15 Şubat 2021
Orta Doğu'da farklı gündemlere ve farklı stratejilere sahip iki ülke olarak belirmiş olsalar da, İran ile Türkiye'nin 2021 yılında dış politikadaki en temel gündem meselesinin birebir aynı olduğu anlaşılıyor: ABD yönetimi ile epeydir hazırlandıkları ve çetin geçeceği aşikar müzakereleri hasarsız ve yeni yaptırımlara maruz kalmadan, yaklaşmakta olan kara bulutları savuşturup dağıtarak, en önemlisi daha fazla hasar almadan atlatabilmek.
İran ile Türkiye arasında bu tip bir benzerlik kurmamız, aralarında bir "kader kardeşliği" görmemiz ilk bakışta şaşırtıcı gelebilir. Zira İran derken, 1979'dan beri ABD'nin küresel ölçekte en büyük hasımlarından biri olagelmiş bir ülkeden bahsediyoruz. Türkiye derken ise, ABD'nin NATO'daki 60 yıllık partnerinden, "stratejik müttefiklik" iddiası taşıdığı ideolojik yükün ağırlığıyla çökmüş dahi olsa, dünyanın birçok yerinde Amerikan yönetimi ile aynı safta, aynı cephede silah arkadaşlığı yapmış bir ülkeden bahsediyoruz… Hâl böyleyken, İran ve Türkiye gibi farklı kamplarda olduğu varsayılabilecek iki ülkenin "kader ortaklığı" demeyeceksek bile, "kader benzerliği, paralelliği" hatta "kader kardeşliği" içinde olması elbette ilginç gelebilir. Her durumda şurası kesin ki, 2021 iki ülke için de, kendilerine daha önce Washington tarafından uygulanmış yaptırımları yenilerine maruz kalmadan bertaraf etmek ve ufuklarındaki kara bulutları dağıtmak yönünde Joe Biden yönetimi ile müzakereler yürüteceği son derece zorlu bir yıl olacak.
Elbette İran söz konusu olduğunda 2021'e dair söylediklerimizde şaşırtıcı bir yan olmadığı malum. Zira, Tahran'ın Demokratların liderliğindeki ABD Yönetimini Başkan Barack Obama ile 2015'te imzalanan ancak Donald Trump döneminde rafa kaldırılan Nükleer Anlaşma'ya döndürmek için yoğun bir çaba göstereceğini biliyoruz. İki ülkenin uzun bir süredir bu yönde dolaylı ve dolaysız müzakerelere hazırlandığını, bu müzakerelerin çetin geçeceğini ve daha fazla hasar almak istemeyen Tahran için "işlerin daha kötüye gitme" ihtimalinin olduğunu da…
Ancak Ankara'nın ABD ile tıpkı İran gibi müzakerelere hazırlandığını ve "işlerin daha kötüye gitme" ihtimalinin burada da söz konusu olabileceğini söylemeye kalktığımızda buna dudak bükenler ve kurmaya çalıştığımız paralelliği abartılı bulanlar olacaktır. Ankara ile Washington bazı konularda farklı düşüncelerde olsalar bile, ortada Tahran örneğinde olduğu gibi bir "kara bulut" olduğunu söylemek, "daha fazla hasar alma" ihtimalinin bulunduğundan söz etmek ilk başta abartılı görülebilir. Özellikle de, ikili ilişkilerde S-400 meselesinin yarattığı ciddi bir pürüz bulunduğunu, bu durumun aşılmasıyla sorunun hallolacağını düşünenler için.
Kim ne düşünürse düşünsün, Ankara'nın da 2020 yılını tıpkı Tahran gibi 20 Ocak 2021 sonrasında Washington ile yürütmesi muhtemel müzakerelerin altyapısını hazırlamakla geçirdiğini gördük. Ankara'nın özellikle Suriye ve Irak topraklarında giriştiği operasyonların önemli bir bölümü bu çabanın bir parçası idi.
