21 Mart 2016

Türkiye, Suriye politikasında U-dönüşüne mi hazırlanıyor?

Ankara’nın Suriye politikasında köklü bir değişikliğe giderek u-dönüşü yapması için son derece elverişli şartlar var

Rusya’nın Suriye’den pek de beklenmedik bir şekilde silahlı güçlerini çekmeye başlaması genellikle iki şekilde yorumlandı.

Suriye’deki rejimin düşmanı olan safta yer alan ve cihatçı muhalefete yakın çevreler bu gelişmeyi, “Moskova 5,5 ayda büyük kayıplar verdi, ekonomisi zaten bataktaydı, daha fazla batmamak için çekildi” şeklinde özetlenecek kısır bir bakışla yorumladı.

Rusya’nın çekilmesi anti-Selefi çevrelerde ise, “Rusya’nın Suriye’deki misyonunu büyük ölçüde tamamladığı, durumu Şam yönetiminin lehine çevirdiği ve 28 Şubat’ta yürürlüğe giren ateşkesle birlikte barış çabalarına daha fazla alan açmak gerektiğine inandığı için de çekildiği şeklinde biraz naif bir karşılık buldu.

Savaşın bitmekten çok uzak olduğunu, kararın Washington’la istişare edilerek alınmış olabileceğini ve bu şapkadan nasıl tavşanlar çıkacağını yakında görebileceğimizi söyleyen temkinli gerçekçiler de oldu.

Şimdi bu gelişmenin arka planına bakalım. Bakalım, çünkü bu gelişme Suriye Savaşı’nın daha önce bir kaç kez kaleme aldığım jeopolitik sebeplerine de ışık tutan ve bu anlamda bölgede olası yeni saflaşmalara işaret eden ipuçlarını da aydınlatan bir öz taşıyor.

Bu ne demek? Bu şu demek: Ankara’nın Suriye politikasında köklü bir değişikliğe giderek u-dönüşü yapması için son derece elverişli şartlar var.

Peki nasıl ve neden?

Rusya ile atılan köprüler artık onarılabilir

 

Şimdi mevzuya Rusların Suriye sahnesinde kuvvet çekişinden başlayalım:

Rusya Akdeniz kıyısındaki Tartus deniz üssü ile Lazkiye’deki Hmeymim hava üssünü boşaltıyor ve buralardaki hava savunma sistemlerini söküyor değil. Yüzün üzerinde insansız hava aracı ile Suriye semalarını 7x24 monitör etmeyi sürdürecek. Ayrıca2, sahada nispeten eski sayılabilecek SU 24M’ler ile SU 30SM uçaklarını ve Hind helikopterlerini de muhafaza edecek.

Ancak Moskova en sofistike teknolojiye sahip SU 34 taktik bombardıman uçakları ile kara birliklerine yakın hava desteği sunan SU 25’leri Suriye semalarından çekiyor. Bunun, etkisi askeri sahada belirgin şekilde hissedilecek epeyce radikal bir karar olduğunu söylememiz gerekiyor.

Üstelik Rusya bunu öyle “aylar” ölçeğindeki geniş bir zaman dilimine yayarak da yapmıyor. Bu yöndeki kararını 14 Mart’ta açıklayan Rusya, bugün itibarıyla filosunun çok büyük bir kısmını çoktan memleketine göndermiş durumda bile!

 Rusya’nın sahadan böyle bir gücü çekmesiyle oluşacak boşluğun Suriye ordusunun en dinamik unsurları olarak görülen İran güçleri ve Hizbullah tarafından doldurulması da kolay görülmüyor. Gerçi Hizbullah Genel Sekreter Yardımcısı Şeyh Naim Kasım, Rusya’nın kısmi çekilişine rağmen Hizbullah’ın sahada aynı şekilde var olmaya devam edeceğini, planlarını değiştirmeye zorlanamayacağını söyledi. Ama 30 Eylül’den sonra Suriye denklemini köklü bir şekilde değiştirmiş olan Rusya’nın eksikliğinin hissedilmemesi olanaksız. Hatta bu durumu biraz mübalağa ile “Putin’in Esad’ı muharebe meydanında yalnız bırakması” olarak yorumlayanlar da var!

