01 Eylül 2014
Geride bıraktığımız Ağustos (2014) ayında medyada öne çıkanlara –aslına bakarsanız çoğunlukla çıkmayanlara (!)- kişisel ve mecburen taraflı bir bakış isterseniz, buyurun buradan okuyun...
TÜRKİYE’DE AYIN İNSANI
Türkiye’de ağustos ayının insanı, bence, dünyaya hayatıyla yapamadığını düşündüğü katkıyı ölümüyle yapmak isteyen bir taşeron işçisi, Zafer Açıkgözoğlu oldu. Geçtiğimiz yıl İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi’nde lağım sularının bastığı katı temizlemeye zorlanan Açıkgözoğlu, enfeksiyon kapıp karaciğer yetmezliğinden 17 Ağustos 2014 tarihinde, 28 yaşında hayatını kaybetti. İSKİ’nin yapması gereken işi yaparak hayatından olan Açıkgözoğlu ölmeden önce bir mektup kaleme almış ve aslında neyin bizi “Yeni Türkiye” yapacağını çoğumuzdan çok daha iyi tarif etmişti:
“Biliyorum arkamdan iki gün ağlayıp üçüncü gün unutacaksınız. Hayatınıza hiçbir şey olmamış gibi devam edeceksiniz. Benden önce her sene ölen bin 500 işçi gibi. Soma'da ölen 301 maden işçisi gibi. Şimdi diyorum ki, iş buldum, ekmek buldum diye sevinirken güvenlik önlemlerinin alınmamasından, gerekli eğitimin verilmemesinden, altyapı eksikliğinden canımdan oldum. Yaşamak istiyorsanız, sevdiklerinizle mutlu bir yaşam sürmek, evlenmek, çocuk sahibi olmak istiyorsanız; var olan şartların, eğitimlerin tamamlanmasını isteyin. Çalışma Bakanlığı başta olmak üzere, tüm sorumluların yasalarca cezalandırılması en büyük dileğimdir. Ceza alsınlar ki tekrar aynı hatalar yaşanmasın. Güle güle...”
Gazete sayfalarında minicik bir haber olan genç işçinin arkadaşları ve Çapa taşeron sağlık işçileri, onun ölümünün ardından taşeron sistemini ve sağlıkta dönüşüm politikalarını protesto etti. Ama bizler “Yeni Türkiye” ile o kadar meşguldük ki, bu “Eski Türkiye” eylemi kendisine medyada doğru dürüst bir yer bile bulamadı!
DÜNYADA AYIN İNSANI
Ağustos ayında “Dünyada Ayın İnsanı,” Êzidîlerin feryadının bütün dünya tarafından duyulmasına vesile olan Irak parlamentosunun kadın milletvekili Viyan Daxîl oldu kanımca. Daxîl, IŞİD çetesinin katliamlarından kaçarak çoluk çocuk, yayan yapıldak Sincar Dağı’na (Kürtlerin verdiği adla Şengal Dağı’na) sığınan Êzidîlerin çaresizliğini Irak parlamentosunda irticalen yaptığı konuşmasına taşıdı. “La ilahe illallah bayrağı altında katlediliyoruz. (...) İnsanlık namına bize yardım edin” diyen Daxîl gözyaşlarına boğuluyor feryadını tamamlamaya fırsat bulamadan yere yığılıyordu. Êzidî vekil –timsah versiyonlarına alışkın bizlere- gözyaşlarının bazen kopkoyu, berbat bir çaresizliğe işaret edebileceğini gösteriyordu. 13 asır önce Mısır’da yaşamış sufi bir kadın şair için on binleri meydanlara dökenlerin, gözlerine yaş indirenlerin gıkı çıkmıyordu! Neyse ki Viyan Daxîl’in çığlığı az da olsa karşılık buldu. Kürtler silahla, uluslararası güçler de insani destek ile yardımına koştu dağlardaki Êzidîlerin. Dağdaki halkına erzak yardımına giderken helikopteri düşen Daxil ise tedavi görmek üzere kaldırıldığı hastanede, “Bize asıl ihaneti komşularımız, kirvelerimiz yaptı. Onlar IŞİD’le birlikte saldırınca kuvvetimiz kırıldı” diyordu.
