12 Haziran 2023
Bu köşede 23 Ocak 2023 tarihli "Seçimleri Kim Kazanacak" başlıklı yazımda, kendisini "millet" ya da "cumhur" ile özdeş gören "ittifak" kuvvetlerinin yarışında, sandıktan nasıl bir sonuç çıkarsa çıksın, süreçten egemenliğini pekiştirerek sıyrılacak olanın kendisini Türkiye Cumhuriyeti devletinin asli sahibi olarak gören yüksek güvenlik bürokrasisi ya da o yapılar içindeki güçlerin bir tür koalisyonu şeklinde bir araya gelmiş "Devlet İttifakı" olacağını ileri sürmüştüm. Nitekim, 14 ve 28 Mayıs tarihlerinde yapılan seçimler sonucunda kurulan kabineye baktığımızda karşımızda tam bir "devlet hükümeti" olduğunu görüyoruz.
Tabii neticede 3 Haziran’da göreve başlayan kabine elbette 67. Türkiye Cumhuriyeti devleti hükümeti. Ama tabii kelime oyunu yapmadan söylüyorum, onu bir "devlet hükümeti" yapan, kanımca Türkiye’de devletin son beş-on yıl içinde temsili demokrasi ve merkezi idare organları bünyesinde kazandığı yeni derinliği çok net temsil ediyor olması.
16 Nisan 2017 Referandumu ile kabul edilen ve 9 Temmuz 2018 tarihinden itibaren uygulanmaya başlanan başkanlık sistemiyle beş yıl içinde hızlanarak ulaşılan bir nokta bu. Öyle ki, kanımca o derinlik (Millet İttifakı içinde temsil edilen) muhalefeti de (bizzat lideri üzerinden) kendisine payanda yaparak bu sonuca ulaşmamızı sağlamış görünüyor. Şimdi bunlarla ne demek istediğimi ayrıntılı şekilde açmaya çalışayım:
Devlet Hükümeti’nin üç temel sacayağı var gibi duruyor. Biri ve tabii ki en temel olanı, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan. Bir diğeri Dışişleri Bakanlığı koltuğunda oturan Hakan Fidan. Üçüncüsü ise Maliye ve Hazine Bakanlığı’na getirilerek ekonominin istikameti emanet edilen Mehmet Şimşek.
Olası bir olağanüstü gelişmede (ani bir nükleer savaş patlak vermesi durumunda, ülkeyi savaşa sürükleyecek bir hal belirdiğinde ya da cumhurbaşkanın hayatını kaybetmesi ya da görev yapamayacak duruma gelmesi gibi bir halde) Türkiye’nin kaosa ya da arzulanmayan bir istikamete sürüklenmesini engelleyebilecek şok absorplama kapasitesine, uluslararası sahada gelecek yeni ve güçlü baskılara dayanıklı ve devlet derinliğine sahip bir hükümet kurulmuş gibi de görünüyor.
Böyle bir sonuca iktidar tek başına ulaşamazdı. Bu uğurda CHP Genel Başkanının (ve onun üzerinde etkisi olan kişi ve danışmanlarının) da yaptıkları ve yapmadıklarıyla sürece büyük katkısı olduğunu düşünüyorum. Bu konuda çok fazla spekülatif yorum yapmadan meseleyi tarihe bırakayım. (Ama eğer CHP’de bu "katkının" istemeden olduğunu düşünenler varsa, en azından Özer Sencar’ın sözlerine ve tabii bizzat işçi sınıfının düşüncelerine, ayrıca danışmanların kimlerden seçildiğine dikkat çekenlere kulak vererek süreci bir kez daha analiz etmelerinde fayda var.)
Öncelikle, malum, yukarıda bahsettiğim 23 Ocak 2023 tarihli yazımda, devletin yapısal ve fiili anlamda son 10 yılda geçirdiği dönüşümü de hatırlatarak bu süreci tersine çevirme ihtimalini barındıran adaylara seçimde kapıyı sonuna kadar açık tutmayacağını, böyle ihtimallere karşı "önlem" almayı tercih edeceğini yazmıştım. CHP Genel Başkanının da "katkıları" öncelikle bu bağlamda çok fonksiyonel olmuş görünüyor.