Bir süredir gerek Washington'un gerekse de Ankara ile Tahran'ın müzakere öncesi zorunlu peşrev faslındaymışızcasına bazı hamleler yaptıklarını ve deyim yerindeyse "karşılıklı elense çekme" girişimleriyle hasımlarını yokladıklarını görüyoruz. Bu ilk hamleler "müzakereye dahillerse" de tam olarak "müzakere içinde" sayılmazlar. Taraflar bu hamlelerde, sarsılmaz bir inançla muhafaza ettikleri görüntüsü vermeye çalıştıkları pozisyonlarını üzerine yer yer ilaveler de yaparak ortaya koyarlar, daha ziyade. Kimileri biraz hatalı bir şekilde, bunlar müzakerenin içinde hamlelermiş gibi değerlendirse de, aslında, karşılıklı "pozisyon beyanı" ya da "istikamet bildirimi" şeklinde değerlendirebileceğimiz ve skor tabelasının nihai görünümü açısından pek ehemmiyeti olmayan hamlelerden oluşan bir peşrev faslıdır bu. O nedenle çok da ciddiye alınacak beyanlar değil, ağızlardan bu fasılda telaffuz edilenler. Ve biz şu sıralar o faslı seyrediyoruz.
Örneğin, Tahran, Biden yönetiminin kafasında, 2015'te imzalanan eski anlaşmaya birebir dönmek yerine, İran'ın bölgesel politikalarını ve ileri füze teknolojisini de dahil etmeye çalışacağı daha kapsamlı yeni bir anlaşma ile masadan kalkmak gibi bir düşünce olduğunun farkında. Olur, olmaz, o ayrı! Ama Tahran bu nedenle, bir anlamda abartılı elenselerle deklare ediyor ve "Karşı taraf yaptırımları kaldırmadan nükleer anlaşmadaki ilgili taahhütlerime geri dönmeyeceğim ve bir müzakere yürütmeyeceğim." "Niyetiniz benimle anlaşmaksa önce Amerikalılar yaptırımları kaldırsın," diyor.
Tabii Biden şunun da farkında ki, yaptırımlar, petrol fiyatlarındaki sert düşüş ve Covid-19 salgını gibi faktörlerden ötürü İran ekonomisi eskisinden de kırılgan bir kıvama gelmiş durumda. Negatif büyüme sergiliyor İran ekonomisi bir süredir ve bu çok sürdürülebilir bir şey değil. Dolayısıyla iktisadi sıkıntılardan ötürü İran toplumunun bir sosyal patlamanın kıyısına geldiğini de düşünen Washington, Tahran'ın "gemi daha fazla su almadan" bir an önce kendileriyle anlaşmaya muhtaç olduğunu düşünüyor.
Öte yandan Tahran yönetimi de şunu biliyor ki, uranyum seyreltme proseslerinde gelinen seviye açısından bakıldığında, zaman kendi yanlarında. 2015'te imzalanan nükleer anlaşmayla İran'a uranyumu yüzde 3,67 oranına kadar zenginleştirme kısıtı getirilmişti. Trump, Washington'un imzasını bu anlaşmadan çekince, İran kendisini ABD'ye karşı sorumlu hissetmekten kurtuldu ve farklı bir tutum benimsedi.
Burada şunu hatırlatalım… Diyelim uranyumu nükleer araştırma reaktörlerinde kullanmak ya da daha da ileri giderek füzelerinizde nükleer başlık yapma amacına dönük kullanmak istiyorsunuz. O takdirde, zenginleştirme çalışmalarınıza hız vereceksiniz. Zenginleştirme oranını yüzde 20'nin üzerine çıkarırsanız onu reaktörlerde, yüzde 90'ın üzerine çıkarırsanız füzelerin nükleer başlıklarında kullanabiliyorsunuz. Gerçi, evet bu oranlarda zenginleştirme öyle 3 gün 5 gün değil yıllar alan bir işlem. Ancak nihai hedefe giden yolda yıllarca süren emeğin yüzde 85 kadarı uranyumu sadece yüzde 4 oranında zenginleştirmek için harcanıyor. Yani bu noktaya geldiyseniz işin çok büyük kısmını zaten halletmiş oluyorsunuz. Yüzde 20'lik U-235 oranına ulaşmak için harcanan emek ise toplam emeğin yüzde 7-8 kadarı. Bir kez yüzde 20 zenginleştirme oranına ulaşırsanız gerisi çok da zor olmuyor. Yüzde 20'den yüzde 90 zenginleştirme oranına çıkmak da toplam emeğin sadece yüzde 8'i filan. Dolayısıyla elinde yüzde 4'ler mertebesinde zenginleştirilmiş uranyum olan İran, ABD kendisiyle bir anlaşmaya oturmadan geçen zamanın kendi lehine işlediğini düşünüyor. Ve postürü dik tutarak yakın bir gelecekte İsrail'i bölgede nükleer silaha sahip ülke konumda yalnız bırakmamayı umuyor.