AYIN OLAYI
10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçiminin akabinde yaşadıklarımız bizi bir “1984” romanı içindeymişiz gibi hissettirdi. Bir “Yeni Türkiye” öforisi yaşıyorduk. Ancak bu sahtelikler silsilesi ve “ver coşkuyu” atmosferi içinde meydana gelen bir gelişme sanki diğerlerinden daha özel bir yer işgal ediyordu. Cumhuriyet gazetesinin Aykut Küçükkaya imzalı 25 Ağustos 2014 tarihli manşetine bakılırsa, “İstanbul’un Kuzey Ormanları bölgesi bir yakınlarının iflas etmemesi için Emine Erdoğan’ın isteğiyle imara açılmıştı.” 17 Aralık sonrasında 4 bakan hakkında düzenlenen fezlekede yer aldığı belirtilen yasal dinleme kaydına göre, Kuzey Ormanları dahilindeki Kısırkaya ve Gümüşdere bölgesinin imara açılmasını dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan istemişti. Eski Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar haberden bir gün sonra Cumhuriyet gazetesi yazarı Utku Çakırözer’e, Emine Hanım’ın devreye girdiğini ve özel kaleminin bu amaçla kendisini aradığını doğruladı. Çakırözer bu konuyu “Emine Hanım İtirafı” başlığıyla gazetedeki köşesine taşıdı. Bayraktar, işadamı Mehmet Akif Günaçar için “Adama iki sene işkence çektirmişler. Onun da canına tak etmiş, gitmiş Başbakan’ın hanımını (Emine Erdoğan) bulmuş.(…) Bu kurullardan iş çıkmıyor ki! Tabiat varlığı komisyonundan dosya çıkarmak ölüm. İsterseniz siz gidin deneyin,” diyordu.
Şimdi Ayın Olayı aslında Kuzey Ormanları’nın bu şekilde imara açıldığının ortaya çıkmasıydı, yoksa 12 yıldır iktidarda olan bir partinin bir bakanının “işkence” tarifi mi, ben bilemedim. “Yeni Türkiye”de insan bazen gerçekten sorulara cevap veremeyebiliyor. Heyecandan belki de, kim bilir!
(T24 yazarı Hasan Cemal konuyu geçtiğimiz günlerde “Emine Hanım İtirafı, Sizi Hiç Rahatsız Etmiyor mu?” başlıklı yazısında gayet güzel özetledi. Merak edenler buradan da konunun detaylarını öğrenebilirler.)
AYIN MANŞETİ
Ağustos 2014’te Ayın Manşeti kanımca 27 Ağustos 2014 tarihinde “Türkiye’den IŞİD’e ihracat patlaması” manşetiyle çıkan Taraf gazetesine aitti. Gökhan Erkuş’un haberiyle verilen manşetin altında, “Kilis Öncüpınar sınır kapısının Suriye’deki denetimini, Eylül 2013’te radikal İslamcı militanlar ele geçirdi. Bu tarihten sonra Türkiye’nin Suriye’ye ihracatı yüzde 79 arttı,” satırları dikkat çekiyordu. Haberde, Alman ve İngiliz medyasından sonra ABD medyasının da ana gündem maddesi olan IŞİD’in elindeki Toyota pikaplar ve parçaların bile Türkiye’den gittiği belirtiliyordu.
Evet, ne diyelim: Kimse Türkiye’nin ihracatını test etmeye kalkmasın!
