07 Haziran 2021

El Nusra'nın Colani'si, Nusret'in Cevlâni'si

Colani ile Cevlâni arasındaki fark, Orta Doğu'nun sorunlarına ve Golan Tepeleri'ne (!) uzaklığımızı sembolik de olsa göstermesi bakımından galiba tek başına önemli

Suriye savaşının önemli aktörlerinden biri olan El Nusra [Nusret] Cephesi örgütü, son günlerde Sedat Peker'in "Türkiye'den silah ve mühimmat aldığı" iddialarıyla yeniden gündeme oturdu. Örgütün dün El Kaide'ye biat etmiş bir figür olduğu ve küresel cihat peşinde koştuğu düşünülen lideri, büyük bir tesadüfle bugünlerde "biz ABD ve Batı için bir tehdit değiliz" şeklinde yaptığı açıklamalarla Batı başkentlerinde de gündem oluyor. Gelgelelim, asıl adı Ahmed Hüseyin el Şarâ olan ancak yer aldığı örgütlerde Ebu Muhammed el Cevlâni kod adını kullandığı için hep bu isimle anılagelmiş El Nusra liderinin adını biz Türkiye'de ağırlıklı olarak "Colani" şeklinde yazıyoruz. Üstelik, aslı Cevlâni iken ve bu ismin bizim dilimizde de bir karşılığı varken.

Ebu Muhammed el Cevlâni

Colani mi Cevlâni mi?

Aslında bazı özel isimleri Türkçede ifade ederken böyle zaaflara düşmemiz gayet doğal ve bunu yapmayanımız belki de yok. Kim bilir bu tür hataları özellikle Suriye'nin kasaba ve köyleriyle ilgili olarak ben kaç kez yapmışımdır! Hatta, Colani konusunda bile en az bir kere yaptığımı biliyorum. Ama bu yanılgı bir dil hatası olmanın ötesinde kanımca başka bir şeye, toplumsal bir zafiyetimize sembolik düzeyde de olsa işaret ettiği için önemli. Yoksa mevzu dilden dile aktarmalarda düşülen basit bir zafiyet ile sınırlı olsaydı bu kadar önemsemezdim.

Şimdi son söyleyeceğimi baştan söyleyeyim. Şöyle düşünüyorum:

Colani ile Cevlâni arasındaki fark, bugün Orta Doğu'nun tarihsel seyri içinde yaşanan sorunların kaynağını göstermesi açısından, bölgenin politik radikalleşmesinde Filistin meselesinin payını ortaya koyması ve gözlerimizi ve dilimizi onca yıl neye kapattığımıza dikkat çekmesi bakımından bile tek başına çok önemli olabilir.

Bir diğer deyişle, adamın isminin telaffuzunda yaptığımız yanılgı bizlerin Orta Doğu'da 100 yıldır yaşanan mücadelelerdeki tarihsel seyri, değişimi, sürekliliği ve radikalleşmeyi (onaylamamızı değil ama) anlamamızı engelleyen belki kendi küçük ama önemi büyük olduğunu düşündüğüm, sembol nitelikli bir yanılgı. Ve her şeyden önemlisi, o coğrafyadaki meselelere toplum olarak uzaklığımızı açık ediyor.

Önce, nedir Colani ile Cevlâni arasındaki bu fark ve El Nusra lideri neden Cevlâni'dir, Colani değil, ona değinelim. Sonra İsrail - Filistin meselesinin bahsettiğim farkla ilgisi nedir, ona bakar, ardından bu meselenin Cevlâni'nin yılların içindeki radikalleşmesinin seyriyle bağlantısını görmeye çalışırız.

Evet, eski El Nusra yapılanmasının ve onun bugün Heyet Tahriru'ş Şam (HTŞ) olarak anılan uzantısının liderinin adı Ebu Muhammed el Colani değil, Ebu Muhammed el Cevlâni, dedik… Doğru! Peki bu niye önemli?

Çünkü, el Nusra örgütünün bugünkü uzantısı olan HTŞ örgütünün liderliğini yapan Cevlâni'nin ailesinin kökleri Suriye'nin İsrail işgali altında tuttuğu "Hadbetü'l-Cevlân" isimli bölgesine dayanıyor. Yani aslına bakılırsa bizim (Arapça "nasr" kelimesinden türetilmiş olan) "Nusret" olarak yazıp okumamızın daha doğru olacağı "Nusra" (Allah'ın yardımı) isimli örgütün liderinin adı, "Cevlânlı Ebu Muhammed" anlamına gelen Ebu Muhammed el Cevlâni.

