21 Mart 2022
Ukrayna Savaşı’nda yaşanan “askeri çatışmaların” dışında kalan ve daha ziyade “enformasyon savaşı” başlığı altında konuşulabileceğini düşündüğüm bir-iki gözlemim var. Bunlardan birincisi, Rusya’ya karşı bundan birkaç yıl önce düşünülmesi kesinlikle “kabul edilemez” bulunacak bir ekonomik savaşın, Batı toplumları nezdinde giderek “kabul edilebilir” hatta “başka türlüsü düşünülemez” bir görünüme kavuşturulmaya başlaması. Bir diğeri de, Ukrayna’daki neo-Nazi gruplara yönelik politik söylemlerde bir değişimin yaşanıyor olması ve grubun Batı’daki “kabul görmez,” rijit karşılığının yavaş yavaş son bulmaya doğru gitmesi.
Her iki değişimde de siyaset biliminde “Overton Penceresi” adı verilen bir modelin işletildiğini gözlemliyorum. Bu nedenle, bu gözlemlerimi o “pencereden” ayrıntılı şekilde temellendirmeden önce, biraz modelin kendisinden ve sahibi Joseph Paul Overton’un özellikle de “think tank” kuruluşlar için çığır atığı düşünülen yaklaşımından söz edeyim. Sonra, gözlemlerin güncel açılımları üzerinde dururuz. Avrupa’nın ve belki de dünyanın girmekte olduğu yeni dönemin ipuçlarını da barındıran bu gözlemlerle nereye gittiğimizi, bu yolda hangi taşların nasıl süreçlerle önümüze döşenmekte olduğunu daha iyi görebiliriz, diye umuyorum.
Joseph P. Overton, siyaset bilimine daha çok kendi adıyla (Overton Penceresi) anılan bir teori armağan etmiş Amerikalı bir bilim insanı. Onun Merkezi Michigan’da bulunun muhafazakâr eğilimli düşünce kuruluşu Mackinac Toplumsal Politikalar Merkezi’nde (MCPP) yönetici olarak görev yaptığı 1990’lı yıllarda, pencere analojisi üzerinden geliştirerek şematik olarak da tariflendirdiği “söylem penceresi” konsepti, siyaset teorisinde iz bırakmış bir model. Teorisinin yaygın kabul gören bir kuram haline geldiğini göremeden 43 yaşında (2003) hayatını kaybeden Overton’a göre, kamuoyunda kabul edilebilir fikirlerin ve politika önerilerinin kendilerine bir toplumda uygulama sahası bulabildikleri bir “pencere” var. İki ucunda kabul edilemez gibi duran ekstrem seçeneklerin yer aldığı, aralarda da derece derece daha ılımlı seçeneklerin bulunduğu bir eksende hareket eden bir sürgü gibi bu pencere; kabul edilebilir fikirlere açılıyor. Overton’un 2003’teki vefatından sonra şirket yöneticilerinden Joseph G. Lehman, düşünce kuruluşları için “The Overton Window of Political Possibility” başlıklı bir sunu hazırladıktan sonra, kavram artık “Overton Penceresi” olarak anılmaya başlandı. Bu pencereyle ifade edilen “kabul aralığı,” daha önce kabul edilemez olduğu düşünülen fikirlerin, toplumun çok da fark edemeyeceği bir dizi gelişmiş tekniğin devreye sokulmasıyla uzun vadede nasıl kabul görür/hatta norm haline gelebileceğini, bir başka ifadeyle kamuoyunun bir konudaki görüşünün nasıl değiştirilebileceğini de açıklıyor. Yani sabit değil bu pencere, hareket edebiliyor.
Overton’un bu modelini daha iyi kavrayabilmek için örgün eğitim örneğini ele alabiliriz. Farklı fikirlerin üzerinde yer aldığı bir eksen düşünelim önce. Dikey bir eksen olsun. Fikirler yelpazesini simgeleyen bu eksenin iki ekstrem ucu olacaktır. Yukarıdaki uç, devletin düzenleyici otoritelerinin regüle etmediği/ devlet yatırımının da sıfır olduğu bir örgün eğitim yapısını işaret etsin. Aşağıdaki uç ise tam bir regülasyonun olduğu/herkesin devlet okullarına gitmesinin zorunlu olduğu bir örgün eğitim seçeneğini göstersin. Yani birbirine 180 derece zıt iki kutbu olsun bu eksenin.