 

İran – Rusya rekabeti Ankara’ya alan açıyor

 

O halde Putin, Beşşar Esad’ı ve onun bu coğrafyadaki en büyük destekçisi olan İran’ı bu denli güç durumda bırakacak, son derece radikal bir karar alarak ve bunu hızla uygulamaya geçirerek ne yapmak istiyor?

Gerçekten de Washington’la istişare edilerek alınmış ve henüz sebebini bilmediğimiz bir karar mı var ortada?

Kritik askeri kararların politik düzlemde olan bitenlerden bağımsız şekilde ele alınamayacağını biliriz. Burada da böyle bir durum olduğunu varsayabiliriz. Ancak bu kararın geçmişi ve altyapısını kanımca 2015 yılı temmuz ayından itibaren ele almak gerekiyor. Şimdi, bugünü daha iyi anlayabilmek için önce o tarihe gidelim.

Malum, daha önceki yazılarımda da belirtiğim üzere, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi olan ABD, Britanya, Çin, Fransa ve Rusya’nın Almanya ile birlikte (P5+1) 14 Temmuz 2015’de İran ile imzaladıkları anlaşma aslında ABD’nin İran ile mücadelesinde yeni ve daha etkin bir pozisyonu simgeliyordu.

İran ile varılan ve bu ülkenin uranyum zenginleştirme kapasitesini üçte iki oranında azaltmasını öngören bu anlaşma sayesinde ABD, İran’ın nükleer silah elde etmeye giden yollarını 15 yıllığına kapatıyor ve uzun vadeli bir kazancı hanesine yazıyordu.

Nükleer anlaşma ile İran’a dayatılan koşulların karşılığında ekonomik yaptırımların büyük ölçüde hafifletilmesi kararı alınmıştı. Aslına bakılırsa, anlaşma yaptırımlar öncesinde Avrupa pazarlarındaki payı yüzde 42 olan İran’ı enerji bahsinde (özellikle Türkiye ve Batı Avrupa pazarlarında) Rusya ile rekabet edecek ülke haline getiriyordu. Rusya’ya olan bağımlılıklarını azaltmak peşindeki Avrupalılar, İran’ı bir tedarikçi olarak görmekten kuşkusuz memnun olacaklardı. 19 Ekim 2015 tarihli yazımda bunu belirtmiş ve şöyle demiştim: “Eğer Batılı ülkeler doğalgazı kendi tercih edecekleri bir güzergâh üzerinden Avrupa’ya aktarma konusunda Tahran yönetimini ikna ederlerse, Rusya’nın elini zayıflatacak stratejik bir avantaj daha elde edilmiş olacak.

Bu yazının üzerinden 6 ay geçmeden Başbakan Ahmet Davutoğlu 4 Mart 2016 tarihinde İran’a resmi bir ziyarette bulundu. Suriye Savaşı’nda farklı cephelerde yer alsa da bu iki ülke ticari ilişkilerini zedeleyen hamlelerden büyük ölçüde kaçınmışlardı. Ve bu süreçte İran, yaptırımlar sonrası dönem için büyük istikbal vadeden bir oyuncu olarak özellikle Avrupa ülkelerinin gözdesi olmuştu. İran’ın 14 Temmuz 2015 anlaşması sonrasında beliren yüz milyarlarca dolarlık potansiyel ekonomisi Suriye Savaşı’ndaki hatalı tercihlerinden doğan kayıplarını giderme ihtiyacında olan Ankara’nın da iştahını kabartıyordu.

İran’a yönelik yaptırımların kalkması Tahran ile Ankara arasında 9.7 milyar dolar düzeyinde olan ticaret hacminin daha önce telaffuz edilmiş 30 milyar dolar hedefine ulaşıp aşılması yönünde umut veriyordu.

Ankara’nın arzu ettiği bir diğer husus da, İran doğalgazını Avrupa’ya ulaştıran bir “hub” olmaktı.