Peki, Dışişleri Bakanlığı koltuğunda oturan Hakan Fidan ile Maliye ve Hazine Bakanlığı’na getirilen Mehmet Şimşek’i neden bahsettiğim üçlü sacayakın bir parçası olarak kabul ediyorum?
Dışişleri’nin kritik rolünden bahsetmeden Ekonomi’ye geçmek yanlış olabilir. O nedenle önce Hakan Fidan’dan başlayalım.
Birçok değerlendirme yazısında ondan söz edilirken MİT geçmişinden genellikle "kara" bir "karakutu" olarak bahsediliyor, bazen "casusluk şefi diplomasinin zirvesinde" tarzı karikatürize portrelerle anılıyor ya da kendisinden "kriminal" bir portre çıkartılmaya çalışılıyor. Onun rolünü geçmişte özellikle Suriye dış politikasının şekillenmesi ve uygulanmasıyla sınırlı bulanlar da çıkabiliyor. Bu tip değerlendirmeler durumu geniş bir olgular yelpazesi üzerinden analiz etmemizi zorlaştırıp meseleyi tam olarak anlamamıza engel. Eğer Fidan’ı, ona kabinede verilen rolü ve neyi temsil ettiğini daha iyi anlamak istiyorsak, hafızalarımızı biraz zorlamaya ihtiyacımız olacak. Ayrıca onun adının geçtiği yerlerde Mehmet Şimşek’in de adını görecek ve bulmacanın parçalarını belki daha rahat zihnimizde birleştirebileceğiz.
Hakan Fidan, Türkiye’nin dış politikasının görece bağımsızlaşması sürecinde masada ve sahada önemli görevler, roller üstlenmiş bir isim, bir devlet adamı. Fidan’ın devlet aygıtı içinde gittikçe artan rolü daha görevinin ilk dönemlerinde Washington’da telaşa ve şüpheye yol açmıştı. Hatta Washington tarafından üzeri çizilerek, "İran ajanı" suçlaması yöneltilmiş, bu suçlamalar o dönem ana akım Türk medyasında geniş yankı bulmuştu. Sadece pasif bir yankı değildi bu. Fidan Washington’un o dönemki Türkiye uzantısı yerli operatifleri yoluyla ekarte edilmek de istenmişti. 2012 Şubat’ında Cumhuriyet Savcılığı tarafından KCK operasyonunda şüpheli sıfatıyla ifadeye çağrılmasıyla sınırlı da değildi ekarte hamleleri. Ona "İran ajanı" suçlamasını yöneltenler aslında bir taşla iki kuş vurmayı hedefliyordu. Bir yandan Türkiye’deki seküler kesimlerin 1979’dan miras "mollalar rejimi" tepkisi üzerinden ve Sünni İslamcıların Şii alerjileri üzerinden Fidan’ı toplum genelinde itibarsızlaştırmak, bir yandan da -ve asıl önemli mesele olarak- Ankara ile Tahran arasındaki ticari ilişkilerin gelişmesini dizginlemek.
ABD için iki ülke arasındaki bu ilişkinin gelişmesinin nasıl bir sakıncası vardı peki? Çünkü Washington’a göre bu ilişki detaylarına birazdan yer vereceğim o dönemki gelişmeler nedeniyle İsrail’in bölgesel başatlığının aleyhinde ilerliyordu. (Meselenin bir dönem Kürtleri kendi üzerinden temsil ettiren ama bu rolü artık yitiren iki başkentin ABD’nin Ortadoğu’daki manevralarına karşı ortak hareket etme ihtiyacı şeklinde başka bir boyutu daha var ama onu şimdilik konumuz dışı tutalım.)
Beyaz Saray yaptırım uyguladığı İran’ın Türkiye ile ticaretinin yürürlükteki uranyum zenginleştirme programını finanse etmeye ciddi katkı yapabilecek bir seviyeye yaklaştığını düşünüyor bu nedenle de ABD Hazine Bakanlığı’nın terörizm ve finansal istihbarattan sorumlu müsteşarını sık sık Ankara’ya göndererek Türk hükümetini uyarıyordu. Zira, elinde yüzde 3-4'lere yakın mertebede zenginleştirilmiş uranyum bulunan bir ülke olarak İran bu oranı yüzde 20'nin üzerine çıkardığında nükleer reaktörlerde, yüzde 90'ın üzerine çıkardığında füzelerinin nükleer başlıklarında kullanabilecekti. Amerikan yönetiminin yaptırımlarla dünyadan yalıtmaya çalıştığı İran, eğer uranyum zenginleştirme programını sürdürme ve oranı yüzde 90’lara ulaştırma imkânı bulursa, balistik füzelerine nükleer başlık takabilme olanağını kavuşacak ve bu şekilde bölgedeki tek nükleer güce sahip İsrail’i frenletebilecek, en azından bölgedeki dengeleri radikal bir biçimde sarsabilecekti.