Yoksa Golan Tepeleri, bizim Cevlân Yaylaları mı?

Peki neresidir bu "Hadbetü'l-Cevlân," şimdi ona gelelim… Arapça kökenli olmakla birlikte Osmanlı Türkçesinde de kendisine yer bulmuş Cevlân ya da Cevelân sözcüğü, "dolaşmak, gidip gelmek, gezip dolaşmak" anlamına gelmekte. Hadbet ise, "yayla; yüksek ve geniş plato" anlamına geliyor. Bir diğer deyişle, "Hadbetü'l-Cevlân" ile "Mesirelik Yaylalar" ya da "Yaylak" gibi bir bölge kastediliyor. Peki biz niye bilmiyoruz bu "Hadbetü'l-Cevlân" bölgesini? Biliyoruz aslında, biliyoruz da biz onu "Hadbetü'l-Cevlân" olarak değil, "Golan Tepeleri" olarak biliyoruz.

Evet, İsrail'in 1967'den beri işgal altında tuttuğu ve 1981'de tek taraflı olarak ilhak ettiği, bizim çok uzun zamandır "Golan Tepeleri" olarak isimlendirdiğimiz bölgenin hem Osmanlı dönemindeki hem de günümüz yerel halkı nezdindeki adı "Hadbetü'l-Cevlân." Başka bir ifadeyle "Cevlân/ Cevelân Tepeleri/Yaylaları." Araplar bu bölgeye "Hadbetü'l-Cevlân" (هَضْبَةُ الْجَوْلَانِ) dışında "Murtefiatu'l Cevlân" (مُرْتَفَعَاتُ الْجَوْلَانِ) da diyorlar. Oradaki "Murtefia" sözcüğü de iyi bildiğimiz "irtifa" kökünden geliyor ve tahmin edilebileceği gibi "yüksek bölge/yayla" anlamında kullanılıyor.

Zaten 16. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar Osmanlı toprakları içindeki Suriye vilayetine bağlı olan bu bölgedeki nahiyelere Osmanlı kayıtlarında "Cevlân-ı Garbi" ya "Cevlân-ı Şarki" demişiz.

İşin özü, bizim bugün "Golan Tepeleri" dediğimiz yerin bölge sakinleri tarafından kullanılan adı "Cevlân Yaylaları."

Peki bu çok önemli mi? Elbette nereden baktığımızla bağlantılı olarak önemli ya da değil, diyebilirsiniz. Ama bu "farkın" bizi meselenin Filistin Meselesi boyutuna götürdüğünü görmemiz lazım…

Bunun için önce soralım: Peki biz neden bu bölgeye bugün Golan ya da Golan Tepeleri diyoruz?

Çünkü, bölgenin yerlisi olan Arapların "Cevlân" olarak adlandırdığı bölgeye kolonizasyon döneminde gelen Grekler, Gaulanitis (Γαυλανῖτι) demiş, daha sonra Romalılar da bu şekilde benimsemiş, bu arada bölgeyle tarihsel bağları bulunduğunu savunan Yahudiler de buraya Eski Ahit'teki (Yasa'nın Tekrarı 4: 43) ifadelerden hareketle, yani Musa'nın Şeria Irmağı'nın doğusundaki üç kentten bahsederken kullandığı "Başan'daki Golan" tanımlamasından yola çıkarak, İbranice'de Ramat HaGolan (רמת הגולן) ya da sade şekliyle Golan demişler de ondan.

Bir diğer deyişle, biz "Cevlân" ile tarihsel bağlarımızı, yerel halkın diliyle olan paydaşlığımızı ve kayıtlardaki isimlendirmemizi unutup, orayı 1967'den bu yana işgal altında tutan gücün isimlendirmesiyle anmayı tercih etmişiz ve ediyoruz.

E, Cevlân'a Golan deyince, Cevlânlı anlamına gelen Cevlâni'ye de - İsrail işgali altındaki Golan bölgesinin Batı dillerindeki karşılığı olan sözcüğün ilk harfinin "C" ya da "J" olarak telaffuz edilmesinden hareketle- "Colani" ya da "Culani," kimi yerde de "Julani" demişiz.