Gelelim Türkiye'ye ve onun ABD ile oturacağı müzakeredeki pozisyonuna. Görünüşe bakılırsa, bir NATO üyesi olan Türkiye'nin hava savunma sistemi alımında tercihini Rus yapımı S-400'lerden yana yapması, Türk-ABD ilişkilerini dinamitlemiş gibi, duruyor. Zira, biliyoruz ki, Pentagon Türkiye'yi Rusya'dan S-400 alımından vazgeçmediği için F-35 programından çıkarttı. Türkiye bu kararını hızlıca uygulamaya koyduğu için de Washington'da Türkiye aleyhtarı hava güçlendi. Neticede "CAATSA Yasası" (ABD'nin Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Etme Yasası) diye adlandırılan, Rusya, Kuzey Kore ve İran'dan silah alan "hasım" ülkelere yaptırım uygulanmasını öngören yasayı Ankara'ya karşı bu nedenle işletti. Böylelikle, Türkiye-ABD ilişkileri tarihinin belki de en kötü dönemine girmiş oldu ve ilk kez Türkiye'den "hasım" başlığı kapsamında da söz edilmeye başlandı.
Bir kere, sebebi ne olursa olsun, Ankara'nın isteği, 2021 yılında Washington ile daha fazla hasar almadan, ufuktaki kara bulutları da dağıtarak daha öngörülebilir bir ilişki kurmak. Bu anlamda tabii ki, "S-400 Krizini" de geride bırakmak.
An itibarıyla peşrev faslına özgü elenseleri Tahran-Washington hattında olduğu gibi, burada da görüyoruz. Buradaki ilk hamlelerin de müzakereye dahilseler de pek de öyle "müzakere içinde" sayılmadığını not düşelim. Zira tersini yapıp, şu safhada yapılan her açıklamayı tartışmayı ilerletici birer pozisyonmuş gibi görüp ciddiye alan uzmanlarımız var.
Ne oluyor peki bu fasılda? ABD, "S-400 konusundaki tavrımız, bunu yaptırımlarla ilişkilendirmemiz müzakereye açık değil," diyor, derken Dışişleri Bakanları, Türkiye'ye uygulanan yaptırımların genişletilebileceği sinyalini veriyor. İsmi zikredilmeyen kimi ağızlardan "taviz vermeye hazırız" gibi bir hava yaratan Ankara ise, başlangıç pozisyonu çıtasını daha yukarı çekercesine, Rusya ile ikinci parti S-400'ler için de görüşmelerin sürdüğünü söylüyor. Bunların ardından mehter marşı kıvamında kimi açıklamalar birbirini takip edebiliyor.
Bu müzakereleri başarıyla tamamlayabilmek Ankara için son derece zorlu bir görev. Paradoksal gibi görünebilir ilk başta ama bunu zorlu yapan, Ankara'nın S-400'leri hava savunması için son derece vazgeçilmez görmesi değil. Ankara Washington'un Irak ve Suriye'de uygulamaya koyduğu bölge politikasının (en azından tarihin belirli bir "t" anında) kendisine yönelik büyük bir beka kaygısı ve tehdidi yarattığı düşüncesinde. Yani Ankara aslında bir anlamda Tahran gibi hissediyor da, diyebiliriz.
Müzakerelerin kurumsal ve öngörülebilir ikili ilişkilere evrilebilmesi Washington için de kolay değil belli ki. Zaten böyle olduğu için Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Ankara'dan "sözde stratejik ortak" diye söz ediyor ve o sebeple Türkiye için "en büyük stratejik rakiplerimizden biri olan Rusya ile aynı çizgide olması kabul edilemez," diyor.
Ankara -Washington ilişkilerinin süreç içinde nasıl bir müzakere seyri izleyeceği, nasıl bir forma kavuşacağı belli değil. İlişkileri tıkayan konular aşılabileceği gibi, Türkiye ile ilişkilerin "müttefiklikten hasımlığa evrilmesi" ve bunun taraflarca teyidi de söz konusu olabilir. Bir başka ifadeyle, Beyaz Saray'dan bir gün "stratejik, yani sözde stratejik ortağımızın en büyük stratejik rakiplerimizden biri olan Rusya ile aynı çizgide oluşu artık net bir biçimde teyit olmuştur. Türkiye gelinen noktada ABD'nin hasmıdır ve yaptırımlar buna uygun olarak derinleşecektir" gibi ifadeler de duyulabilir.