AYIN HABERCİSİ
İsmail Saymaz, 13 Ağustos 2014 tarihli Hürriyet gazetesinde “E-postamıza Polis Girmiş” başlığıyla manşete taşınan haberiyle kanımca bir kez daha “Ayın Habercisi” oluyordu. Saymaz’ın haberi, yaşadığımız ülkenin 1984 romanında Büyük Birader’in gözetimi altında tasvir edilen ülkeye epeyce yaklaştığının ifadesiydi sanki. Habere göre, 22 Temmuz operasyonunda tutuklanan eski İstanbul İstihbarat Şube Müdürü Erol Demirhan'ın imzasıyla Marmara bölgesindeki bütün maillerin takip edilmesinin talep edildiği, 16 Ekim 2009'da lağvedilen özel yetkili İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nin de bu talebi onayladığı belirtiliyordu. Bazı gazeteciler bu “yeni” durumu biliyor ve polisin hiçbir somut kanıt göstermeden, hiçbir isim vermeden, hatta soruşturma açmadan beş kentteki bütün insanların epostalarını izleme yetkisini savunabiliyordu. İnternet 21 yaşına girmişti Türkiye’de ama, bu ülkede ne özel hayatın mahremiyetinden, ne de kişisel verilerin güvence altına alınabildiğinden bahsedebilirdik. Polis bu ülkede, ayakkabı kutuları dışında her yere girebilirdi. Herkes bunu böyle bilmeliydi. Ayrıca zaten milli irade bu yetkiyi polise sandıkta vermemiş miydi?
AYIN ÖNGÖRÜSÜ
Biz “Yeni Türkiye” için vecizeler döktürüp sağda, solda sahte coşkular pompalayaduralım, “Eski Türkiye”nin eskimeyen bir hocasından içinde bulunduğumuz “yeniliğin” (!) terkibine dair sağlam bir cevap, isabetli bir öngörü geldi. İTÜ Maden Fakültesi Jeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Naci Görür kendi fakültesindeki 40 akademisyen arasında yaptığı bir incelemede sadece üçünün Avrupa veya Amerika’da profesör olabilecek niteliğe sahip olduğu kanaatine varmıştı. Naci Hoca bu değerlendirmesiyle Ayın Öngörüsü’ne imza atıyordu belki ama bu hazin tahlile bir burukluk da eşlik ediyordu. Zira Türkiye’de bilim insanı profilinin fukaralaştırıldığını vurgulayan Prof. Dr. Naci Görür, 9 Eylül’den itibaren akademisyenliği ve Marmara Denizi’nde sürdürdüğü deprem araştırmalarını bırakma kararı almıştı. Bu haber Cumhuriyet gazetesinin 29 Eylül 2014 tarihli sayısında yer aldı. Habere göre, üniversitelerdeki eğitim kalitesinin düşüşünü kendi üniversitesinin yetkili organlarına da bildiren Naci Görür, bunu kimsenin dert edinmediğini söylüyor ve şunları ifade ediyordu: “Üniversitelerde insanlar uluslararası standartlardaki başarıları ile, araştırmaları ile algılanmıyor. ‘Bizden mi bizden değil mi, hangi topluluğa, hangi düşünceye aidiyeti var’ gibi saçma sapan bir yolun içine girildi. (...) Üniversiteler siyasallaştı. Her dönemde bu oldu ama benim asistanlığımdan, yani 1971’den bu yana hiçbir dönemde bu son 10 senedeki gibi üniversiteler siyasallaşmadı.”
AYIN EN İYİ KÖŞE YAZISI
Bugünün Ortadoğu’sunu şöyle dört başı mamur şekilde anlamak için acaba 129 dolarlık abonelik ücretine kıyıp Straffor’un analizlerini mi okumalı, yoksa El-Monitor’den ve Haaretz’ten süzdüklerimi Fehim Taştekin’in yazılarıyla teste mi tabi tutmalı, yoksa ne yapmalı falan derken, en sıkı öneri Ege’deki bir cezaevi köşesinden –gayet iddiasız bir formda- geldi. Evet, tahmin edebileceğiniz gibi hayat boyu haşarılığa mahkum (!) bir isimden, Sevan Nişanyan’dan! İki yıllık cezasının kalan kısmını Aydın, Yenipazar Kapalı cezaevinde çekmekte olan Nişanyan, kendi blog sitesi için 15 Ağustos’ta kaleme aldığı “Eski Zaman IŞİD’leri” başlıklı yazısında, adeta “bugünü anlamak istiyorsan düne bak, bakıp da bir şey göremiyorsan aç, Evliya Çelebi’den oku” diyordu. Onun cezaevinde okuduğu Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nden bu son yazısına alıntıladığı satırlar, şayet tembellik etmez de okur isek, bugünü yaklaşık 400 yıl önceden de pekala anlayabileceğimizi göstermesi açısından ibretlikti ve şükranlık duyulası cinstendi! Açıp Çelebi’yi okuyunca, IV. Murat’ın Bağdat seferi öncesinde Bağdat’ı tutan Türkmenlerin nasıl pes edip teslim olduklarını, keskin kılıç ile başları tıraş edilen yerel halkın kellelerinin nasıl kesildiğini, kanın oluk oluk nasıl aktığını, Sincar bölgesindeki Ezidilerin kellelerinden nasıl piramit yapıldığını öğreniyorduk. Haaa, bir de 70 bin kızılbaştan ancak altı bin kadarının Osmanlı'nın “merhametli ellerinde” canını kurtarabildiğini!