Amerikalılar bunun önüne geçmek için 14 yıl kadar önce dönemin ABD Hazine Bakanlığı Mali Terör Suçları Müsteşar Yardımcısı David S. Cohen’i Ankara’ya göndererek Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in yanı sıra, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) ve MASAK yetkilileri ile görüşmesini sağlamıştı. Cohen’in 19-20 Ekim 2009 tarihlerindeki ziyaretinin amacı, hükümeti "ABD’nin İran yönelik yaptırımlarına uymaz, ticari ilişkilerinizi bu şekilde sürdürürseniz, başınıza iş alırsınız" mesajıyla daha işin başında uyarmaktı.
Cohen, Türkiye'de bir araya geldiği BDDK yetkililerinden Halkbank’ın faaliyetleri konusunda bilgi de almış ve hükümet yetkililerinden, İran bankalarıyla iş yapma konusunda temkinli hareket etmelerini istemişti. Cohen, Mehmet Şimşek’e aba altından sopa göstermeyi de ihmal etmemiş, "Kara Paranın Aklanmasının Önlenmesine İlişkin Mali Çalışma Grubu"nun (FATF) koyduğu Kara Para Aklamayla ve Terörizm Finansmanıyla Mücadele (AML/CTF) standartlarına Türkiye’nin ne derece uyduğunun değerlendirileceği Grup toplantısının yaklaştığını da hatırlatmıştı. FATF’ın İranlı bankalar ve bireylerle iş yapmama konusundaki uyarılarından söz etmiş ve bir anlamda "akıllı olun" demişti. Cohen Ankara’ya, "Büyümenizi fonlamak için uluslararası sermaye piyasalarından borç alabilmenin avantajlarını yaşıyorsunuz, ama bilin ki tek bir adımımızla uluslararası piyasalara erişiminizi zorlaştıracak finansal kısıtlamalar getiririz," diyordu.
İki yıl sonra, yani 2011’de ABD Hazine Bakanlığı’nın terörizm ve finansal istihbarattan sorumlu müsteşarı olarak görev yapmaya başlayacak olan Cohen’in Türkiye’ye yönelik "uyarı" seyahatleri zamanla sıklaştı. Türkiye’nin İran ile SWIFT sisteminin dışına taşan ve sürekli şekil değiştiren ve zamanla doğal gaz – altın ticareti üzerinden yürüyen ticari ilişkisi Ankara’nın Washington tarafından tedip edilmesinin zor olduğunun görüldüğü bir hatta yılların seyri içinde tatsız gelişmelere doğru evrildi.
Bir gün uzun uzadıya sürecin detaylarını birbiriyle ilişkisi içinde yazma düşüncem baki kalmak kaydıyla, uzatmayayım şimdi: Gelişmeler, ABD tarafından bir türlü tedip edilemeyen Ankara’nın Oslo görüşmelerinin sonlanması, 17-25 Aralık (2013) operasyonları ve zamanla da "15 Temmuz başarısız darbe girişimi" (2016) ve ABD’de Halkbank ile Rıza Sarraf aleyhine açılan davalar gibi sonuçlar verdi. Bu sürecin dip toplamdaki hülasasını şimdilik şu ifadeyle özetleyelim: Güney hattından ilerleyen ve Akdeniz’e uzanma ihtimalini içeren tehdidi bertaraf edebilmek için dış politikasına denge ve hareket kabiliyeti getirebilmek üzere Rusya ile yakınlaşmaya da başlayan Ankara’nın Washington ile ilişkileri çok zayıflamış, hatta Türkiye, -CAATSA yaptırımları üzerinden "ABD’nin hasmı" olan ülkeler statüsüne sokulmuştu.
Bugün CIA Direktör Yardımcılığı görevini yürüten Cohen’in o yıllardaki Türkiye ziyaretlerini takip etmek bile iki ülke arasındaki ilişkilerin seyrini ve karakterini anlamak bakımından çok sayıda ipucu barındırıyor.