İşte, “overton penceresi” ile anlatılan, bu iki uç arasında bir yerlerde, toplumca kabul gören, yani siyaseten güvenli fikirlere açılan –toplumca kabul edilebilir- bir aralık olduğudur. Toplum, iki ucun dışında ikisini de belirli ölçülerde içeren karma bir modelden yana ise pencere ortalarda bir yerdedir, demektir. Pencerenin dışında kalan alanlar, toplumun kabul edilebilir bulmadığı ya da radikal seçenekleri temsil eder. Özetle, uçlardaki iki ekstrem seçenekten belki hiçbiri kamuoyunda hâkim konuma gelmeyecek, ancak bu yelpaze içinde “overton penceresi” dediğimiz aralıktaki politikalar kendilerine uygulanabilme olanağı bulacaktır. Yani olası sosyal politikalar o açık olan pencereden topluma girebilecektir. Ancak, tabii Overton’a göre, fikirlerde değişim sağlayarak pencerenin uçlara doğru kaydırılması ve bu şekilde toplumu yönetenlere arzuladıkları politikalar için uygulama sahası açabilmek mümkündür.
Bu, bir toplumda tabandan başlatılacak bir seferberlik ile sağlanabileceği gibi, “think-tank” olarak adlandırılan düşünce kuruluşlarının çabaları ile de mümkün olabilir. Overton tabii ikinci seçeneğe odaklanmıştı. Amerikalı siyaset bilimci, daha 90’lı yıllarda, düşünce kuruluşlarının artık geleneksel rollerinin dışına çıkmaları ve siyasetçiler adına lobicilik faaliyetleri yürütmekten sıyrılarak kamuoyuna odaklanmaları lazım geldiğini söylüyordu. Daha teknik bir ifadeyle telaffuz edersek, Overton bu kuruluşların pencerenin dışında kalan politik seçenekleri belirli tekniklerle pencerenin içine dahil edebileceklerini, bu şekilde seçmenin bakışının değiştirilebileceklerini savunuyordu.
Ve özetle diyordu ki: Bazı fikirler kendilerine ancak sınırlı, küçük bir çevrede taraftar buluyor olabilir. Ancak düşünce kuruluşları bu fikirleri toplumun gündemine taşıyarak konuşulmalarını sağladıkça, politik tartışma atmosferinde bir süre sonra bu fikirlere yöneltilmiş eleştiriler/tutumlar, tabular belirleyici olmaktan çıkacak ve seçmenin bir zamanlar radikal bulduğu ya da “yok canım, o bir hayal” dediği fikirler uygulanabilir hale gelebilecek, hatta belki norm olabilicektir.
Overton’un bu yaklaşımı, neticede “think-tank” olarak adlandırılan düşünce kuruluşları üzerinde çok etkili oldu. Tabii algı ve itibar yönetiminin benzer derecelerde önem taşıdığı reklam dünyasında da.
Pencerenin aşağı/yukarı ya da (ekseni yatay düşüneceksek) sağa/sola kaydırılarak radikal gibi görülen fikirleri kapsar hale gelmesine yakın tarihten bir örnek vermek gerekirse, Britanya’nın Avrupa Birliği’nden (AB) ayrılma süreciyle ilgili tartışmaları sayabiliriz. Hatırlanacağı gibi, “AB ile bir anlaşmaya varıp ayrılmalı mıyız, yoksa Birlik içinde mi kalmalıyız” tartışması, toplumun gündemini uzun süre meşgul etmiş ve siyasal partilerde epeyce krize yol açmıştı. Britanya’nın bu süreci Boris Johnson’ın Başbakanlığı döneminde “anlaşmasız Brexit” ile sonlandırması, buna bir örnek olarak verilebilir. Tarafların gelecekteki siyasi ve ticari ilişkilerini tarif ve inşa etmelerine olanak tanıyacak bir anlaşmaya varmadan Britanya’nın Birlik’ten ayrılması, toplumda birkaç yıl öncesinde kabul gören, uygulanabilir olduğu düşünülen bir fikir asla değildi. Ancak söylem penceresi kaydırılarak uçta gibi duran, “radikal” gibi görünen “anlaşmasız Brexit” politikası kendisine uygulama şansı bulmuş oldu.
