24 Aralık 2022

Üniversiteye dair yazıma gelen eleştiriler

YÖK denilen kurumu kaldırılması önerisi kağıt üzerinde son derece anlamlı ve yerinde gibi gözükebilir peki bu merkezi kurum yerine eğer bir birim oluşturamazsanız nasıl bir yol izleyeceksiniz? Bu ülkenin insan profilindeki iktidar olma hırsını, üniversiteler üzerinden nasıl ortadan kaldırabileceksiniz?

9 Aralık 2022 tarihinde Üniversiteye Dair başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Yazı aslında üniversitede olup bitenlere ilişkin örnekler üzerinden adeta bir giriş niteliği taşıyordu ve yaşananlara ilişkin küçük bir katkıyı içeriyordu. Yazının hemen ardından üç farklı geri dönüş aldığımı ve bu geri dönüşlerin de yine kamuoyu ile buluşturulması gerektiği için bu yazıyı yazıyorum.

Öncelikle Boğaziçi Üniversitesinden yazan bir hocamız, yazıya ilişkin iki konuyu da metinde görme isteğini dile getiriyordu. Bunlardan ilki 2021 yılından bu yana Boğaziçi üniversitesinde gerçekleştirilen mücadelenin -ki temelinde merkeziyetçiliğin yanı sıra vasatlaşmaya karşı da bir duruşun yattığı vurgulanıyordu. İkinci olarak akademik teşvik meselesinin de daha önce yine Boğaziçi Üniversitesinde hayata geçirildiğine ilişkin bilgi yer alıyordu. Hocamız haklı olarak yaşananların, yazıda söz konusu olan vasatlaşma meselesi ile ilgili olarak nasıl bir yerde durmakta olduğunun gösterilmesinin önem arz ettiğini belirtiyordu ki kendisine yaptığım geri dönüşte bu konuya ilişkin düşüncelerimi daha önceki yazılarımda da belirttiğimi aktardım. Fakat bu noktada hocamızın uyarısının yerinde olduğunu ve Boğaziçi Üniversitesinde Prof. Dr. Melih Bulu'nun rektör olarak atanmasından bu yana başlayan sürecin üzerinden neredeyse geçen iki yıl içerisindeki gelişmeler karşısında üniversite öğretim üyelerinin tepkilerinin son derece önemli olduğunu bir kez daha eklemeliyim. Çünkü neredeyse tamamı bir örnekleşen ülkenin akademisi içerisinde Boğaziçi üniversitesi adeta bambaşka bir görünüm arz etmeyi sürdürmeyi başarmaktadır.

Bir diğer katkı ise kendisini taşra üniversitesinin mensubu olarak nitelendiren bir hocamızdan geldi. Hocamız 'suskun kalışlarının bir nedeninin de konuşacak kanallarının olmaması olduğunu dile getiriyordu. Aslında medyanın bir örnekleşmesi süreci hızlandıkça farklı seslerin kendilerini duyurabilecekleri platformlarda giderek azalmakta hatta neredeyse yok denecek hale dönüşmektedir ki sayın hocamız bu noktada eldeki olanakların son derece kısıtlı olmasından şikayet ediyor. Son cümlesi son derece çarpıcıydı: Sesimizin duyulmaması ses çıkarmadığımız anlamına gelmiyor.

Bu geri dönüş içerisindeki cümleler, ülkemizdeki üniversitelerin yaşadığı pek çok sorunu ortaya koyması açısından son derece önemli bir noktayı gözler önüne seriyor. Bir taraftan yaşanan gelişmeler ve bu gelişmelerin yarattığı etkiler söz konusu öte tarafta ise bu olumsuz gidişe karşı seslerini duyurmaya çalışıp, umudunu her geçen gün biraz daha fazla korumaya çalışanlar yer alıyor.

Üçüncü olarak ise akademik hayatın henüz başında olan bir gencin yazdıklarını sizlere aktaracağım. Kendisi 100/2000 YÖK Doktora Bursiyeri ve bu konumdaki gençlerin haklarının teslim edilmesi ve istihdamları konusunda da seslerinin duyurulmasını talep ediyor. YÖK tarafından öncelikli alanlarda doktora yapan bu gençler, kendilerine verilen istihdam sözlerinin özellikle seçim öncesi gündeme getirilen araştırma görevlilerinin daimi kadroya atanmaları sözü sonrasında unutulmamasını istiyorlar. Burada kağıt üzerinde aynı işi yapan bir kitle söz konusu ancak farklı ücretler ile hayatlarını sürdürmek durumunda kalabiliyorlar. Kendilerine program boyunca asgari ücretin altında kalmayacak bir burs ile program bitiminde istihdam sözünün verildiğini belirtiyorlar ve bu konuda ilgilileri göreve çağırıyorlar.