Tabii Biden, bugün şunun farkında ki, yapısal sorunlarını çözememiş ve hala büyümek için sıcak paraya ihtiyaç duyan Türk ekonomisi, uluslararası piyasalardaki dolarizasyonun da sonlanmasının akabinde giderek kırılganlaşıyor. Turizm gelirlerindeki sert düşüş ve Kovid-19 salgını gibi faktörler askeri harcamalarını son 10 yılda (2010-2019) yüzde 86 artırmış Ankara'nın zaten kötü yönetilmiş ekonomisinin içinde bulunduğu durumu daha da zorlaştırıyor. Ekonomisi zorlu sınamalarla karşı karşıya bulunan Türk hükümetini, ABD'deki Halkbank davası ve Türkiye'nin karşı karşıya kalması muhtemel ceza da endişelendiriyor. İlk ciddi sınav 2 hafta sonra. Banka dolandırıcılığı, komplo ve kara para aklama gibi suçlamaların da yöneltildiği Halkbank'ın ABD'nin İran'a yaptırımlarını deldiği iddiasıyla New York'ta yargılandığı davanın 1 Mart 2021 tarihli oturumunu bu anlamda müzakere sürecinin birinci raundu olarak düşünebiliriz. Bazı çevreler Halkbank'a bu davadan bir mahkûmiyet çıkmasının kaçınılmaz göründüğüne dikkat çekiyorlar.
Ankara için ise aslında mesele hiçbir zaman S-400 ile başlayan ve belki bir gün S-500 ile devam edecek bir mesele olmadı. Mesele, ABD Yönetimi'nin Suriye ve Irak'ın kuzeyinde stratejik dengeyi değiştirmek doğrultusunda Türk hükümetinin iradesine rağmen yaptıkları; dolaylı olarak PKK'ya aktığını düşündüğü Amerikan silah, teçhizat ve mühimmat yardımları ile bunların Ankara'da yol açtığı "beka tehdit ve kaygısı" oldu. Ankara Washington'un Suriye'nin kuzeyinde kendisine bağlı bir federal veya özerk yönetim kurma girişimleriyle tetiklenen güvenlik temelli kaygılarını gidermeye dönük olarak bir takı uyarılar yaptı. Ancak bu uyarıların müttefikince ciddiye alınmaması yetmezmiş gibi, üzerine bir de Suriye'nin kuzeyinde aleyhine değişeceğini gördüğü dengeyi belirli ölçülerde de olsa değiştirmesini sağlayacak bir açılımı yapmasını imkânsız kılabilecek 3 "şaşırtıcı" kontr-gelişmenin (Mart 2014'te Rus uçağının düşürülmesi, 15 Temmuz 2016 ve 19 Aralık 2016 Rusya Büyükelçisi Andrey Karlov'a suikast) meydana gelmesi Türk devletinin yüksek savunma bürokrasisine ideolojik format upgrade'i dahi yaptırdı. (*)
S-400, nihayetinde Ankara'nın NATO'daki müttefikine stratejik ortaklıklarını çeşitlendirme ihtiyacı duyduğu doğrultusunda yaptığı uyarının sembolik kod adı oldu. Yukarıda saydığım gelişmelerin kendisini almaya çalıştığı cendereden hasarla ama nihayetinde başarıyla çıkmasını bilen Ankara, Donald Trump dönemindeki görece rahat ortamda sahada kat ettiği mesafe sayesinde de, ABD'nin Suriye ve Irak'ın kuzeyinde stratejik dengeyi değiştirmek doğrultusunda önceki dönemlerde geliştirdiği oyunu belki tamamen bozamadı ama epeyce geriletti. Ankara bugün Washington Yönetimi'ne o dengenin çok kolay ve ucuza değişmeyeceğini idrak ettirdiğini, Pentagon'un ucundan da olsa Türkiye'yi ortak edemediği bir bölgesel perspektifi daha fazla sürdüremeyeceğini anlamış olmasını ümit ediyor. Ümit ederken de özgüveni geçmişe nazaran çok daha fazla. Peki tezi gerçeklerle sınanmış durumda mı? Yani Washington gerçekten "dersini aldı" mı? Bu, hem Washington derken hangi kurum ya da kurumları kast ettiğimiz net olmadığı için, ordusuyla, istihbarat kurumlarıyla, diplomatik müesseseleriyle birbirinden son derece keskin fikir ayrılıklarına düşmeleri ihtimal dahilinde çok sayıda heterojen yapıyla karşı karşıya olabileceğimiz için cevaplaması zor bir soru… Hem de "askeri sınai kompleksiyle girift ilişkileri de olsa ABD Yönetim mekanizmasının bölgesel perspektifi statik, değişmez bir şey midir ki zaten" diye ayrı bir soru sormamızı gerektirecek kadar da karmaşık bir husus.