Dolayısıyla, daha önce kabul görmeyeceği düşünülmüş hatta alay konusu bile olmuş ekstrem bir fikir, ilelebet “imkânsız” kalacak diye bir şey yok. Tarih bunun, Hitler’in yükselişi gibi, eşcinsel çiftlerin evliliği gibi sayısız örnekleriyle dolu. Uçta gibi görünen fikirler bir şekilde pencerenin içine dahil edilebilmekte ve bir zaman sonra “kaçınılmaz politika” haline ge(tiri)lebilmekte. Hatta öyle ki, toplumlar bu sefer de kendilerini “başka türlüsü zaten olmazdı/olamazdı” diye düşünürken bile bulabilmekte. Covid-19 pandemisi ve paniğinin yol verdiği “önlemler” bu konuda başka bir örnek.
Peki nasıl oluyor da, “söylem penceresi” bir eksen üzerinde bu şekilde kaydırılabilmekte, yani toplum başka türlü düşünmeye ikna edilebilmektedir?
Aslında bunun zor bir cevabı yok; kabul edilebilir bulunmayan ya da “radikal” addedilen fikirleri önce ciddiye alıp bilim adamlarının da dahil edildiği bir süreçle toplumun gündemine taşıyorsunuz. Böyle olduğunda toplum tabii ki bu fikirleri öyle hemen benimseme yoluna gitmiyor. Ancak bu yönde, tartışmaya, kafa yormaya daha meyilli hale geliyor. Sıralama şöyle işliyor: Düşünülemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez, tabu gibi görünen konular önce o kategoriden çıkıp “radikal” fikirler olarak sunuluyor. Daha sonra “kabul görmesi mümkün” diye değerlendirilip ardından “kabul edilebilir” ya da “makul” diye düşünülebiliyor, takiben de toplumca benimsenen “popüler” bir düşünce haline gelebiliyor. Nihayet siyasetçilerin uygulayacağı bir politika ve derken bir “norm” haline dönüşebiliyor. Böyle bakıldığında, Türkiye’nin de yakın sayılabilecek tarihinin bu konuda epeyce örnek barındırdığını ve araştırmacılara bu perspektiften tezler yazma olanağı veren bir potansiyel taşıdığını görebiliriz.
Küresel ölçekte ise, daha önce hayal bile edilemeyen güvenlik önlemlerinin “11 Eylül” sonrasında özellikle ABD ve Avrupa’da hayata geçirilişini bir başka örnek olarak verebiliriz, sanıyorum. Tabii, benim bu yazıyı kaleme almaktaki maksadım, Ukrayna Savaşı’ndaki “bilgi çatışmalarında” Overton penceresinin işleyişine dair örnekler bulunduğuna işaret ederek bunları temellendirebilmek. Şimdi gelelim, Ukrayna Savaşı’nda “askeri çatışmaların” dışında kalan ve daha ziyade “enformasyon savaşı” başlığı altına girebileceğini düşündüğüm gözlemlerime…
1) Ukrayna’daki Azov Taburları vd. neo-Nazi gruplara yönelik politik söylemler ve bakış açısında Overton Penceresi modelinin işletildiğini ve bir değişimin gerçekleştirildiğini görüyoruz; grubun Batı’daki kabul görmezliği giderek son buluyor:
Ukrayna’da ordunun entegre bir parçası olan ve savaşın başladığı tarihten itibaren hakkında çok konuşulan Azov Taburlarına yönelik algımızda küresel ölçekte bir değişim yaşanmakta olduğunu sanırım artık tespit etmemiz gerekiyor. Neo-Nazi grup ve yapılara dair, II. Dünya Savaşı’nın sona erdiği tarihten bu yana -özellikle Avrupa ve Amerikan toplumlarında- güçlü bir tepki oldu. Toplumda onları çağrıştıran sembollere yönelik reaksiyon da çok netti. O sembollerin kullanımına zaten pek çok ülkede yasaklar getirilmişti. Belki de, bunlar Ukrayna Savaşı öncesinde böyleydi, demek lazım. Zira Batı’da “kabul edilemez” görülen ideolojiyi sembolleriyle birlikte benimsemiş olan gruplara dair algı, basın, düşünce kuruluşları ve siyasetçilerin elbirliğiyle değiştiğini görüyoruz.
Bu süreç şu ana kadar şöyle işledi: Önce Azov Taburlarının “kabul edilemezliği” fikri, “üyelerinin aşırı sağcılardan oluşması dolayısıyla tartışmaların da odağında” denilerek, “tartışmalı” yapıldı. Tabii bu tartışmalarda gruba tartışma götürmez (!) bazı atıflar yapıldı: “İyi eğitimli savaşçılardan oluşan gönüllü bir birlik, vs.” Grup için “tartışmaların odağında” denilmesinin nedeni ise şöyle açıklanıyordu: “üyelerinin milliyetçilerden ve aşırı sağcılardan oluşması.”