E, bugüne bakınca rakamlarda bir iskonto olduğu görülüyor. Acaba kelle götürücü bu IŞİD militanlarının bir gün uyanması ve işlediği cinayetlerden pişmanlık duyması mümkün müdür? Gün Zileli bu soruya daha Haziran ayı içinde “hayır” demiş ve eklemişti: “Çünkü onlar uzun yıllardır çalışmakta olan dev bir kıyma makinesinin kumanda merkezinde oturmakta olan vicdansız kasaplardır.”
Kasapları tarihten okumayı, Nişanyan’a da bu vesileyle bir teşekkür etmeyi ihmal etmeyiniz lütfen!
AYIN EN EĞLENCELİ KÖŞE YAZISI
Hürriyet gazetesinin renkli yazarlarından Gülse Birsel, 13 Ağustos 2014’te geçen ayın en keyifli yazılarından birine imza attı. Ben “keyifli” diyorum ama, Birsel’in “Ankara’da Çekilen ‘Game of Ağustos’ Dizisi Bomba Gibi Geliyor” başlıklı yazısı resmen bir itirafname niteliğindeydi. Birsel, bu yazısında “ilginç ihtimallerle ‘dopdolu’, sezona acaip bir aksiyonla giren bu diziyi ben bile yazamam” diyerek senaryo yazma alanındaki yeteneğinin sınırlarını açıkça itiraf ediyordu (!) Derken bu itirafı bir başkası takip ediyordu: “Demek şu çok net: ‘Yalan Dünya’ biz değiliz, ‘Yalan Dünya’nın hası Ankara’da arkadaş!”
Ulennn! Hanginiz hakiki ‘Yalan Dünya’? Hanginiz gerçek “her şey bomboş?”
AYIN EN UFUK AÇICI FİKİR YAZISI
Birikim Dergisi’nin Ağustos 2014 tarihinde yayınlanan 303-304 ortak sayısında yer alan “Dinden İdeolojiye, İtirazdan İkbale: İSLAMCILIK” başlıklı dosya konusu, geçen ayın en ufuk açıcı fikir yazılarına yer vermesi bakımından ayrı bir övgüyü hak ediyordu. Tanıl Bora ile Kerem Ünüvar’ın hazırladığı dosyada, Ömer Laçiner’den Yüksel Taşkın’a, Ahmet Çiğdem’den Serdar Sengül’e, Yavuz Çobanoğlu’ndan Menderes Çınar’a çok sayıda ismin makalelerine yer verilmişti. Ayrıca dosyaya Ruşen Çakır ile İsmail Kara da kendileriyle yapılan söyleşilerle katkı veriyordu. Kendi adıma bu dosyada yer alan tüm makalelerden yararlandım. Ancak dosyadaki kadın yazarların makalelerini daha çok önemsedim. Çünkü İslamcılık kendisini Türkiye’de ağırlıklı olarak kadın meseleleri üzerinden sorunsallaştırmıştı. Bu nedenle İslamcılığın tam da kadın meselelerinde tıkanmışlığına işaret eden Yıldız Ramazanoğlu’nun yazısını; İslamcılığın Türkiye ölçeğinde bilinç/zihin oluşturmak yerine buyurgan bir aktarımla yetinişine, körlüğüne, sağırlığına işaret eden Zeynep Kevser Şerefoğlu’nun yazısını; aydınların başörtüsü yasağı konusunda kapitalist devletlerle yaptığı suç ortaklığına işaret eden Badiou’yu hatırlatan Nagihan Haliloğlu’nun yazısını; İslamcı söylemin bir hesaplaşma perspektifinden sadece kendi mağduriyetlerini hatırlayışının yol açtığı ayrıştırıcılığı ve kutuplaştırıcılığı hatırlatan Özlem Avcı’nın yazısını, tüm bu yazıların böyle bir dosyada bir arada yer alışını ayrıca önemli ve kıymetli buldum. Ve elbette ki son dönemlerde Türkiye sağı içerisindeki konumunu derinleştirip sağlamlaştırma gayreti içindeki İslamcılığın İsmet Özel ile “direkteki bayrağı indireni indirene Türk denir” tanımında buluşmasını çok berrak bir şekilde temellendiren Polat Alpman’ın yazısını da...