Avrasya’nın enerji alanındaki satrancı ile “likit savaşları”nın oynandığı Boruhattistan’ın en önemli oyuncularından biriydi İran. Ankara da bunun farkındaydı. Tebriz’den Ankara’ya ulaşan 2577 km’lik doğal gaz boru hattının kapasite genişletmesi sağlanarak İran doğalgazı Avrupa’ya Türkiye üzerinden ulaştırılabilirdi.

 

Ankara ve Tahran’ın derin mahkumiyeti

 

Ancak bunun için Suriye Savaşı’nda ayrı saflara düşmüş Türkiye ile İran’ın işbirliği yapmaya mecbur olduklarını hissetmeleri gerekiyordu. Bölgesel liderliğe oynayan bu iki ülkeye söz konusu mecburiyet hissini Suriye Savaşı’nın son safhalarında Kürdistan coğrafyasında yaşanan ve kendileri için pek de iç açıcı olmayan gelişmeler vermişti.

İki ülkenin de daha güçlü bir bölgesel aktör olma vizyonunu gerçekleştirebilmek için bölgedeki Kürtlerle yan yana yürüyebilmeyi becermesi gerekiyordu. Zaten Türkiye’yi 2009 yılında şu ya da bu biçimde Kürt Sorunu’nu çözmeye iten temel faktör, Türkiye’nin bölgesel bir güç olarak güçlenmesi zorunluluğu idi. Kürt Sorunu Türkiye’nin daha önemli bir bölgesel aktör olmasının önündeki en önemli engel olarak görülüyordu. Uluslararası sistem içinde giderek artan rol ve ihtiyaçları Türkiye’yi bölgesinde bir lider olmaya doğru itiyordu. Ancak bunun için Ankara Kürt sorununu çözmeli ve hem kendi sınırları içindeki hem de dışındaki Kürtlerle yan yana yürümeyi becerebilmeliydi. Yoksa bölgede bir enerji “hub”ı olma hedefi bir hayal olarak kalacaktı.

Burada ayrıntısına inmeye gerek yok ama Ankara 2009-2015 arasında kör topal götürdüğü bu açılımı layıkıyla yürütmekte ve tamamına erdirmekte geç kaldı. Bu arada 2011’de Suriye Savaşı patlak verdi ve Kürtler bu savaşta hep doğru adımları atarak büyük bir prestij elde ettiler ve yeni müttefikler kazandılar.

Eskiden Türkiye, İran ve Irak üzerinden dolaylı şekilde muhatap alınan Kürtler Suriye Savaşı sayesinde bu sınırlılığı aşmış ve Dr. Arzu Yılmaz'ın bir söyleşisinde isabetle ifade ettiği gibi, artık "uluslararası aktörlerle birlikte hareket edebilme kabiliyeti kazanmışlardı".

Kürtlerin Rojava’da (B-planı bağımsızlık olan) federatif bir yapıya doğru gitmekte olduklarının anlaşılmasıyla birlikte, Ankara ve Tahran bunu engellemek için birlikte hareket etme ve işbirliğine yönelme gereğini hissettiler. Biraz geç kalmışlardı. Ne Türkiye ne de İran’ın Irak ya da Suriye Kürdistanı’nda olup bitenlere tek başına müdahale edebilme kapasitesi kalmamıştı artık. Ancak birlikte hareket etmezlerse de, yine Dr. Arzu Yılmaz'ın ifade ettiği gibi, "Kürtler seküler bir güç olarak ABD ve Rusya gibi küresel aktörlere İran ve Türkiye’yi dengeleme imkânı, vizyonlarını sınırlama fırsatı verecekti”.

 

Tahran’daki ajandanın önemi

 

İşte Başbakan Davutoğlu’nun Tahran ziyaretindeki ajandası bu endişeleri giderecek arayışları temel alıyordu.

Tahran’daki görüşmelerde iki ülke muhtemelen Rojava’da federatif bir yapının ilanına ve olası bir bağımsızlık deklarasyonuna karşı neler yapılabileceği konusunda çalıştılar.

İran doğalgazının Avrupa’ya iletilme güzergâhı konusunda işbirliği olanaklarının da muhtemelen en önemli gündem maddesi olduğunu varsayabiliriz.