Kamuoyunu rahatsız eden hususlar, daha ziyade semboller düzeyinde yoğunlaşıyor gibi görülüyordu. Malum, Azov Taburları, II. Dünya Savaşı’nda Nazi ordusunun en deneyimli ve güçlü tümenlerinden olan ve hem Polonya’nın hem de Fransa’nın işgalinde görev almış 2. SS Panzer Tümeni’nin (Das Reich) simgesi olan “kurt kancası” sembolünü kullanıyor.
Kurt kancası sembolü de bu arada “faşizmin simgesi” imiş, ne gam! Zaten, “Nationale Idee” (Milli Ülkü) sözcüklerinin baş harflerini oluşturan N ve I harfleri değil mi o simgeyi oluşturan stilizasyonun temeli?
Birileri Overton penceresini bu şekilde kaydırıp faşistleri de “ülkücü” kategorisinde pencereden içeri almaya başlayınca, bu kez Facebook, Azovculara “Ukrayna’nın savunulması” bağlamında yaptıkları katkıları dikkate alarak ve sadece “aşırı sağ” vurgusu yaparak bir istisna getirdiklerini açıkladı. Gruba yönelik beğeni ve methiyelerin önü böylece resmen açıldı. Alman siyaset bilimci Andreas Umland da, “normal şartlar altında aşırı sağcılığı, savaşa sebebiyet verebilecek tehlikeli bir şey olarak görürüz. Ukrayna'da ise gidişat ters yönde,” şeklindeki ifadeleriyle bu istisnaya (!) “bilimsel” meşruiyet kazandırmış oluyordu.
Eh zaten aşırı sağ dediğimiz yapılar da Fransa’dan Danimarka’ya, Almanya’dan Macaristan ve Polonya’ya, İsveç’ten Norveç’e Avrupa’nın her ülkesinde, hem de yasal bir zeminde varlık göstermiyor mu! O kadarcık “aşırılık” neticede “bizim çocuklarda” da olur! Zaten milliyetçilik de kötü bir şey değil. Hele de “iyi eğitimli,” “gönüllü” ve Ruslara karşı mücadele veren “savaşçı” yapılarsa bunlar.
Bu tip tartışma ve açıklamalarla bir şeyler değişmeye başladı. Bir zamanlar bu grupları “neo-Nazi” olarak değerlendiren İngiliz yayın kuruluşu BBC, “Nazilerin en çok bilinen sembolü svastika (gamalı haç) Ukrayna'da asker üniformalarında karşımıza çıkmıyor” derken, ne Azovcuların kurt kancası amblemine değiniyor ne de flama ve üniformalarında kullandığı ve Nazi referansı taşıyan “kara güneş” sembolü için anlaşılabilir bir açıklama yapıyordu. Sadece, NATO'ya da çalışan bir düşünce kuruluşunun İngiliz araştırmacısı Keir Giles’in, “Rusya, Avrupa'da düşman gördüklerine ve bizzat saldırdıklarına Nazi yaftası yapıştırmakta hiç vakit kaybetmez,” şeklindeki, son derece bilimsel (!) gerekçelendirmesini alıntılamakla yetiniyordu.
2015’te grubun “açıkça Neo-Nazi” olduğunu ifade eden New York Times gazetesi de bugün artık farklı bir tondan çalan medya kuruluşları arasında. Gazetenin Moskova Büro Şefi Anton Troianovski, geçen hafta neo-Nazileri, “Ukrayna’nın milliyetçi grupları” veya “aşırı sağ askeri birimi” diye tanımlarken, Facebook’un “aşırılık karşıtlığı” politikasına Azov Taburları özelinde istisna getirişini ve gruba yönelik övgülere kapılarını açışına dikkat çekiyordu. Facebook’un bu tavrı karşısında Rusya’nın “Batı’nın Ukrayna’da Nazileri destekleyişinin son örneği” deyişinin de altı çizen Troianovski, alttan alta “düşman Rusya böyle diyor ama neticede onlar düşmana karşı savaşta önemli rol oynayan bir grup” demeye getiriyordu. Kimsenin, bu gruplara kimlerin eğitimler verdiğini konuşmaya niyeti yoktu.