Yani bizim Cevlâni dilimizde 100 yıl sonra olmuş, Julani.

Neyse ki, daha "Julyani" diyenimiz olmadı, sanıyorum.

Peki bizim "Cevlân Yaylaları"nı "Golan Tepeleri" olarak yazışımız ve telaffuz edişimizde, 1967 tarihli işgalin ardından Arap ülkelerinin İsrail ile diplomatik ilişkileri kesme çağrısını reddedişimizin, Filistin meselesinde o davayı sahipleniyormuşuz gibi yapıp, göstermelik heyheylenmelerle hep iç kamuoyuna oynamamızın payı var mıdır?

Çok da ileri gitmeyelim, muhtemelen yoktur. Öyle olsaydı pek çok Arap ülkesi o bölgeye, aynı sebeple bizim gibi, zaman içinde "Golan Tepeleri" diyebilirdi, çünkü. Yine de bu tarihsel hakikatin acılığını gördükten sonra belki üzerinde düşünmeye değer bir soru olarak da bir kenarda tutulabilir!

Üzerinde düşünmeye değer bir diğer husus da, Suriye'de hükümete karşı savaşan bu silahlı örgütlerin içerdikleri şiddetin ve siyasal radikalizm boyutlarının Filistin meselesiyle ilgisi, o sorundan ne ölçüde beslendikleri. (Tabii bunu söylerken, yanlış anlaşılmasın, bu örgütlerin Filistin davasının yılmaz savunucuları olarak bugün bu noktada olduklarını iddia ediyor ya da ikisi arasında doğrudan bir paralellik kuruyor değilim. NATO'dan Körfez monarşilerine pek çok bölgesel ve küresel aktörün bu yapıları teşvik edip nasıl silahlandırdıklarını, bunun sonucunda bu örgütlerin kendi mezheplerinden/düşüncelerinden olmayanlara karşı Suriye'de nasıl katliamlar gerçekleştirdiklerini vs. gayet iyi biliyoruz. Ben sadece bu örgütlerin radikalleştikleri Orta Doğu ikliminde, "1919 Balfour Deklarasyonu" sonrasında Filistin meselesinin aldığı şeklin ve zulmün bir türlü def edilip sorunun çözüme kavuşturulamayışının tarihsel payı olduğunu unutmamak gerektiğini söylüyorum.)

Cevlânlı dedenin Şam'a göçü

Evet, Cevlâni'nin köklerinin kod adında içkin yaylalara dayandığını söyledik. HTŞ liderinin kendi ifadelerinden, dedesi gibi babasının da "Golan Tepeleri"nde doğduğunu öğreniyoruz. Ailesinin izlerini biraz daha sürdüğümüzde, karşımıza Filistin meselesinin 20. yüzyılda aldığı şeklin ve yerleşimci kolonyalizmin 1948 sonrasında büyüttüğü sorunların çözüme kavuşturulamayışı, bölgenin gördüğü savaşlar, zulüm, göçler ve yıkımlar çıkıyor.

Zira Cevlâni ailesi, "Altı Gün Savaşı" olarak adlandırılan 1967'deki Arap -İsrail Savaşı sonrasındaki İsrail işgalini müteakip Cevlân'dan ayrılarak kuzeye, 60 km mesafedeki başkent Şam'a göç ediyor. 1946 doğumlu baba bir Arap milliyetçisi ve sıkı bir Cemal Abdül Nasır hayranı. Suriye ile Mısır arasında 1 Şubat 1958'de ilan edilen ve her iki ülkedeki referandumlarda onaylanarak yürürlüğe giren siyasi birleşme sonucu kurulan "Birleşik Arap Cumhuriyeti" bölgedeki birçok Arap gibi Cevlâni ailesini de heyecanlandırıyor.

Birleşik Arap Cumhuriyeti, Suriye'deki 1961 tarihli askeri darbeyi müteakip son bulduysa da Mısır bu adı 2 Eylül 1971'e değin korudu. O nedenle, "Arap birliği" pratikte bir daha hiç gerçekleşmemiş bile olsa geniş bir coğrafyada ses getirmeyi uzun yıllar sürdürdü. Bu arada, 1961'deki Baas darbesi sırasında öğrenci olan Baba Cevlâni, katıldığı protesto gösterileri nedeniyle hayatında ilk olarak cezaeviyle tanışıyor. Serbest kalınca Ürdün'e geçiyor, bu kez de orada içeri alınıyor. Derken gün geliyor Irak hududuna bırakılarak kapı dışarı/sınır dışı ediliyor.