Ancak Ankara şu kadarını biliyor ki, 6-7 yıl önce kendisinin Suriye'deki Kürt milis gruplara dair bakışını ve pozisyonunu desteklemediği gibi, bu konudaki öfkesini dahi umursamayan Pentagon, artık Ankara'nın bu coğrafyada PKK'nın varlığını şöyle ya da böyle koruduğu hiçbir çözüme kategorik olarak izin vermeyeceğinin farkında. Hatta Washington Ankara'nın bunun için ciddi bedeller ödemeyi, hasmane bir şekilde algılanmayı düşünecek yatırımlara girebileceğini de gördü. Bu sebeple Ankara, askeri sahada yaptığı hamleler ve kurduğu oyunun da katkısıyla, ABD Yönetimi'nin PKK'nın hem Kuzey Suriye'de hem de Kuzey Irak'ta devre-dışı bırakılacağı bir formüle yönelmekte olduğunu görüyor. Ajandasını revize ettiğini düşündüğü Washington'un bölgedeki (PYD ve Suriye Kürt Ulusal Konseyi -SKUK gibi) Kürt grupları birleştirmeyi deneyeceğini ve o grupları PKK'nın uzantısı kadroları dışarıda tutmaya ikna ederek Ankara'nın onayını da alacağı yeni bir "oyun kurmaya" yönelmekte olduğunu düşünüyor. Ankara'nın Amerikan müesses nizamıyla 20 Ocak 20201 sonrasında yürüteceği müzakerelere daha avantajlı şekilde oturabilmenin hazırlıkları anlamında 2020'de yaptıkları da biraz bu çerçevede idi. TSK'nın özellikle Haziran ayından itibaren Kuzey Irak'a ağırlık vermesi ve -KDP'nin (Kürdistan Demokratik Partisi) de desteğiyle Kuzey Irak'ta yürüttüğü- neticede PKK'yı mevzi yitirerek çok sayıda kritik bölgeden geri çekilmeye zorlayan Pençe Kaplan Operasyonu'nu bu kapsamda düşünmek gerekir. Etkileri Suriye'de de hissedilen/hissedilecek harekatlardı bunlar. Ve gördüğümüz üzere, bunları Bağdat ile Erbil arasında 9 Ekim 2020'de varılan anlaşmanın gereği olarak PKK'nın, Musul kentindeki Sincar ilçesinden çıkarılması takip etti.
Peki sonuçta ABD'nin telkiniyle SDG/YPG'nin yer yer PKK'yı dışladığını gösteren adımlar ve Kürt gruplarla Kandil arasında tırmandırılmaya çalışılan gerilim nihayetinde Ankara'nın arzuladığı sonucu verir mi? Biden bölgede Ankara'yı ortak edebildiği bir oyun kurmaya yönelir, Türk hükümetinin güvenini kazanarak zor olanı başaran bir lider olarak tarihe geçebilir mi? Unutmayalım ki, yukarıda tarif etmeye çalıştığım cendereden çıkma çabasıyla, askeri sahada yaptıkları ve Rusya'yı dengelemeye dönük girişimleriyle 6-7 sene öncesine nazaran özgüveni daha yüksek hale gelmiş bir Ankara var artık ABD'nin karşısında. İkili ilişkiler Ankara'nın hanesine yeni yaptırımlar yazılmadan, yeni faturalar kesilmeden, yeni hasarlar açılmadan karşılıklı güven temelinde, öngörülebilir bir seyir kazanabilir mi?
Bu soruların cevaplarını ve tarafların arasındaki doğrudan ya da dolaylı müzakerelerin nasıl ilerleyeceğini şu an bilmiyoruz. An itibarıyla tek bildiğimiz yazının en başında andığımız Ankara – Tahran arasındaki "kader paralelliği."