“Kabul edilemez” fikirlerin “kabul edilebilir” hale getirilmesi sürecindeki faaliyetlerde daha ileri gidildiğini de gördük. ABD Temsilciler Meclisi Sözcüsü Nancy Pelosi, video bağlantısıyla 16 Mart günü ABD Kongresi’ne “ülkemiz semalarını uçuşa yasak bölge ilan edin” şeklinde çağrıda bulunan Volodimir Zelenski’yi Azov taburları ve benzeri neo-Nazi örgütlerin Bandera döneminden kalma selamlama biçimiyle, “Slava Ukraini!” diyerek selamladı.
Sıra, birkaç ay önce kabul edilemez bulunan Neo-Nazi semboller taşıyan hediyelik eşyaların elektronik ticaret sitelerinde serbestçe satılmasına gelirse şaşırmamak lazım. Zira, Ukrayna Savaşı, sadece bir ülkenin nasıl jeopolitik bir kapışmanın kurbanı haline getirildiğini ya da iktidarın nasıl “zor” yoluyla hizaya getirileceğini göstermeyecek bize. Avrupa’da daha önce kabul edilmez duran bir “beyaz” iklimin hâkim olmasına giden yolda taşların döşenişinin nasıl hızlandırıldığını da gösterebilecek.
2) Rusya’ya karşı bundan birkaç yıl önce düşünülmesi ancak fantezi kaçacak, kesinlikle “kabul edilemez” görülecek bir ekonomik savaş Overton Penceresi modeliyle “kabul edilebilir” bir görünüme kavuşturuluyor, hatta “başka türlüsü düşünülemez” noktasına yaklaşılıyor:
Overton Penceresinin bu hususta da uca doğru kaydırılmasına olanak tanıyan temel argümanlar, “ekonomik savaşın” kendisi üzerinden yürümüyor. Paradoksalmış gibi görünecek şekilde, “NATO ülkelerinin Ukrayna’yı sahada desteklemesi” yönündeki talepler ile Ukrayna semalarını “uçuşa yasak bölge ilan etme” çağrıları üzerinden yürüyor, kanımca. İki-üç haftadır “no-fly zone” ilan edilmesi yolunda yoğun bir çağrı var, görüyorsunuz. Son olarak, yukarıda da değindiğim gibi, geçen hafta Zelenski, ABD Temsilciler Mecisi’ne “Ukrayna semalarını uçuşa yasak bölge ilan etme” çağrısı yaptı. ABD Başkanı Joe Biden, Pentagon ve NATO böyle bir ilandan yana olmadıklarını dile getirmiş olsalar da Batı basını işin peşini öyle kolayca bırakmaktan yana olmadığını gösterdi. Bazı muhabirler Beyaz Saray yetkililerine, her fırsatta “Zelenski’nin çağrısına uyarak böyle bir deklarasyonda bulunmayacak mısınız” diye sordu. Ukraynalı bir gazeteci bu soruyu İngiltere’de göz yaşları içinde Boris Johnson’a yöneltti.
Aslında Ukrayna’nın uçuşa yasak bölge ilan edilmesinin anlamı çok açık. Bu, bölgede uçan Rus uçaklarını düşürmeye yönelik organize bir savunma hattı kuralım, yer yer önalıp uçak ve helikopterleri havaalanlarında yerde iken imha edelim, havalimanlarını bombalayalım, demek.
Son kertede anlamı; haydi, Rusya ile nükleer silahların da devreye gireceği bir savaşa girelim!
Hal böyle olduğu için, ABD ve NATO’nun bu yöndeki aptalca görülen -ama aptalca olmayan ve sadece kullanışlı olan- çağrılara bundan sonra da olumlu karşılık vereceklerini ve “nükleerin tadına bakmak” isteyeceklerini pek sanmıyorum. Ama Amerikan müesses nizamının propaganda aygıtlarının da devreye girerek yoğunlaştırdığı bu çağrılardan kesinlikle rahatsız değiller. Aksine, Beyaz Saray’ın bu tartışmalardan son derece memnun olduğunu hatta bu tartışmaların genişlemesine katkıda bulunmuş olabileceklerini dahi düşünüyorum.