Baba'nın Bağdat ve Riyad seferleri

Baba Cevlâni Bağdat'ta öğrenimine devam edip iktisat ve siyaset eğitimi alırken 1967'de Altı Gün Savaşı gerçekleşiyor. Golan Tepeleri'nin işgali ile bu kez Irak'tan Ürdün'e geçen baba Cevlâni orada Filistinli fedailerin (gerillalarla) saflarına katılarak ilk silahlı eğitimleri alıyor. Daha sonra Bağdat'a dönerek eğitimini tamamlayan baba 1971'de yeniden Şam'a döndüğünde üçüncü kez cezaevine giriyor. İçerden çıktıktan bir süre sonra, petrol konusundaki mesleki uzmanlığı sayesinde Suudi Arabistan'a giderek 10 yıl süreyle Petrol Bakanlığı'nda çalışıyor.

Cevlâni ve İntifada

Ebu Muhammed el Cevlâni, 1982'de o babanın oğlu olarak Suudi Arabistan'ın Riyad kentinde dünyaya geliyor. Cevlâni okul çağına geldiğinde aile yeniden Suriye'ye dönüyor ve geleceğin Suriye el Kaide'si liderinin çocukluğu ve gençliği Şam'ın El Mezze bölgesinde geçiyor. Mezze, İsrail işgalleri ile vatanlarından kovulan Filistinlilerin 1957'de Suriye'ye geçip mülteci çadırları kondurarak yerleştirdikleri, orijinali iki kilometrekareden ibaret olan Yarmük Kampı'na sadece 10 km mesafede. Bir başka deyişle, Cevlâni Filistinlilerin dramına yakından tanıklık ederek ve bundan etkilenerek büyüyor. [Filistinlilerin "Muhayyim el Yarmük" (Yarmük Kampı) olarak adlandırdığı o bölgede bugün artık o mülteci çadırları ya da bir çadır-kamp falan yok. Yarmük, günümüzde daracık sokakları dip dibe evleriyle yoğun Filistinli mülteci yerleşimine maruz kalmış bir meskûn mahal. Dolayısıyla, Arap coğrafyasının birçok yerinde olduğu gibi, Filistinli mülteciler Şam ve çevresinde de toplumsal yaşamın önemli bir bileşeni.]

Her ne kadar Cevlâni'nin düşünsel gelişiminde babasının fikirlerinin payı olsa da, babası gibi o da Nasır'ı kırsal kesimdeki yoksulların feodalizme bayrak açışlarının bir sembolü olarak görse de, kendi ifadesiyle, onu en çok etkileyen tarihi olayların başında, Filistinlilerin İsrail işgaline karşı bayrak açtıkları İntifada (Ayaklanma) geliyor.

Filistinlilerin Aralık 1987'de başlattıkları ve 1993 Oslo Anlaşması'na kadar sürdürdükleri 1. İntifada (Ayaklanma) ve o anlaşmanın sonuçlarının yarattığı hayal kırıklığı ile giriştikleri 2. İntifada (2000-2005) dönemleri birçok Arap gencini olduğu gibi Cevlâni'yi de "ne yapmalı" sorusu üzerinde düşünmeye iten dönemler oluyor. Bu süre zarfında aradığı cevapları İslam dini içinde bulan Cevlâni beş vakit namaz kılmaya da başlıyor.