Hali hazırda İran'dan Türkiye’ye yılda ortalama 10 milyar metreküp doğalgaz taşıyan Tebriz-Ankara doğal gaz boru hattı, PKK’nın etkinlik alanının kuzeyinden, Erzurum –Sivas üzerinden Ankara’ya ulaştığı için daha “güvenli” de bir seçenekti. Gerçi hat PKK tarafından çeşitli seferlerde bombalanmıştı. Ancak zaten bu bölgede yüzde 100 güvenli bir güzergâh bulmak da kolay değildi. En azından Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin devreye almak istediği doğalgaz boru hattının olası güzergâhından daha güvenliydi.

Tebriz –Ankara hattından daha yüksek hacimde gaz geçirilmesi için geliştirme çalışması ya da yeni bir hat inşa edilmesi mümkün olabilirdi. Hatta İran'dan çekilecek bir hat Trans Anadolu Doğalgaz Boru Hattı’na (TANAP) bağlanabilirdi. İran’ın doğalgazını Batı pazarlarına taşımaya ve Rusya’ya rakip olmaya ihtiyacı vardı, ancak altyapı eksiklikleri nedeniyle bunun kısa vadede gerçekleşmesi mümkün değildi. Yine de Türkiye İran’ın Avrupa ile işbirliğine yönelmesinde kolaylaştırıcı bir rol oynayabilirdi.

Tahran ziyaretinde bu konularda herhangi bir kesin karar ya da bir yol haritası çıkıp çıkmadığını henüz bilmiyoruz. Bunu ilerleyen zamanda görebileceğiz. Ancak Ankara’nın İran ile ilişkilerini geliştirme çabasının Suriye’ye yönelik de pozitif yansımaları olabileceğini varsayabiliriz. Bu yansımanın ne boyutlarda olacağını  ve bir U-dönüşüne imkân tanıyıp tanımayacağını da önümüzdeki günlerde göreceğiz.

 

Rusya ile de yumuşama fırsatı var

 

Öte yandan Rusya’nın Suriye Savaşı’nda aynı safta yer aldığını düşündüğü Tahran yönetiminin tam da şu aşamada Ankara ile yakınlaşmasından çok da memnun olacağını söyleyemeyiz. Sonuçta İran, son 2-3 yıllık zaman diliminde Rusya’nın tahmin ettiğinden daha güçlü bir aktör olarak belirdi.

Bu arada Rusya ile İran arasındaki görüş ayrılığı kuşkusuz Moskova’nın kuvvet çekme kararıyla sınırlı değildi. Moskova yönetimi Halep’i kuşatan Suriye ordusu ile Hizbullah birliklerinin şehre girmesine de kesinlikle karşı çıkmıştı. Rusya Cenevre görüşmelerinde bunu muhtemelen bir koz olarak tutmak ve gereğinde cihatçılara böyle bir “havuç” vermekten yana idi. İran bu konuda Moskova’dan farklı düşünüyordu. Bu yüzden de Moskova belki Tahran’ın Suriye üzerindeki nüfuzunun da sınırlandırılması lazım geldiğini düşünmüştü.

Ayrıca Rusya zaten Ortadoğu’daki mezhep mücadelesinin bir tarafı olarak görülmek istemiyordu. Suudi Arabistan ile de hatta İsrail ile de iyi ilişkiler kurma gayreti güdüyordu. Tasası İran gibi Esad değil, müttefik kalabildiği bir Suriye idi.

Üstelik Rusya, görüşmeler sonrasında federal bir Suriye’ye (tek taraflı olmamak kaydıyla) açık olduğu izlenimini verirken, İran Suriye’de Esad’ın tam hakimiyetini istiyordu.

İşte tam bu noktada Suriye siyaseti iflas etmiş olan Ankara’nın anti-Esadçı yaklaşımını ısrarla sürdürmek yerine İran ile Rusya arasındaki ihtilafın açtığı alanda yürüyerek geliştirebileceği politika fırsatlarını görmesi lazım. Rusya ile ilişkilerde dibi görmüş olan Ankara’nın bundan sonra Moskova ile de artık daha iyi ilişkileri hedefleyen, sakin ve yapıcı bir tutum izlemesi mümkün.

Tabii Ankara yarın öbür gün Esad ile Tahran üzerinden konuşmaya ve yumuşamaya başlarsa şaşırmamak lazım!