Bu yazımda üç görüşü sizlerle paylaştım ancak arada sosyal medya üzerinden farklı gruplarda akademiye ilişkin paylaşılan örnekleri de okuduğumuzda ortaya çıkan tablo için ne yazık ki pek olumlu bir duruma karşılık gelmediğini belirtmek durumundayım. Akademik Teşvik sonrası yaşanan tuhaflıklara her geçen gün bir yenisi daha ekleniyor ve bazı hocalarımız akademik teamüllere uymayan bir şekilde kendilerinin hiçbir katkıları olmadığı çalışmalara isimlerini yazdırmak suretiyle ucuz hesapların insanları olmayı seçmek suretiyle, kötü örnek oluşturmaya devam ediyorlar. İşte bu noktada üniversiteye ilişkin geçtiğimiz yaz ayı içerisinde yapılan bir çalışmanın metni elime geçti ve oradan bazı noktaları sizlerle paylaşacağım. Çünkü yaşadıklarımız sonrasında hepimizin kafasında farklı çıkış noktaları yer alırken birilerinin bu konuda bir araya gelip sistematik bir sonucu ortaya çıkarmış olmaları son derece önemli. Umarım bu adımlar çoğalır ve farklı görüşlerin üniversitenin geleceğine dair söyleyecekleri üzerinden bir yol haritası ortaya çıkarılabilir.

Aşağıda Türkiye Yükseköğretim Alanının Yeniden Yapılandırılması Çalıştayı (30 Haziran- 1 Temmuz 2022 Ankara) 19 Kasım 2022 tarihinde açıklanan sonuç raporundan bazı satır başları yer almakta.

"İçinde bulunduğumuz şu anda üniversitelerimizde akademik özgürlük ve ifade özgürlüğü kısıt altındadır. Demokratik ve özerk yapı doğrudan hedef alınarak yok edilmiştir. Bunlarla bağlantılı olarak, bilimsel çalışma ortamına ağır hasar verilmiştir. Üniversitelerimizin kalite ve performansı korkutucu derecede azalmıştır. Buna rağmen, yükseköğretim alanındaki uluslararası rekabet ve iş birlikleri, bütün ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de yükseköğretim ve araştırma kurumlarının giderek daha çok gündemine girmekte, akademik özgürlükler ve kurumsal özerklik yönünde büyük kayıplara uğramış üniversitelerimiz her şeye rağmen küresel ortamda var olmaya çabalamaktadır…Üniversitelerimizin ve yükseköğretim sistemimizin şu anki durumunu sorgulayarak sorunlarını saptamak; bu sorunların kısa ve orta vadedeki çözümleri konusunda görüş oluşturmak; kısa ve orta vadeli hedeflere, hatta bunların en ivedi olanlarına odaklanarak yasa yapıcılara yardımcı olabilecek bir yol haritası belirlemek ve böylece ülkemizde yükseköğretimin yeniden yapılandırılması çalışmalarına katkıda bulunmak niyetiyle 30 Haziran – 1 Temmuz 2022 tarihlerinde Ankara'da gerçekleştirdiğimiz çalıştayın sonuçları bu raporda özetlenmektedir. Ana hedefimiz Türkiye yükseköğretim sisteminin mevcut sorunlarının çözümüne odaklanmak. Bununla bağlantılı olarak, yükseköğretim kurumlarımızın uluslararası rekabet ve iş birliği ağlarına eklemlenmesi gerekliliğini düşünmek zorunda olduğumuzun da farkındayız. Türkiye yükseköğretim alanı, dünyada olması gerektiği yer göz önünde bulundurularak yenilenmeli ve bu yenilenme süreci daha fazla gecikmeden, bir an önce, başta üniversiteler olmak üzere tüm ilgili paydaşların katkısıyla başlatılmalıdır.(s.9)