2003 Irak İşgali

ABD'nin 2003'teki Irak işgali sırasında 21 yaşında olan Cevlâni bu ülkeye giderek ABD işgaline karşı savaşmak üzere el Kaide saflarına geçiyor. Cevlâni'nin radikalleşme süreci bu tarihle birlikte hızlanıyor, O coğrafyadaki Sünniler arasında yoğun bir şekilde görülen bu radikalleşmenin hızlanmasının sebeplerinden biri, Irak'ın "Camiler Kenti" olarak bilinen Felluce'nin Amerikan askerlerinin büyük zulmüne uğramasıydı. ABD ordusunun Kasım 2004 tarihli hava saldırıları ve topçu ateşi ile yakılıp yıkılan bu Irak kenti, o tarihlerde Tevhid ve Cihad örgütünün lideri olarak ortaya çıkan Ürdünlü Ebu Musab el Zerkavi'nin liderliğinde işgale karşı büyük büyük bir direnişe de sahne oldu. Irak el Kaide'sinin kurucusu olarak bilinen Zerkavi savaşı bütün dehşetiyle şehrin içine taşımış, direniş sokak sokak, ev ev yaşanmaya başlamıştı. Çoğunluğu Sünni Müslüman olan Felluce'de ABD'yi kanlı bir savaşa çeken Zerkavi, yerel halkın ABD nefretini derinleştirmeyi başardı. Zaten Amerikan birlikleri de adeta aynı amaca hizmet etmek için yarışıyordu. ABD'nin 2004'te Irak'ta öldürdüğü her dört kişiden en az biri Felluce'de yaşamını yitirecekti.

"Fallujah: Shocking and Awful" ya da "Caught in the Crossfire" gibi yapımlar Amerikalıların bu şehirde o dönem estirdikleri zulmü olağanüstü detaylarıyla aktaran önemli belgeseller. Zaten IŞİD'in bağımsız İslam Devleti'ni (3 Ocak 2014'te) Körfez Savaşı'nda en büyük Amerikan şiddetine maruz kalmış ve Irak'ın acılarının sembolü olmuş Felluce'de ilan etmesi bir tesadüf değildir.

Aslında ABD önderliğindeki Koalisyon güçleri Felluce kentini "ülkeyi Saddam'dan kurtarmak (!) için" yok etmişlerdi. Ancak uyguladıkları orantısız şiddet ve bombardımanlarıyla asıl yok ettikleri belki de düşmanlarının yüreklerindeki son insani duygu kırıntıları oldu.

Bucca Kampı Yılları

Sonrasını hızlıca özetlersek… Zerkavi'nin, 2004 sonlarında örgütünü Usame Bin Ladin'in El Kaide'siyle birleştirmesi… Zerkavi'nin 2006 yılında bir Amerikan hava saldırısında hayatını kaybetmesi akabinde Cevlâni'nin Irak'tan ayrılıp Lübnan'a geçmesi ve burada bir başka Sünni cihatçı örgüt olan - 1991'de Ürdün'de kurulup 1999'da Afganistan'a geçmiş- Cundu'l Şam örgütü ile bağlantı kurması ve onlara lojistik destek vermesi…Ve yeniden Irak'a geçtiğinde yakalanıp Bucca Kampı'nda esir edilmesi…

Gerçekten de, Cevlâni'nin kaderini değiştiren en önemli gelişmelerden biri, Amerikalılar tarafından yakalanarak işgale karşı savaşmış on binlerce kişi gibi ABD'nin bu ülkedeki en büyük cezaevi olan Basra vilayetinin Um Kasr ilçesindeki Bucca Kampı'ndaki esaret hayatı olmuştur. Batılıların "kitle imha silahları" yalanı, Irak işgali ve ABD'nin Felluce'deki kirli savaşını atlayarak "terörün doğduğu cezaevi" olarak nitelendirdiği bu kamp, Baas aparatı iktidarında ABD'ye karşı mücadelelerinde başarılı olamamış Iraklı direniş kadrosunun Sünni unsurlarının Selefi ideoloji temelinde iyice radikalleştiği bir yer haline gelir.

Amerikalıların kampı boşalttıkları 2009'dan bir yıl önce serbest bırakılan Cevlâni, daha sonra Ebu Bekir el Bağdadi ile birlikte hareket eder ve bir süre sonra da IŞİD'in Ninova Vilayeti Emirliğine getirilir.

2011'deki protesto gösterilerinin ardından Suriye'ye geçen Cevlâni, 2012 yılında "El Kaide içindeki yenilikçi akım" olarak nitelenen El Nusra'yı, yani "Şam Halkını Korumak için Nusret [Yardım] Cephesi"ni kurar.

IŞİD'in Suriye kolu gibi örgütlenen ve ilk zamanlar Katar tarafından desteklenen örgüt 2012 Aralık ayında ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından "terörist örgüt" olarak ilan edilir.