Peki Ankara’nın belirli bir vadede Azez-Cerablus arasına Kürtler yerine Suriye ordu birliklerinin yerleşmesine yeşil ışık yakması mümkün olur mu? Şu an için belki uzak ama imkânsız bir ihtimal de değil!

 

Kürtler bahsinde de bir fırsat var

 

Tahran-Ankara yakınlaşmasının memnun etmediği bir diğer taraf da, ABD tarafından yeniden terk edilme endişesi taşıyan Kürtler. Hatırlayalım, Kürtler Cenevre 2’ye davet edilmediklerinde Abdullah Öcalan, “Türkiye’de 3 koldan paralel devlet çalışması var. Sıradan lobiler değil. ABD’de Yahudi, Ermeni ve Rum lobileri stratejik ve taktik müdahale ediyorlar” diyerek Türkiye’deki azınlıkları dahi irrite edecek “milli” (!) ve “anti-emperyalist” (!) bir tutum sergilemiş ve AKP ile yan yana yürüme noktasına gelmişti.

Cenevre 3’e kadar geçen sürede şu değişti: Kürtler daha “emperyalist” dedikleri aktörlerle birlikte hareket etme kabiliyeti kazandılar. Dolayısıyla onların da bu söylemlerini yakın vadede değiştirmelerini bekleyebiliriz

Ancak Türkiye’nin baskısıyla olsa da, Kürtler Cenevre 3’e de davet edilmediler. Brett McGurk’ün Kobani’de mavi boncuk dağıtma çabalarına rağmen durum biraz karışık. Amerikalılar geçenlerde “Kürtlerin (IŞİD’den kurtardıkları) toprakları yerel yetkililere verdiğini görmek istiyoruz” dahi dediler.

Kürtlerin şu ana kadar buna cevabı, “paralel” söylemine dönmek olmadı. Kürt şehirlerinin yakılıp yıkılmasına yol açan askeri operasyonların böyle bir sonuç üretmesi de artık pek mümkün görünmüyor. Bugün Kürtler coğrafya genelinde B-planı bağımsızlık olan federalist bir tutum içindeler. Ve 2016 Nevruzu Kürtlerin tarih sahnesindeki en büyük çıkışının sembolü olarak kutlanıyor.

Aslında bakılırsa Amerikalılar Kürtlerin, Ruslar da Hizbullah’ın (ve İran’ın) savaş sürecindeki özgüven artışlarının geldiği boyuttan belirli ölçüde rahatsız görünüyorlar. Kafalarındaki dizaynın bu özgüven fazlasıyla hayata geçirilmesi galiba mümkün değil! Ve olup bitenlere bakılırsa, ateşkes sürecinin bir hedefi de öyle anlaşılıyor ki, savaşta öne çıkan aktörlerin özgüvenini bir miktar tıraşlamak.

Ben bunun Ankara’ya kendi Kürtleriyle de yeniden barışma fırsatı verebileceğini ve Türkiye’yi “Kürtlerle yurtta barış, dünyada barış” anlayışının büyütebileceğine inananlardanım. Ama Ankara’nın ne bu fırsatı gördüğüne, ne de büyük şehirlerini saran terörün maliyetlerini fark ettiğine dair bir emare yok ortada henüz. Eh, buna çok şaşırdığımı da söyleyemem.

 

Rusya’ya yaptırımlar kalkar mı?

 

Bu arada sponsorluğu aslında doğal gaz ve petrol endüstrilerince yapılan Suriye Savaşı’nda Rusya’nın Ankara-Tahran hattındaki gelişmeleri öylecene eli kolu bağlı izlediğini söyleyemeyiz. Rus uçağının düşürülmesi akabinde Türk Akımı projesini erteleyen Moskova, Avrupa’ya doğalgaz ulaştırma mücadelesinde epeydir Ukrayna’yı baypas edecek arayışlar içindeydi. Gazprom ile Ukrayna’nın Naftogaz şirketi arasında 2009’da imzalanan ve Rus doğal gazını Avrupa’ya aktaran dağıtım anlaşmasının 2019’da sona erecek olması bu arayışları hızlandırıyor da.