Rektör ataması Brandenburg, Yunanistan, İzlanda, Hollanda ve İtalya'da yükseköğrenim bakanlığı veya bakanı tarafından onaylanırken, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Lüksemburg ve Slovakya'da başkan (veya devlet/hükümet başkanı) tarafından onaylanmaktadır. İspanya'da atama bölgesel otorite tarafından, Letonya'da ulusal bir kamu otoritesi tarafından ve İsveç'te hükümet tarafından onaylanır. Ancak, İsveç'te bu yalnızca bir formalite olarak görülmektedir. Yukarıdaki listenin dışında kalan Avusturya, Kıbrıs, Danimarka, Estonya, Finlandiya, Fransa, Alman eyaletleri Hesse ve Kuzey Ren-Vestfalya, İrlanda, Latviya, Norveç, Polonya, Portekiz, Birleşik Krallık gibi pek çok ülkede rektör belirleme sürecinin sonucunun harici bir otorite tarafından onaylanmasına gerek yoktur. Üst yöneticiyi bağımsız olarak seçme, atama ve görevden alma ile görev süresinin uzunluğuna karar verme süreci yasal düzenlemeler, yönergeler ve kısıtlamalara tabidir. Ancak, üst yöneticinin üniversite harici bir otorite tarafından, üniversitenin onayı alınmadan belirlendiği tek ülke Türkiye'dir. (s.13)

Akademik özgürlük, eğitim-öğretimin içeriğinin belirlenmesi ve aktarılması aşamasında farklı bilimsel epistemolojiyi izleyen alanlara göre farklılıklar oluşmasına engel değildir. Üniversiteler genel eğitim ve araştırma politikalarını geliştirme özgürlüğüne sahip olurken, akademisyenler de verecekleri derslerin içerikleri ile araştırma yapacakları spesifik alan ve konuların seçiminde özgür ve nihai belirleyici olmalıdır. Akademik özgürlük, aynı zamanda hesap verebilirlikle birlikte düşünülmesi gereken bir kavram olduğundan sorumlulukları da içerir. Üniversitenin toplumla bağlantısını da oluşturan dış paydaşlarla iletişim halinde olunması ve (müfredat geliştirme aşamasında meslek örgütleri ve/veya mezunların görüşlerinin alınması gibi) genel eğitim ve araştırma politikalarının belirlenme süreçlerinde paydaşların görüşlerinin alınması gerekir. Üniversitelerin gerek iç işleyişlerinde gerekse dış paydaşlarla ilgili konularda; öneri geliştirme, görüş oluşturma ve karar alma süreçlerini, yetkinin tek başına kişilerde değil kurul ve komisyonlarda olacak ve tüm bileşenleri kapsayacak aşağıdan yukarıya karar alma mekanizmaları ile geliştirmeleri hem ihtiyaçların doğru belirlenmesi hem de alınacak kararların meşruluğu bakımından çok önemlidir…Akademisyenlerin iş güvencesi konusundaki temel sorun, akademik liyakatin belirleyiciliği ve akademik yetkinliğin sürekliliği teşvik edilirken aynı zamanda akademik özgürlüğü teminat altına almaya yönelik iş güvencesinin nasıl tesis edileceğidir. Bu ikisi arasındaki denge nasıl kurulacaktır? Doktor öğretim üyesi istihdam sürelerinin sınıra tabi olması ve araştırma görevliliği statüsünün lisansüstü eğitim süresiyle sınırlı olması gibi uygulamalar, ancak keyfi iş sonlandırmalarının olmadığı, sonlandırmayı belirleyecek akademik performans ölçütlerinin sadece akademik liyakat ölçüleriyle ve kesin olarak belirlendiği durumlarda kabul edilebilir. Akademik liyakat ve sürekliliğinin sağlanması konusunda hassasiyet çok önemli olmakla birlikte, akademik liyakati tesis ve temin etmeye yönelik kural ve uygulamaların herhangi bir düzeyde akademik özgürlüğü ikinci plana itmesine izin verilmemelidir. (s.20)

Avrupa Birliği'nde her bin kişiden 38'i, Türkiye'de ise 95'i üniversite öğrencisidir. Ancak, AB içinde üniversite mezunu işsizlerin oranının ilköğretim mezunlarından yüksek olduğu tek ülke Türkiye'dir. Üniversite eğitiminin kalitesinin düşüklüğü ortadadır. Dolayısıyla yeni düzenlenecek olan bir yükseköğretim yasasının bir geçiş düzenlemesi ile çeşitli üniversitelerin birleştirilmesi veya kapatılması gibi önlemler hakkında düzenleme içermesi gerekeceği de düşünülmelidir. (s.39)

Bir yükseköğretim yasasının tek elden bütün bu çatışan menfaatleri uzlaştırması kuşkusuz mümkün değildir. Doğru gözüken, öncelikle bir Yükseköğretim Çerçeve Yasası çıkarılmasıdır. Burada hem devlet hem de vakıf üniversiteleri için ortak bir dizi kuralın ele alınması mümkündür. Ayrıca devlet üniversiteleri ve vakıf üniversiteleri için ayrı yasalarla veya aynı yasa içinde ayrı bölümlerde bir düzenlemeye gidilmesi, farklılaşmış menfaat çatışmaları nedeniyle daha uygun gözükmektedir. Bu yasalara dair tabii ki sadece ana hatları ile bir şey söylemeye zaman yetecektir (s.40)