İdlib'e geçiş

Derken Nusra'yı destekleyenler ile IŞİD'i (ve Bağdadi'yi) destekleyenler arasında ihtilafların doruğa çıkması… Bağdadi'nin El Nusra Cephesi'ni lağvedip IŞİD'e katılmaya çağırdığı örgüt lideri Cevlâni'nin bu çağrıyı reddetmesi…. Bölünme ve dünün kardeşlerinin düşman haline geçip çatışmaya başlaması… El Nusra'nın bu çatışmalarda bir süre sonra bazı üslerini, silah depolarını ve maddi kaynaklarını yitirmesiyle birlikte karargâhını Deyrizor'dan İdlib'e taşıması... Küresel cihat yerine yerel mücadeleye odaklanarak İdlib'in yanı sıra Hama'nın kuzeyinde, Halep'in batısında ve Doğu Guta gibi bölgelerde büyümesi…

2016 yılında örgütün adını "Şam'ın Fethi Cephesi" olarak değiştirip El Kaide'ye biatı bıraktığını ilan etmesi, 2017'de ise adını bir kez daha ve bu kez "Heyet Tahriru'ş Şam" olarak değiştirmesi… İdlib'deki askeri hakimiyetini 2019'dan sonra TSK'nın Barış Pınarı ve Bahar Kalkanı harekatları ile birlikte Ankara ile paylaşmak zorunda kalması… Cevlâni'nin bölgedeki rakip Selefi yapılanmaların liderlerinin ortadan kaldırılmasını sağlamak için Amerikalılar ile istihbarat paylaştıkları iddiaları… Derken Batılı ülkelerin gözünde meşruiyet ve makbuliyet arayışlarını yoğunlaştırmaları, "biz ABD için kesinlikle tehdit değiliz," mesajları…

Ardından organize suç örgütü lideri Sedat Peker'in Türkiye'nin Suriye'ye TIR'larla gönderdiği askeri silah ve mühimmatın Bayırbucak Türkmenlerine değil, bir dönem El Kaide'nin Suriye kolu olarak faaliyet göstermiş Nusret (el Nusra) Cephesi'ne gittiğini iddia etti. Böylece epeydir gündemden düşmüş görünen bu selefi cihatçı yapılanma medyada yeniden mercek altına alınmaya başlandı. Son olarak Cevlâni'nin ilk kez olarak Amerikalı bir yayın kuruluşunun (PBS) Emmy ödüllü gazeteci ve belgesel yapımcısı Martin Smith'e verdiği röportaj uluslararası basın yayın organlarında kapsamlı bir biçimde yer aldı.

Böylelikle örgütün faaliyetleri yeniden Türkiye'nin ve dünyanın gündemine taşınmış oldu; yerli ve yabancı pek çok medya organında pek çok yazar ve uzman "el Nusra Cephesi nedir, ne değildir?" benzeri sorulara yanıtlar aradılar.

Dünya ile farkımız

BİZ: Tabii bizim dünyadan epey temel bir farkımız var. Türkiye'de bizler şöyle bir dönemde, hele de "silahlar gitti, gitmedi" gibi dar bir çerçeve üzerinden gündeme gelen bir örgüt ne derece sağlıklı tartışılabilirse o kadar tartışabiliyoruz. Bu tip tartışmalar Türkiye'de sağlıklı bir şekilde ne ölçüde ilerletilebilirse o ölçüde ilerletebiliyoruz. Zaten, dinlemeyi, anlamaya çalışmayı ve tartışmalara yeni bir şeyler katmayı çok uzun süredir önemsemediğimiz bir ülke burası. Konu bir de bu tip radikal yapılanmalar olunca taraflar çoğu kez kendi ezberlerini tekrar etmekle yetiniyor. Bir taraf, meseleye "velev ki El Kaideciyiz" olarak okunabilecek açıklamalarla yaklaşırken, öbür taraf, "Aman tanrım Türkiye vahşi bir şiddet örgütüne yardım mı etmiş, nasıl olur" diye şaşırıyor ve sızlanıyor.

Tartışmanın odağında görünen eski bir Dışişleri Bakanı, bir Başbakan da, "vallahi de onlara gitmedi silahlar, şunlara gitti" mealinde laflar edince, tam olarak neyi hangi değerler üzerinden tartıştığımız, nereye varmak istediğimiz anlaşılamıyor. Sadece bir gündem maddesini daha bol lakırdıyla tartışırmış gibi yapıp tüketip geçiyoruz.