Putin bu alanda çıkarları örtüşen Almanya Başbakanı Angela Merkel ile geçtiğimiz aylarda Kuzey Akımı 2 (Nord Stream 2) projesini iyice olgunlaştırdı. Kuzey Akımı 2, Baltık Denizi üzerinden Almanya’ya aktarılan Rus doğal gazını iki katına çıkararak 110 milyar metreküpe ulaştırmayı hedefliyor. Projeye başta ABD’nin Avrupa’daki ileri karakolları gibi davranan Ukrayna ile Polonya itiraz etti. Reuters’in yayınladığı bir belgeye göre, bu durumun enerji güvenliklerine tehdit anlamına geldiğini düşünen sekiz AB üyesi ülke, projenin Avrupa’nın jeo-stratejik konumunu istikrarsızlaştırma potansiyeline sahip olduğunu ileri süren ortak bir mektuba imza attılar.

Letonya, Litvanya, Estonya, Macaristan, Polonya, Romanya, Slovakya ve Çek Cumhuriyeti’nce hazırlanan ve projenin iptal edilmesi talebini içeren bu dilekçe Avrupa Komisyonu Başkanı Jean Claude Juncker’e gönderildi. Yine de bu çabaların Almanya-Rusya anlaşmasının önüne geçmesi zor görülüyor.

Bazı gözlemciler, Rusya’nın Suriye’den çekilme nedenlerinden birinin de, Nord Stream 2’yi ilerletmek ve “bakın Ruslar vuruyor, mülteci akımı oluyor, biz de tutamıyoruz, verin birkaç milyar dolar, çözelim bu işi” şeklindeki kozu Türkiye’nin elinden almak olduğunu dile getiriyorlar.

Kimi gözlemciler ise, Rusya’nın Suriye’deki muharip gücünü azaltıp barış görüşmelerine ve ABD’nin inisiyatifine daha fazla şans tanımasının bir sebebinin de, kendisine yönelik uygulanmakta olan ekonomik yaptırımların bu yaz aylarında kaldırılacağı sözünü alabilmek olduğunu ileri sürüyorlar.

Gözlemcilerin yorumları ne yönde olursa olsun, Ortadoğu’da pek çok aktörün yalıtıldıkları fanuslardan çıkmak için büyük bir gayret içinde olduğu görülüyor. Ankara’nın da bu yönde davranma ve Suriye politikasında beklenen u-dönüşünü yaparak bu coğrafyada daha akılcı, daha tutarlı politikalar izleme zamanı gelmedi mi sizce de?

@akdoganozkan


Not: Yukarıdaki yazıda “Ankara ve Tahran’ın derin mahkumiyeti” altbaşlığı altındaki satırlarda Dr. Arzu Yılmaz’a ait iki referansın linki sehven düşmüştür. Sn. Yılmaz’dan ve okuyuculardan özür dileyerek 22 Mart 2016 tarihinde onları ilave etmiş bulunuyorum. -

Yazarın Diğer Yazıları

Orta Doğu’da Arap sonbaharı

Batı’nın lacileri giydirdiği neo-Ladinist Colani güçlerinin Şam’a girmesi ve Esad’ın ülkeyi terk etmesinin ardından Suriye’de bir dönem bitti. Muzafferlerin sevinç çığlıkları yanıltmasın, kötü günler bitmiş ve şimdi sırada daha kötü günler de olabilir

Savaşın ekseni Türkiye sınırına dayanırken

İlk bakışta Lübnan ateşkesi akabinde, İran-Hizbullah ikmal hattını kesmeye yönelik bir hamle gibi görünen Suriye’deki cihatçı taarruzu en çok Tel Aviv’i sevindirmiş olabilir ama en çok Şam’ı mı, Tahran’ı mı, yoksa Ankara’yı mı üzecek, bunu söylemek için çok erken

‘Bibi’yi tutuklayanı yakarız’

“Kurallar temelli uluslararası düzen”, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Netanyahu ile Gallant hakkında alacağı tutuklama kararını önce 5 ay geciktirdi, şimdi de “sakın ha, tutuklarsanız yakarım sizi” deme yolunu seçiyor

"
"