Üniversitelerin içinde yapıldığı toplumların aynası olduğu gerçeği üzerinden hareket etmek suretiyle, orada yapılabilecek olan her düzenlemenin aynı zamanda içinde yaşanılan kültürün ve o kültürün ürettiği insanlarla kabil olduğunu da göz ardı etmemek durumundayız. İdeallerin ötesine geçebilmenin yolunun nereden geldiğinizi ve nereye doğru gitmekte olduğunuzu öncelikle görmekten geçtiğini unutmamalıyız. Türkiye'de üniversite sorunu son yirmi yılda ortaya çıkmış bir mesele değildir ve sadece bu dönem üzerinden yapılacak çıkarımlarla da halledilemez. Bu yüzden sözünü ettiğimiz her kavramın arka planında içinde yaşanılan toplum ile nasıl bir bağ içerisinde durduğu gerçeğini de göz önünde bulundurmalıyız.

Bütün metin boyunca gündeme getirilen görüş ve önerilerin kendi içerisinde son derece yetkin isimlerin bakış açısıyla şekillenmiş olduğu konusunda en ufak bir kuşkum yok. Ancak söylediklerimizin anlam kazanabilmesi ve toplumda karşılık bulabilmesi için üzerinde durulması gereken noktaları da es geçmemeliyiz. YÖK denilen kurumu kaldırılması önerisi kağıt üzerinde son derece anlamlı ve yerinde gibi gözükebilir peki bu merkezi kurum yerine eğer bir birim oluşturamazsanız nasıl bir yol izleyeceksiniz? Bu ülkenin insan profilindeki iktidar olma hırsını, üniversiteler üzerinden nasıl ortadan kaldırabileceksiniz? Asıl meselenin yazıldığı gibi liyakat, adalet, hakkaniyet gibi kavramların yanı sıra denge ve denetleme mekanizmalarındaki yokluk olduğu gerçeği gün gibi ortada duruyor. Denge ve denetlemenin kurumsallaştırılamadığı her ortamda sonucun ne olacağını söylemeye bile gerek yok! O zaman bu ülkenin üniversite meselesini konuşmak için eteğimizdeki bütün taşları dökmemiz gerektiğini ve olayın sadece üniversite olmadığını aynı zamanda bu ülkenin eğitim sistemi ve algısıyla da yakından bağlantılı olduğunu unutmamamız icap ediyor.

Eksi netler üzerinden girilen üniversitedeki bölümlerden mezun olacak olan öğrencilerin hem kendilerine hem de içinde yaşadıkları ülkeye ne katabilecekleri meselesi, yakıcı bir sorun olarak orta yerde yanıtlanmayı beklerken rektörlerin seçimle mi seçimsiz mi iş başına gelmeleri ve görev sürelerinin ne olması gerektiğinin tartışılması abesle iştigaldir.

Siyasetin gölgesindeki her alan öylesine kendisine yabancılaşıyor ki üniversiteler de bu durumdan muaf değiller. Örneğin seçim yatırımı olarak araştırma görevlilerinin daimi kadroya alınması kararı bu adımlardan sadece bir tanesi. Dr. Öğretim Üyesi adı altında yaratılan yeni kadrolardaki öğretim üyeleri üç yılda bir dosya hazırlamak suretiyle görev uzatma yoluna giderken onların danışmanlığındaki araştırma görevlileri daimi statü içerisinde yer alacaklar. Bir garabeti ortadan kaldırma yolunda atılan adımların daha büyük garabetlere yol açtığını ne yazık ki sürekli olarak deneme yanılma yoluyla öğrenmek durumunda kalıyoruz ve olan bu ülkenin zamanını, insan kaynağına, enerjisine oluyor. Keşke bu kararları alanlar, atacakları adımları atmadan önce bu alanları bilen, kendi içlerinden gelenlerle biraz istişare etseler ve ondan sonra bu kararları hayata geçirseler. Bu sayede sürekli olarak mağdur ve umutsuz kitleler üretmek durumunda kalmazlar. Üniversitelerimiz uzun bir zamandan bu yana kan kaybediyor ve hem öğrenciler adına hem de orada görev yapmakta olan öğretim üyeleri adına aidiyet hissi uyandırmayı başarabilen kurumlar olmaktan uzaklaşıyorlar. Eleştirinin en rahatça dolaşımda olması gereken yerin tam aksi bir profil arz ediyor olmasının sonuçları ise tüm ülke açısından yakıcı bir duruma işaret ediyor. 'Bilimin ve bilimselliğin' konuşulması gereken yerlerin gündelik hayatın dili ve uygulamaları ile anılıyor olması bir anlamda tesadüf değil. Ne ekerseniz onu biçersiniz ve o yapıp ettiklerinizde sizinle beraber gelmeyi sürdürür.