ABD’nin dünya ticaretine dozu giderek diplomasiden uzaklaşan bir hat üzerinden ve militarist yöntemlerle şekil verme çabaları giderek yoğunlaşıyor. Biz kendi payımıza görüyoruz ki, ABD Hazine Bakanlığı 14 yıl sonra, hem de Ukrayna -Rusya Savaşı’nın yeni coğrafyalara yayılmasına yönelik endişelerin arttığı bir dönemde bu kez Türkiye’nin Rusya ile gelişen ticari ilişkilerini "sıkıntılı" buldu. Ve aynı Bakanlık 2 Şubat 2023’te Ankara kapısına "terör finansmanı" başlıklı uyarılarda bulunmak üzere yeniden Terörizm ve Finansal İstihbarattan Sorumlu Hazine Müsteşarını göndermeye başladı. Müsteşar Brian E. Nelson iki günlük Türkiye ziyareti kapsamında hem hükümet yetkililerini hem özel sektör temsilcilerini hem de bankaları Rusya ile sürdürdükleri ticari ilişki dolayısıyla uyardı. Nelson özetle şu mesajı verdi: "Rusya’ya yaptırımlarımızı siz de uygulayın. Yoksa G7 ülkelerine, yani, Almanya / AB, Amerika Birleşik Devletleri, Britanya, İtalya, Fransa, Japonya ve Kanada’ya ticaret yapmanızı bir anda sonlandırırız."
Washington’un elinde istihbarat raporları vardı. Bu raporlara göre, onlarca ihracatçı Türk şirketi, geçen yıl mart ve ekim ayları arasında Rusya’ya 300 milyon doları sanayi ve 80 milyon doları elektronik olmak üzere yaklaşık 800 milyon dolar değerinde mal göndermişti. Nelson, Ankara ve İstanbul ziyaretlerinde, "ABD yaptırımlarına uymazsanız yeni yaptırımlar gelir" diyordu. Aynı günlerde, ABD'nin önde gelen ekonomi gazetelerinden Wall Street Journal, Ukrayna’nın işgalindeki rolleri nedeniyle Washington’un yaptırım uyguladığı en az 10 Rus şirketine en az 13 Türk şirketinin, 18 buçuk milyon dolar değerinde ihracat yaptığını ileri sürerek, bunun "Rusya’nın Ukrayna işgalini desteklemek" anlamına geldiğini yazıyordu.
Aslında, 13 Mart 2023 tarihinde de yazdığım gibi, ABD Hazine Bakan Yardımcısı Wally Adeyemo geçen yılın yaz aylarında terörün finansmanıyla mücadeleyi ve Rusya’ya yönelik yaptırımlara uyumu görüşmek üzere Türkiye’yi ziyaret edip şüpheleriyle ilgili birtakım uyarılar yapmış, ardından ağustos ayında bir de yazılı uyarıda bulunmuştu. Eylül ayında da 3 Türk bankası Rus ödeme sistemi MİR’den çıkma kararı almıştı. Bu bakımdan bakanlık müsteşarı olarak Nelson’un 2-3 Şubat tarihlerindeki Türkiye ziyareti, artık ABD’nin Türk-Rus ilişkilerinin seyrini de daha sıkı baskı altında tutacağının işareti idi. Ayrıca, Ankara ABD’nin finansal terörizm şefi tarafından uyarılırken Washington’da böyle yazıların kaleme alınması da hayra alamet değil. Çünkü biz bu "filmi" 10-15 yıl önce de görmüş, üstelik sonunun hiç de "mutlu son" ile bitmediğine tanık olmuştuk.