ONLAR: Oysa, El Kaide'ye zamanında biat etmiş yapıları "terörist örgüt" olarak nitelemiş olan Batılı ülkeler, Suriye'yi istikrarsızlaştırmada "kullanışlı" olduklarını zaman içinde kanıtlamış bu örgüte şu sıralar teveccüh gösterip, adeta bir "El Kaide açılımı" yaşamanın eşiğine gelmiş durumdalar.

"Bizde" ve "onlarda" hal böyleyken, içerdeki tartışmalarla nereye varabileceğimiz biraz daha bulanık bir hal alıyor. Hele de Amerikalılar El Nusra'nın bugünkü uzantısına "laciler giydirip" bir ehlileştirme çabası ve cilalama gayreti içine girince, bu bulanıklık biraz daha kesif hale geliyor.

Neden şaşırtıcı değil?

Tabii bizim önemli konuları tartışır gibi yapıp tüketmelerimiz çok şaşırtıcı değil. Bunun önemli bir nedeni de, Orta Doğu'nun bizim neredeyse 100 yıl boyunca şöyle bir dönüp de "neler oluyor orada acaba" diye baktığımız bir coğrafya olamayışı. "Oradaki meseleler hangi tarihsel sorunların bakiyesi, biz o bakiyeye zamanında nasıl katkılar sunduk acaba," diye pek düşünmeyişimiz. Şimdi o coğrafyaya, ciddi bir faz farkıyla ve bir yandan mezhepçi gözlüklerle, bir yandan da "Osmanlıyı sırtından hançerleyen Araplar" kiniyle bakınca, biraz da ucuz "emperyalizm" ezberleriyle coşunca, gördüklerimizi belirli bir tarihsel perspektife oturtmamız çok mümkün olamıyor. Zaten laik/dindar, laikçi/dinci gibi kırılmalar yaşamış ülkede her mahalle nereye baksa orada kendi ezberlerinin sağlamasını görmek istiyor. Sonra bir bakmışız, iki mahalle ayrı yollardan gidip farkına varamadan ırkçılık paydasında buluşuvermiş.

Suriye meselesine bakışımız çok uzun süre böyle ezberler üzerinden olunca, maalesef o coğrafyadaki insanların nasıl olup da bu 100 yıllık tarihsel dilimde böylesi bir siyasal radikalleşme sürecinden geçtiklerini, bu şiddet sarmalına nasıl ulaştıklarını kavramamız pek mümkün olamadı. Savaşı ve savaşanları bu bağlam içinde bir yere oturtmadık.

Ama benim bu yazıdaki niyetim, Suriye özelinde de olsa, bu sorulara cevaplar verme çabasına girişmek değildi. Bölgede 10 yıla yayılan zaman dilimi içindeki gelişmeleri belirli bir tarihsel perspektifin içinden okuyarak, bu dediğimi yapan hem de iyi bir arka plan sunarak gayet iyi yapan Fehim Taştekin gibi, Alptekin Dursunoğlu gibi uzmanlar var. Zaman zaman bu savaş çerçevesinde cepheyi ve selefi örgütleri anlama çabamıza katkıda bulunan kimi gazetecilerin iyi röportajlarına ve kıymetli makalelerine de denk geliyoruz.

Sonuç (1): Radikalleşmeyi anlayamamak

Dolayısıyla ben yukarıda sadece kamuoyunda El Nusra Cephesi üzerinden yürüyen tartışmalarda sergilenen kimi yanılgılarımıza işaret etmekle yetinmek istedim. Orta Doğu'da 100 yıldır yaşanan mücadelelerdeki tarihsel seyri, değişimi, sürekliliği ve radikalleşmeyi (onaylamamızı değil ama) anlamamızı engelleyen belki "bir insan için küçük ama insanlığımız için büyük" olduğunu düşündüğüm, sembol nitelikli yanılgılar bunlar. Ve her şeyden önemlisi, o coğrafyalardaki meselelere uzaklığımızı açık ediyor.

2015 yılından beri Suriye'de askeri operasyonlar gerçekleştiren bir ülke olarak bizler meseleyi çoğunlukla Türkiye'nin karşı karşıya kaldığı "tehditler" ve "güvenlik kaygıları" üzerinden okumaya şartlandığımız için de sanki "artık ordaymışız" gibi hissediyoruz. Öyle olunca bu uzaklık iyice görülmez oluyor, görülse de sanki çok önemsenmiyor. Ama en azından bu yazı vesilesiyle altına çizelim ve El Nusra'yı konuşmadan önce Ortadoğu'ya yönelik 100 yıllık ilgisizliğimizin yol açtığı kimi yanılgıları bertaraf edip bölgenin bulandığı şiddet ve radikalleşme sürecinde hangi aktörlerin ve dinamiklerin payının olduğunu anlamaya çalışmalıyız, bunu düşünelim istedim.

