama parasal olarak meta değeri olan verilerimiz bizim sermayemiz aslında. Neleri severiz, neleri giymeyi arzu ederiz, hangi kitapları okuruz, hangi gazeteleri takip ederiz, hangi siyasi fikirlere sahibiz, hangi siyasi partilere oy atma eğilimlerimiz vardır vb. bir sürü görüş ve beğenilerimiz, bizim için sıradan olması dolayısıyla para etmez gibi gözükse de kamuoyu yoklama şirketlerinin veya reklam şirketlerinin var olmasını sağlayan piyasa araştırması yapan uluslararası şirketlerin para kazanma kaynağının bu olduğunu herkes belki de bilemeyebiliyor.
1969 yılında çıkan bir kitap (Korkut Borotav’ın 100 Soruda Gelir Dağılımı, ismi üzerinde Gerçek Yayınları tarafından yayınlanmıştı) reklam sektörünün sahtelik üzerine kurulduğunu, bazı markaların çekicilik imkânlarını sanatsal yollarla göz boyadığını anlatmaktaydı. O günler radyonun ve hatta belki de ancak televizyonun Türkiye’de yeni yerleşmeye başladığı yıllardı. Başarılı reklamcılar bu işi yönetmeyi bilinçli veya bilinçsiz olarak yapmaktaydılar. Marksist bir bakışla yazılan kitabın pabucu, daha sonraki liberalizm ve neo-liberalizm yıllarında dama atılmıştı. Reklam sektörü “solcu entelektüelleri” kullanmasını da başarmıştı.
Ancak; bugün sosyal medya ve sahte haber dünyasının işleme pratiklerine baktığımız zaman bu kitabın savlarının hem ekonomik hem siyasi hem de ekolojik anlamda pek de o kadar eskimediğinin farkına varmak yanlış olmayacak, kanımca. Sosyal medya dünyası (Facebook, Twiter vb.) arzularımız ve isteklerimiz sayesinde verilerimizi ele geçirmekte ve bunları satarak kullanabilmekte. Reklam sektörü olmasaydı belki de sosyal medya da olmayacaktı diye düşünmemek elde değil.
1950’li yıllarda NATO’ya giriş sürecinde ve Amerikan yardımları hem Avrupa’nın Batı’sına hem de Türkiye’ye gelmeye başladığı yıllarda, şirket ajanlarının, kapitalist piyasanın kar hadlerini arttırma süreci safhasında, araştırma yapmaya gittikleri ülkelerde bazı Amerikan mallarının beğenilmesi için anketler ve tavsiyelerde bulunduklarını bu süreci yaşayanlardan dinledik. Hangi Amerikan markasının diğer yerli üretimden daha etkili olduğunu tavsiye ettiklerini işittik.
1990’larda ise, şirketlerin, piyasa araştırması için sosyoloji mezunlarının araştırma tekniklerini kullanmayı tercih ettiklerini de yaşadık. Bugün ise reklam dünyasının bizim bu verilerimizi kullanarak, bize ücretsiz gibi hizmet veren teknolojik iletişim şirketlerinin sosyal medya içinde aldıkları rol eski egemenlik iktidarını bile geçmiş olabilir. Hatta belki de T. Hobbes’un devleti temsil eden Leviathan adlı kitabının anlattığı gibi, devlet denetlemesinin bile üzerinde bir yere gelmiş vaziyette olduğunun altı çizilebilir.
Ceberut devlet modeli artık imparatorlukçu formlarının dışına çıkmış bulunmakta. Ama başka bir açıdan baktığımızda ise, demokratik veya otokratik, tiranik post-modern toplumlarda ortak bir şekilde bazı nüanslarla, bu sistemin işlemekte olduğunu da görmekteyiz. Böylece, bu iki devlet yönetim modelinin arasındaki farklar çok da fazla olmayabilir (ama aynı da değildirler tabii). Devletlerin bazıları ikna yoluyla, bazıları ise baskı yoluyla benzer sonuçlara ulaşabilmekteler. Aralarındaki fark hukuku kullanma yollarıdır: Bazıları hukuk devleti adı altında yasamayı ön plana çıkartmakta, bazıları ise liberal olmayan yolları tercih ederek yürütmeye öncelik vermekteler. Tabii ki, birincisi birey haklarının devlet karşısında savunusunu yapmaktayken ikincisinde devletin rolü bireylerin üzerinde rol almaktadır. Kimi demokratik devletler bu hakları “istisnai hallerde” vatandaşlarının biricik önceliğinden ayırmayı çok büyük başarıyla gerçekleştirmekteler.
Olguları yaşayan veya okuyan ve duyan insanlarının büyük bir oranda ancak akıl yürütme ve bilgi sayesinde bunların gerçeğinin üstesinden gelmesi mümkün gözükmekte, Yoksa kamuoyunun kanaatlere yaslanarak birinci tür bilgiyle (kulaktan duyma haberlerin yaygınlaştırılmasıyla) yaşamasından ve siyasi tercihler kullanmasından kaçınmak zor gibi durmakta.
Ali Akay kimdir?
Ali Akay Paris’te, 1976-1990 yılları arasında Paris VIII Üniversitesi’nde Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilim okudu. 1990 yılından beri İstanbul’da, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesidir. Aynı Üniversitenin Resim Bölümü’nde 1992 yılından beri doktora derslerini sürdürmektedir.
Yurt dışında Paris, New York ve Berlin'de dersler vermiştir. Türkiye’de ve yurt dışında birçok kurumsal ve kurum dışı sergilerin küratörlüğünü yapmıştır.
1992 yılında Toplumbilim dergisini kurmuş ve 2011 yılına kadar bu dergiyi sürdürmüştür. 2011 yılında, Toplumbilim dergisinin yeni ismiyle şu anda devam etmekte olan Teorik Bakış dergisini kurmuştur.
Yurt içinde ve yurt dışında yazıları yayınlanmıştır ve sanat, sosyoloji ve felsefe üzerine birçok kitabı vardır.
|