AYIN AYDIN ANALİZİ
Bir aylığına da olsa “Ayın Medya Analizi”ni bir kenara bırakıp onun yerine böyle bir kategori icat etmenin yaşadığımız döneme biraz daha ışık tutabileceğini düşünüyorum. Bu açıdan baktığımda galiba geçtiğimiz Ağustos ayının aydın analizi konusunda en başarılı kişisi, Taraf gazetesinde 19 Ağustos tarihinde kaleme aldığı “Yusuf Kaplan’ın Yanılgısı” başlıklı yazısıyla Yüksel Taşkın oldu. Taşkın, çarpık kapitalizmi derinleştiren yapısal süreçlerden çok bu süreçlerin kültürel sonuçlarına odaklanan sağcı aydınların trajedisini, kamuoyunda çokça tartışılan, “Boğaziçi, Bilkent, ODTÜ yıkılmalı” ifadeleriyle gündeme gelen Yusuf Kaplan örneğinde başarılı bir şekilde anlatıyor ve “Kültür eleştirisi yapmak, onları iktidar eleştirisi yapmaktan kurtarır. Yok edenin ihya edene dönüşmesini boşuna beklerler,” diyordu.
AYIN KİTABI
Ağustos ayında “Ayın Kitabı, kanımca Aytekin Yılmaz’ın İletişim Yayınları’ndan çıkan “Yoldaşını Öldürmek” isimli kitabı oldu. Kitap başta PKK, DHKP-C, TİKKO gibi silahlı örgütlerin özellikle 90’lı yıllarda gerçekleştirdikleri örgüt içi infazları tanıklıklarla anlatıyor. Sadece bu üç örgütün ‘90’lı yıllarda cezaevinde öldürdüğü kişi sayısı 36, dışarda öldürülenler ise binli rakamlarla ifade ediliyor. Alpaslan Nas’ın kitap için Birikim’de kaleme aldığı yazı ve T24 ten Hazal Özvarış’ın kitabın yazarıyla gerçekleştirdiği söyleşi sadece bu ölümlere değil demokrat olmanın ölçütlerine dikkat çekmesi bakımından da ayrıca önem taşıyor.