Sonuç (2): El Nusra'yı sorularla konuşmak

Sedat Peker'in ifşa ve iddialarıyla yeniden gündeme gelen el Nusra tartışmasını sadece "Türkiye'nin verdiği silahlar Nusra'ya gitti mi gitmedi mi" gibi bir noktadan sürdürmek, geç ve eksik olmayacak, bu konudaki kavrayışımızı da ilerletmeyecektir. O yüzden El Nusra'yı konuşacaksak, Suriye'deki Hıristiyan ve Alevi köylerinde gerçekleştirdiği katliamları da unutmamalıyız.

Ama iğneyi kendimize batırarak… Hatta, ilk sormamız gereken sorulardan biri şudur: Yayladığı Sınır Kapısı'ndaki asker ve görevlileri 21 Mart 2014 günü sabahı kim, nasıl bir emir vererek bulundukları noktadan çekmiştir de, bir kısmı el Nusra üyesi olduğu ileri sürülen binlerce Selefi cihatçının buradan 4 km mesafedeki, Türkiye'ye en ufak bir tehdidi olmayan bir Ermeni kasabası olan Keseb'e geçip bölgeyi işgal ettiği ve kiliseleri yağmaladığı anlatılır olmuştur?

1915'te Türkiye'de ailelerini kaybeden ya da kıyımdan kaçıp güç bela Suriye'ye göç etmek zorunda kalan bir neslin torunlarını oradan da sürmeye kim, neden ve nasıl karar vermiştir, kimler birilerine "temizlik" yaptırmaya kalkmıştır?

TBMM Dışişleri Komisyonu üyesi Mehmet Al Ediboğlu'nun bölgedeki gözlemlerine dayanarak, "en az 5 ayrı noktadan aynı anda binlerce silahlı terörist Türkiye topraklarından sınırı geçerek saldırıyı başlattı" şeklinde konuşmasının ardında hangi gelişmeler yaşanmıştır?

Kim emir vermiştir de, Türkiye topraklarını bu Selefi yapıların silahlı militanlarına kullandırmış, kim bunu yaparak "asker-i İslâm'a" nusret (!) verdiğini düşünmüştür? Saldırının hazırlığı ve planlanmasında kimler nasıl rol oynamıştır?

Nusra'ya tek bir silah dahi gitmemiş bile olsa, bunları konuşabilmeli, bu sorulara cevaplar alabilmeliyiz. Aslolan, ilkin Ortadoğu coğrafyasına 100 yıllık ilgisizliğimizin yanılgılarını silmek, 1915'ten başlayıp 2015'e kadar olanlara bakmak ve sonra 2014'ten, 2015'ten sonra yaşananları iyi hatırlamaktır.

Yazarın Diğer Yazıları

Orta Doğu’da Arap sonbaharı

Batı’nın lacileri giydirdiği neo-Ladinist Colani güçlerinin Şam’a girmesi ve Esad’ın ülkeyi terk etmesinin ardından Suriye’de bir dönem bitti. Muzafferlerin sevinç çığlıkları yanıltmasın, kötü günler bitmiş ve şimdi sırada daha kötü günler de olabilir

Savaşın ekseni Türkiye sınırına dayanırken

İlk bakışta Lübnan ateşkesi akabinde, İran-Hizbullah ikmal hattını kesmeye yönelik bir hamle gibi görünen Suriye’deki cihatçı taarruzu en çok Tel Aviv’i sevindirmiş olabilir ama en çok Şam’ı mı, Tahran’ı mı, yoksa Ankara’yı mı üzecek, bunu söylemek için çok erken

‘Bibi’yi tutuklayanı yakarız’

“Kurallar temelli uluslararası düzen”, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Netanyahu ile Gallant hakkında alacağı tutuklama kararını önce 5 ay geciktirdi, şimdi de “sakın ha, tutuklarsanız yakarım sizi” deme yolunu seçiyor

"
"