Ahmet Talimciler kimdir?

Ahmet Talimciler, 1970 yılında İzmir Karşıyaka’da dünyaya geldi. Karşıyaka spor kulübünün minik ve yıldız takımlarında, Tarişspor kulübünün genç takımında oynadı. 1988 yılında Ege Üniversitesi Coğrafya bölümüne kaydoldu ve iki yıl burada okuduktan sonra tekrar sınava girerek aynı üniversitede Sosyoloji bölümünü kazandı. 

1994 yılında “Futbolun Toplumsal İşlevi” başlıklı lisans teziyle bölümden mezun oldu. Ardından Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde 1998 yılında Türkiye’de Futbol Fanatizmi ve Medya İlişkisi başlıklı yüksek lisans tezini, 2005 yılında da Türkiye’de Futbol ve İdeoloji İlişkisi başlıklı doktora tezini tamamladı. 

2001 yılında Milliyet Gazetesi Sosyal Bilimler ödülünü kazandı. 

1996 yılında Araştırma Görevlisi olarak başladığı Ege Üniversitesi Sosyoloji bölümünden 2019 yılında ayrılarak İzmir Bakırçay Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü Uygulamalı Sosyoloji ana bilim dalına profesör kadrosuyla geçiş yaptı. Halen aynı üniversitede görev yapmayı sürdürmektedir.  

Son yirmi yılda yerel ve ulusal düzeyde gazetelerde, internet sitelerinde yazmıştır.  Mart 2016’dan bu yana T24’te başta spor ve gündelik hayata ilişkin olmak üzere gündeme ilişkin yazılar yazmaktadır. Karşıyaka Belediyesinin çıkartmakta olduğu Gazete Karşıyaka’nın yazarlarındandır.

Bir diğer önemli tutkusu ise radyo yayıncılığıdır, üç yıl boyunca TRT İzmir Kent Radyosunda Sporun Arka Planı programını hazırlayıp sunmuştur. Halen TRT Türkiye’nin Sesi Radyosu Memleketim FM’de Spor Daima programına cuma günleri konuk olmayı sürdürmektedir. YouTube üzerinden yayınlanmakta olan Geek Futbol programının da yorumcularından birisidir. Evli ve spor tutkunu bir çocuğun babasıdır. 

Kitapları

-Türkiye’de Futbol Fanatizmi ve Medya İlişkisi (2003,2014, Bağlam Yayınları)

-Sporun Sosyolojisi Sosyolojinin Sporu (2010,2015, 2018, Bağlam Yayınları)

-Futbol Yazıları (2017, Bağlam Yayınları)

-Türkiye’de Futbol En Az Futboldur (2020, Spor Yayınevi ve Kitabevi)

-Saçmanın İktidarı (2021, Sakin Kitap)

-Beklentilerin Tersine Çıktığı Alan: Eğitim (2022, Sakin Kitap)

-İlkelerimizi Kim Yazacak? Cem Can Yazıları (Yayına Hazırlayan- 2012, Moss Spor)

-Fair Play Yemin İstemez (Yayına Hazırlayan-2012, Moss Spor) 

-Şiddet, Şike ve Medya Kıskacında Futbol ve Taraftarlık (2015, Litera Türk Academia, Müge Demir ile)

-Football in Turkey (Editör- 2016, PL Academic Research)

 

Yazarın Diğer Yazıları

İçeriye taklit, dışarıya zehirli ürünler

Yeni bir yıla girmenin eşiğindeyiz ve yapılan denetimlerde ele geçirilen kaçak içkiler ve kaçak içki yapımı için hazırlanan hammaddelerin miktarı dahi, bu ülkede bazı şeylerin hiç değişmediğini gösteriyor

Herkesin haklı olduğu yer

İster futbolda isterse toplumsal hayatımızın diğer bütün alanlarında olup bitenler karşısında sağduyu denilen anlayışı hayata sokamadığımız müddetçe ortak bir zemini inşa edebilmemiz ve buradan sağlıklı bir toplumsal yaşamı başarabilmemiz mümkün olmayacaktır

Sonları beceremeyen ve bunu tartışamayanların ülkesi

İster futbolda ister siyaset dünyasında olsun sorgulanmayan, tartışılmayan ve sistematik bir hale dönüştürülmeyen hiçbir yapının mutluluk getirebilmesi de söz konusu değildir

"
"