AYIN SÖYLEŞİSİ
Kanımca ayın söyleşisi, Vatan gazetesinden Ruşen Çakır’ın KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Cemil Bayık ile yaptığı söyleşi oldu. Çakır, 23 ve 24 Ağustos 2014 günlerinde Vatan Gazetesi’nde önemli bazı bölümleri yayınlanan söyleşinin tam metnini 26 Ağustos’ta edit edilmemiş şekliyle kamuoyuyla paylaştı. Söyleşide öne çıkan “başkanlık sistemini desteklemeyecekleri” gibi, üzerinde durulması gereken çok sayıda önemli nokta olmasına rağmen, dikkatler bir anda Bayık’ın “HDP’nin kendisini -Beyoğlu’ndaki- bazı marjinal yaklaşımlardan kurtarması gerektiği” yönündeki açıklamasına kaydı. Acaba bu demeç, Ufuk Uras, Ertuğrul Kürkçü veya Sırrı Süreyya Önder için bir “ince ayar” anlamına mı geliyordu? Bayık kimleri kastetmişti? Bu tartışmayı “nasıl ana muhalefet hareketi olacağına ilişkin görüşleri zenginleştirmek açısından bir fırsat” olarak görenler vardı. Ancak HDP çevreleri, ağırlıklı olarak konunun HDP’nin seçimlerdeki başarısını karalamak isteyen çevrelerce suiistimal edildiğini ileri sürdüler. Belki haklıydılar ama bunu yaparken kesinlikle eksik oldukları bir nokta vardı: Kimse konunun spekülasyonlar üzerinden yürümemesi için Bayık’ın derhal bir açıklama yapması gerektiğini söylemiyordu. Bu söyleşide öne çıkan temaları HDP’yi büyütmek için yapılması zorunlu bir tartışma fırsatı olarak görmek yerine, Bayık’ın açıklamalarının yarattığı tartışmayı kendi “açıklamaları” ile söndürme gayreti hakimdi. Hatta bazıları, faturayı Çakır’ın gazeteciliğine çıkaracak kadar da ileri gittiler.
Böyle olunca bu başarılı söyleşideki diğer bir çok önemli nokta kaynayıverdi. Bayık söyleşisinde öne çıkan bir diğer nokta da, Cumhurbaşkanlığı seçiminde % 9.7 oy alan Selahattin Demirtaş’tan KCK’nın yüzde 10-13 arasında oy beklendiğinin ifade edilmesi oldu. Bu, Demirtaş’ın KCK hedeflerinin altında kaldığının dolaylı bir ifadesiydi aslında. Ama tartışma “Cihangir marjinallerinden” öteye geçememişti.
Bu arada yeni Başbakan Yardımcımız Yalçın Akdoğan da “sol, marjinal, halkın değerlerine uzak” olmakla suçladığı HDP’nin bazı yönetici düzeyindeki kadrolarının değiştirilmesinden yana idi ve bu partinin “çözüm sürecinin ruhuna uygun” şekilde dizayn edilmesini savunuyordu. Yalçın Akdoğan’ın son zamanlardaki rahatsızlıkları ile Bayık’ın değerlendirmeleri arasındaki kimi paralellikler belki de tamamen tesadüftü. Ama ne bu hususların üzerinde duran oldu, ne de Türkiye toplumunda yılların seyri içinde oluşmuş Kürtlere dönük güvensizliğin nasıl aşılabileceğini tartışan. (Bu ihtiyaca benim görebildiğim kadarıyla bir tek Tarık Ziya Ekinci dikkati çekiyordu.)
Ne yapalım, “burası Türkiye” idi. Burada herkes, birgün en az 15 dakikalığına marjinal olacaktı!
twitter: @akdoganozkan
Batı’nın lacileri giydirdiği neo-Ladinist Colani güçlerinin Şam’a girmesi ve Esad’ın ülkeyi terk etmesinin ardından Suriye’de bir dönem bitti. Muzafferlerin sevinç çığlıkları yanıltmasın, kötü günler bitmiş ve şimdi sırada daha kötü günler de olabilir
İlk bakışta Lübnan ateşkesi akabinde, İran-Hizbullah ikmal hattını kesmeye yönelik bir hamle gibi görünen Suriye’deki cihatçı taarruzu en çok Tel Aviv’i sevindirmiş olabilir ama en çok Şam’ı mı, Tahran’ı mı, yoksa Ankara’yı mı üzecek, bunu söylemek için çok erken
“Kurallar temelli uluslararası düzen”, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Netanyahu ile Gallant hakkında alacağı tutuklama kararını önce 5 ay geciktirdi, şimdi de “sakın ha, tutuklarsanız yakarım sizi” deme yolunu seçiyor
© Tüm hakları saklıdır.