Şimdi tekrar başa dönersek…
Türkiye’ye yeni dönemde (Rusya ve Çin siyasetlerinin yanı sıra yeniden karışabilme potansiyeline sahip Balkanlar nedeniyle) daha çok ihtiyaç duyacağı için daha çok baskı uygulayacak ABD Dışişleri’nin karşısında bir zamanlar "İran ajanı" olarak suçladıkları ve ülke içindeki operatifleri üzerinden operasyon çekilen bir isim, Hakan Fidan olacak. Bu, Ankara’nın dış politikasını denge ve hareket kabiliyeti getirebilmiş ve çok-merkezliliğe evrilen yeni dünya düzeninde kendisine daha geniş manevra alanı açarak görece bağımsız politikalar üretebilme kabiliyetine kavuşmuş bir devlet derinliği kazandığına, artık aba altından beyzbol sopası (!) gösterilecek bir ülke olmadığına işaret etmesi açısından son derece önemli. (Bu arada, o kabiliyeti ve manevra alanını nasıl bir beceri ve performansla kullanabildiği ayrı ve önemli bir konu. Ayrıca "tam bağımsız" dış politika ile "dış politikasına denge ve hareket kabiliyeti getirmek üzere görece özerk" davranabilme arasındaki çok büyük farkı da ihmal etmeden meseleye bakmak gerektiğini de not düşeyim
Özetle, Hakan Fidan Türkiye’nin "ABD’nin hasmı" olan ülkeler konumuna sokulmasına yol açan sürecin Ankara’daki belki en önemli tanığı, aktörü. Yarın Recep Tayyip Erdoğan’ın olmayabileceği bir ihtimalde devlet yönetiminde aynı kurumsal devlet reflekslerini kaldığı yerden otomatik olarak verebilecek bir isim. Dolayısıyla Washington’un dünyayı yaptırımlarla yönetme inadının giderek yoğunlaştığı, Rusya ile Çin konusunda elini daha da sertleştirebileceği ve üçüncü ülkeleri "hizalama" konusunda daha pervasız olabileceği bir süreçte, onun karşısına doğrudan doğruya bir zamanlar etkisiz hale getirmeye çalıştığı bir profilin ve "Foreign Affairs Ministry"den çıkarak "State Department" hüviyet ve derinliğine evrilmiş bir kurum liderinin çıkacak olması son derece manidar. Geçmişte ABD’nin Türkiye ve Irak Büyükelçisi olarak görev yapmış James Jeffrey, bundan 10 yıl önce onun için şöyle demişti: "Hakan Fidan yeni Ortadoğu’nun yüzü. Onunla iş birliği yapmalıyız, çünkü işleri halledebiliyor. Ancak ABD’nin gözü kapalı dostu olduğunu da düşünmemeliyiz, çünkü değil." Ancak Washington o tarihlerde Jeffrey’yi dinlememiş, iş birliği seçeneğinin peşinden gitmemişti. Şimdi Ankara, belki de ABD’ye bu konuda bir "şans" daha veriyor. Washington da en azından F-16’ları verme konusundaki çekincesini kaldırarak Ankara’ya bir şans vermek ister mi, göreceğiz. Ama sanıyorum İsveç’in NATO üyeliği meselesinin çözülmesi konusuna paralel olarak Fidan’ın en önemli gündemlerinden biri o F-16’ların gelmesi olacaktır. En büyük hedef de kanımca ABD askerlerinin Suriye’den çekildiğini görerek Şam ve Moskova’yla yeni bir anlaşma noktasına gelmek ve ardından da yeni bir "Kürt açılımını" başlatmak. Zor mu, çok zor! Ama imkânsız da değiller galiba.
Gelelim Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’e. Elbette ki Şimşek, uluslararası piyasaların ve Batı sermayesinin Türkiye’ye yönelik güvenini artırmak, olası şoklarda ve zorlu süreçlerde o güveni sürdürülebilir seviyelerde tutmak açısından önemli bir isim. Ama onun aynı zamanda 2009’dan 2015 yılı sonuna kadar hazine ve maliyenin direksiyonunda kalmış ve Washington’un Türkiye’ye yönelik baskılarına tanıklık etmiş, ABD’nin Terörizm ve Finansal İstihbarattan Sorumlu Hazine Müsteşarlarını ağırlamış, onların uyarılarını ilk elden dinlemiş, o süreçlerini yönetmiş, neticede bu anlamda çok deneyimli bir isim olduğu unutulmamalı. Dolayısıyla, bahsettiğim "derinliği" kazanmış bir devletin uluslararası ilişkiler sahasında daha da zorlaşacağı öngörülen bir süreçte kazanımlarını yitirmemek adına hazine ve maliyenin direksiyonunu Şimşek’e emanet etmek istemesinin birden fazla nedeni olduğunu düşünüyorum.