Buna bir de belki şunu ilave etmek gerekiyor: Aslında uluslararası kamuoyunda genel beklenti, Donald Trump'ın yaptırımlarla ilgili nihai kararı halefi Demokrat Joe Biden'a bırakmayı tercih edeceği yolundaydı. Ancak öyle olmadı ve Trump Pentagon bütçesini beklemeden, yürürlükte olan ilgili yasa hükmünü uyguladı. Amerikan devlet mekanizmaları neden böyle işledi, neden Türk hükümetini yaptırımlar ve tehditler yoluyla dize getirebileceklerini, dahası böyle bir kararı yeni Başkan'a bırakmaya gerek bile olmadığını düşündüler?
Türkiye'de ABD'ye duyulan hiddet Amerikalıların tutum ve davranışlarının arkasında tam olarak neyin yattığını anlamaya dönük çabalarımıza çoğu kez engel teşkil ediyor. Ama buradan ileriye bakacaksak, bu anlama çabası ve "neden" sorusuyla tetiklenecek soğukkanlı arayışlarımız çok ama çok önemli.
Acaba Amerikan "müesses nizamı" kendi bünyesinde hiçbir fikir ayrılığı yaşamadan çatlak ses olmadan, yekpare bir bütün olarak, Türkiye'ye yönelik yaptırım ve tehdidin S-400 konusunda sonuç almada işe yarayacağını, hatta bu işi yeni Başkan'a bırakma ihtiyacı bile olmadığını mı zannetti? Yoksa, o devasa Amerikan devlet yapısı içinde böyle bir yöntemin hedeflenen sonucu üretmeyeceğini düşünen kesimler, "yesin yaptırımlar tokadını bak nasıl aklı başına geliyor" diyen kesimleri ikna etmede başarısız mı oldu?
Ya hiçbiri değil de, başka bir akıl yürütme etkili olduysa? Ya Amerikalılar gerçekçi bir analizle, "Rusya ile Türkiye arasında tesis edilmekte olan ortaklığın kısa vadede değişmesi çok zor jeopolitik bir gerçekliğe dönüştüğü" sonucuna vardılarsa? Ve yaptırımlara yol vermek suretiyle, Ankara ile Washington arasındaki müttefiklik ilişkisinin aslında onarılamayacak şekilde hasar gördüğünü cümle-alem bilsin istedilerse, sadece?
Eğer öyleyse, daha büyük hasarlara hazır olmamız gerekmez mi? Ve Türkiye yüksek savunma bürokrasisi olası yeni hasarlara toplumu hazırlayabilmek için yeni bazı ideolojik kalkanlara ihtiyaç duyulduğunu fark etmişse? Müzakerelerin yeni hasarlara çıkabileceği de görülmüş ve B planı olarak ufukta yeni bir format upgrade'i tasarlanıyorsa?
Ne dersiniz? Mümkün mü?
(*) Aslında bu gelişmelerin içinde yer aldığı dönemi 17-25 Aralık'a (2013), hatta 7 Şubat 2012'deki "MİT kumpasına," hatta ABD Hazine Bakanlığı mali suçlar müsteşarlığının Ankara'da daha Ekim 2009'da "Teröristlerin Finansmanıyla Mücadele" başlığı altında yaptıkları görüşmelere, bu görüşmelerde İran konusunda hükümete yaptıkları uyarılara kadar götürmek mümkün. Bu yazıda kurduğumuz Ankara -Tahran paralelliğini daha ileri seviye ve olgun sonuçlara ulaştırarak tartışmamızı da mümkün kılabilecek böyle bir çabayı zaten epeyce had hududunu aştığım bu yazıya sığdırmak pek mümkün değil, o nedenle bu başka bir yazının konusu olsun.)
Batı’nın lacileri giydirdiği neo-Ladinist Colani güçlerinin Şam’a girmesi ve Esad’ın ülkeyi terk etmesinin ardından Suriye’de bir dönem bitti. Muzafferlerin sevinç çığlıkları yanıltmasın, kötü günler bitmiş ve şimdi sırada daha kötü günler de olabilir
İlk bakışta Lübnan ateşkesi akabinde, İran-Hizbullah ikmal hattını kesmeye yönelik bir hamle gibi görünen Suriye’deki cihatçı taarruzu en çok Tel Aviv’i sevindirmiş olabilir ama en çok Şam’ı mı, Tahran’ı mı, yoksa Ankara’yı mı üzecek, bunu söylemek için çok erken
“Kurallar temelli uluslararası düzen”, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Netanyahu ile Gallant hakkında alacağı tutuklama kararını önce 5 ay geciktirdi, şimdi de “sakın ha, tutuklarsanız yakarım sizi” deme yolunu seçiyor
© Tüm hakları saklıdır.