Neden? İşte, bu noktada devreye yine Overton Penceresi giriyor. O pencerenin yerleştiği eksenin bir ucunda “Rus işgaline karşı tamamen kayıtsız kalmak” yer alıyor, diğerinde ise “açık savaş çığırtkanlığı ile Batı’yı Rusya ile savaşa sokmak” yer alıyor, diye düşünelim. Bu ikinci ekstrem seçeneğin sürekli gündeme getirilerek tartışılması ve toplumun nazar-ı dikkatine sunulması belki bu politikanın uygulama şansı bulmasının yolunu açmıyor, açmayacak ama, Moskova’ya karşı daha bundan altı ay önce kimsenin kabul bile etmeyeceği ve “aşırı radikal” bulacağı bir ekonomik savaş açmanın makul bir seçenek olarak belirmesine büyük katkı yapacak ve yaptı da sanıyorum. Washington’un “no-fly zone” tartışmalarından umduğu da galiba bu. Yoksa ne NATO ne de ABD, Ukrayna için savaşacak. Savaşın ilk günlerinde de yazmıştım:
“Amaç, “Rusya’yı uzun yıllara yayılacak bir istikrarsızlaştırma planını (…) Ukrayna üzerinden devreye sokmak. (…) Böylece ABD’nin “en büyük hasmım” diye düşündüğü Çin’e onun Avrupa’ya uzanan müttefiki üzerinden darbe indirebilmek de mümkün olacak. Bu yapılırken yaşlı kıtayı Çin’e uzandırma gayretindeki ve Doğu Avrupa ülkelerini de böyle bir perspektifle aynı vizyonun çekim alanına dahil etmeye girişebilecek Rus-Alman yakınlaşmasının da olabildiğince çözülmesi, herkesin ‘aslına rücu etmesi’ sağlanacak.”
Dolayısıyla, Ukraynalıların ister Mariupol ister Kiev ister Harkov ister Odesa’da yaşasın, ne istediklerini kimsenin umursadığı kanısında değilim. Ukraynalıların acı ve ıstıraplarını sona erdirecek bir barışa nasıl gidileceği üzerinde kafa yormanın önemsendiğini de düşünmüyorum, maalesef. Bunların, bu noktada önemi yok gibi duruyor. Önemli olan, “uçuşa yasak bölge” tartışmasının ABD’nin -5 binden fazla yaptırım kararı eşliğinde- Rusya’ya açtığı eşi görülmemiş ekonomik savaşa ulusal ve uluslararası destek sağlamakta ne ölçüde kullanışlı olduğu. “Uçuşa yasak bölge” tartışmasının ne ölçüde bu “ekonomik savaşı” meşru göstermede üzerine düşeni yaptığı! Overton penceresini tam uca kadar değil ama, böyle bir ekonomik savaşın kabul göreceği noktayı içerecek şekilde kaydırabildiği. Bizdeki deyişiyle, ölümü gösterip sıtmaya nasıl razı edebildiği!
Umalım ki, tarih bizleri yanıltsın, ellerinde güç ve yetki olanlar, bireyler olarak bu savaşta vicdanımızla yanında olmak dışında elimizden bir şey gelmeyen Ukrayna halkının acı ve ıstıraplarını arkada bırakabileceğimiz bir gelecek ufkuna doğru yürünebileceğini göstersinler. Bir zamanlar “kabul edilemez” gibi görünen “asla” denilen o ekstrem fikirlerin “norm” haline geliş sürecine ve birileri tarafından adeta “hoş geldin savaş, buyur” denilerek içeri alınmasına dur denilebilsin!
Batı’nın lacileri giydirdiği neo-Ladinist Colani güçlerinin Şam’a girmesi ve Esad’ın ülkeyi terk etmesinin ardından Suriye’de bir dönem bitti. Muzafferlerin sevinç çığlıkları yanıltmasın, kötü günler bitmiş ve şimdi sırada daha kötü günler de olabilir
İlk bakışta Lübnan ateşkesi akabinde, İran-Hizbullah ikmal hattını kesmeye yönelik bir hamle gibi görünen Suriye’deki cihatçı taarruzu en çok Tel Aviv’i sevindirmiş olabilir ama en çok Şam’ı mı, Tahran’ı mı, yoksa Ankara’yı mı üzecek, bunu söylemek için çok erken
“Kurallar temelli uluslararası düzen”, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Netanyahu ile Gallant hakkında alacağı tutuklama kararını önce 5 ay geciktirdi, şimdi de “sakın ha, tutuklarsanız yakarım sizi” deme yolunu seçiyor
© Tüm hakları saklıdır.