Elbette, uluslararası sahadaki gücünü içerden alamayan, içerde yeterince güç üretemeyen bir ülkenin dış sahadaki "özerkliği" sürekli tehdit altında olacak ve sürdürülebilir olmaktan uzak kalacaktır. Mehmet Şimşek belki önemli bir role sahip ama Türkiye kalkınma politikalarıyla desteklenip üreten bir ekonomi rotasına girmedikçe botta beliren delikleri ithal yamalarla kapatmakla uğraşmak ne kadar kalıcı sonuç verir, belli değil. Bu da hükümet politikalarının zayıf karnı belki. Ve bir gün Şimşek’i de -sacayaktaki kilit rolüne rağmen yutabilecek olduğu da unutulmamalı.
3-4 gün önce Washington Post, Suudi Veliaht Prensi Muhammed Bin Selman’ın kendisini tehdit eden ABD Başkanı Joe Biden’a "biz de sizin başınıza ekonomik maliyetine katlanacağınız çoraplar öreriz" dercesine bir karşı-tehditle cevap verdiğini yazdı. Dikkatlerden kaçmış olabilir ama böyle bir şeyi 10 yıl önce hayal bile edemezdiniz! Daha önce, Tahran yönetimi ile ilişkisini Pekin aracılığıyla normalleştirme kararı alarak ABD’nin bölgedeki hegemonyasını sendeleten Riyad’ın, Washington’a karşı dik durma cesaretini Ankara’dan aldığını yazmıştım. Bu son hamle Ankara’nın ilhamlarını da aşıyor. Tabii yedeğinizde 260 milyon varil petrol varsa, hem de arkanıza 18 trilyon dolarlık bir GSYİH’ya sahip Çin’i alıyorsanız "haddinizi" zaman zaman böyle rahatça aşabilirsiniz. Ama öyle değilseniz ve "Avrupa’nın Çin’i" olmayı tercih etmek niyetindeyseniz ve sınırınızın güneyinde YPG tarafından kontrol edilen bölgelerin yeni bir Kürt siyasal idaresine yol açmaması için mücadele ediyor, ABD’nin bölgeden tamamen asker çekmesini bekliyor, buna şiddetle ihtiyaç duyuyorsanız, daha dikkatli ve dengeli ilerlemek zorundasınız.
Bu bakımdan "devlet hükümetinin" işi hiç kolay değil. Ama galiba dünya da zaten işlerin kolaylaşacağı bir yere doğru gitmiyor. Hele emek dünyası ve işgücünün taleplerinin karşılanması ve yoksullukla mücadele anlamında kimseyi pembe tablolar beklemiyor. Türkiye’deki ekonomik sıkıntılar da muhalefetin dillendirdiğinden de daha derin aslında. Ama elbette Türkiye, "yoksullaştırıcı büyüme" ile küçülttüğü hane gelirini "sürdürülebilir küçülme" ile desteklemekle yetinen AKP politikalarından çok daha fazlasına ihtiyaç duyuyor. Mesele, o ihtiyacı alternatif bir Sol proje ile karşılayıp cumhurun ya da milletin dikkatine sunabilen yeni bir tahayyül geliştirebilmek. Böyle bir tahayyülün serpilmediği topraklarda "miş gibilere" icabet ederek yapılan patinajın emek dünyasına bir faydası yok.
HTŞ lideri Cevlâni’nin ailesinin Cevlân Yaylalarının İsrail tarafından işgali akabindeki zorunlu göçünde Filistin mücadelesine destek ile başlayan yolculuklarında altmış yıla yakın bir zaman sonunda geldikleri noktanın, Filistinli gruplara silah bıraktırıp kamplarını kapattırmak olması hayli manidar
Batı’nın lacileri giydirdiği neo-Ladinist Colani güçlerinin Şam’a girmesi ve Esad’ın ülkeyi terk etmesinin ardından Suriye’de bir dönem bitti. Muzafferlerin sevinç çığlıkları yanıltmasın, kötü günler bitmiş ve şimdi sırada daha kötü günler de olabilir
İlk bakışta Lübnan ateşkesi akabinde, İran-Hizbullah ikmal hattını kesmeye yönelik bir hamle gibi görünen Suriye’deki cihatçı taarruzu en çok Tel Aviv’i sevindirmiş olabilir ama en çok Şam’ı mı, Tahran’ı mı, yoksa Ankara’yı mı üzecek, bunu söylemek için çok erken
© Tüm hakları saklıdır.