08 Ocak 2020

Spora dair notlar - 3

Sporun kılık ve kıyafetin çok ötesinde bir yerlerde konumlandığı gerçeğini idrak edemediğimiz sürece, alana ilişkin söylediğiniz her şey havada kalmaya mahkumdur

Yeni yılın ilk yazısında spora dair notlarda kaldığımız yerden yola devam ediyoruz, bu yazıda sporun aktörlerine değinmeyi sürdüreceğiz. Devletin etkinliğinin derinlemesine işlediği ülkelerde hangi alanı konuşursanız konuşun mutlaka devletle olan ilişkisi ön plana çıkacaktır. Bu durum Türkiye için de geçerlidir ve spor penceresinden olup bitenlere baktığınız her noktada önce devletin söz konusu olan bu alana nasıl yaklaştığını dile getirmek zorundasınız. Bu açıdan devlet eliyle spor politikaları belirleyici olarak karşımıza çıkacaktır ve ülke tarihine spor üzerinden yapacağımız yolculukta göreceğimiz tablo bu açıdan net bir biçimde hepimizi karşılamaktadır. Sporun kitleler üzerindeki etkisinin farkında olan, buna karşın bir taraftan da onu elinin altında tutmaya devam etmek isteyen -bir başka ifadeyle iktidar aygıtının bir parçası haline dönüştürmeyi arzulayan- bir bakış açısı söz konusudur.

Cumhuriyetin kuruluş dönemindeki idman cemiyetleri ittifakı dönemiyle başlayan sürecin kulüpler üzerinden yürütülmesine karşın egemen paradigmanın devlet olduğu gerçeğini göz ardı edemeyiz. Bu dönemde asıl önemli olan husus ise devletin sporu ırkın güçlenmesi için ön plana alan uygulamaları destekliyor olmasıdır. Futbolu değil sporu ön plana alan ve uzun bir süre boyunca da bu anlayıştan ödün verilmediğini yapılan uygulamalar ortaya koymaktadır. İlgilenenler Yiğit Akın'ın Yavuz ve Gürbüz Evlatlar isimli çalışmasındaki ilgili bölümlere bakabilirler. Cumhuriyet tarihi boyunca devletin sporu beden terbiyesi mükellefiyeti yoluyla en yoğun biçimde denetlediği 1938-1945 dönemi de dahil olmak üzere hiçbir dönemde önemsemediğini söyleyebiliriz. Spora bakış açısı kısa süreli, genel geçer anlayışlar çerçevesinde gerçekleşmiş olup, tüm toplumu ilgilendiren böylesine önemli bir konuda kapsamlı ve uzun vadeli bir politika oluşturup hayata geçirilememiştir. Aslında spor kurumu tıpkı diğer kurumların yaşadığı gibi ülkenin içerisinden geçtiği döneme göre farklı uygulamalarla yoluna devam etmek durumunda bırakılmıştır. Bu durum ise sporun hiçbir şekilde bir temel oluşturmasına müsaade etmediği gibi yaşanan olumlu gelişmelerin de kısır çekişmelere kurban edilmesine yol açmıştır.

Türkiye'de devletin sporu nereye koyacağı ve hangi bakanlığa bağlayacağına ilişkin belirsiz yaklaşımının, 3 Kasım 1969 tarihinde Türkiye Cumhuriyetinin ilk Gençlik ve Spor bakanı olarak İsmet Sezgin'i atamasından günümüze dek devam etmekte olduğunu görmekteyiz. Burada sporun hangi bakanlığa bağlanması gibi bir şaşkınlık durumu da sürüp gittiğini önce 13 tane Gençlik ve Spor bakanı ardından 3 tane Milli Eğitim, Gençlik ve Spor bakanı ve daha sonra 13 tane Gençlik ve Spordan sorumlu devlet bakanı ve son olarak da dört adet Gençlik ve Spor bakanı ile yola devam edildiğini görüyoruz. 50 yıl içerisinde spor-siyaset birlikteliğinde 33 tane bakanın görevde bulunduğunu veyahut bir başka deyişle bir buçuk yılda bir bakan değişimi yaşandığını da söyleyebiliriz. Türkiye'de bakanların değişimi ile birlikte alt kadroların ve burada yaşanan uygulamaların da değişime uğradığı gerçeğini göz önünde bulundurduğumuzda, Türkiye'de sporun uzun vadeli spor üretebilecek bir anlayışı hayata geçirmekten neden bu kadar uzak olduğunu da anlayabiliriz.

Sporun kitleselleşmesine yönelik hükümet programları, kalkınma planları ve diğer bütün açıklamalara karşın asıl unsur kısa vadede elde edilecek olan başarılar ve kitlelere temas edebilecek spor dallarına odaklanılma üzerinde yürütülmüştür. Bu ise ülkemizde en başından itibaren lokomotif konumunda olan futbolun rolünün özellikle 1960'lı yıllarla birlikte daha da pekişmesine yol açtığı gibi kamuoyunun gözünde futbolun dışında kalan diğer spor dallarının etkisinin de giderek daha fazla silikleşmesinin önünü açmıştır. Çok uzun yıllar boyunca ata sporumuz olarak nitelendirilen güreş diğer spor dallarına nazaran daha fazla kendisinden söz edilen bir alan görünümünü koruyabilmiş buna karşın futbol özellikle de önce üç sonra dört büyükler olarak adlandırılan takımların karşılaşmaları gündemi işgal etmeyi sürdürmüştür.

1983 yılında Turgut Özal'ın başbakanlığı ile başlayan dönem her açıdan olduğu gibi spor alanı açısından da son derece ilginç ve bir o kadar da üzerinde durulması gereken bir dönem olarak görülmektedir. Hatta son kırk yılda önce Özal hükümetlerinin uygulamaları ardından 1990'lı yıllardaki uygulamalar ve son olarak 2002 sonrasındaki AKP hükümetlerinin spora yaklaşımı gibi alt başlıklar açılabilir. Burada dikkat çekici olan husus içinden geçilen dönem kadar spor olgusuna yönelik ideolojik ve ekonomik yaklaşımların da belirleyici bir görünüm arz ediyor olmasıdır. Bir başka deyişle içinde bulunduğumuz dönemde spora bakarken devletin ideolojik yaklaşımlarından berhava bir alan olmadığını hatta tam tersine sporla kurulan ilişkinin tıpkı diğer alanlarda olduğu gibi son derece net bir görünüm arz ettiğini bile söyleyebiliriz. Bu açıdan spor bir taraftan ülke olarak içinden geçilmekte olan yükselen ülke imajının gösterilmesi için kullanılabilecek bir alan görümündedir ki bu noktada son on beş yıl içerisinde sayıları giderek artan devşirme sporcu sorunsalı dikkat çekicidir. Bir diğer önemli husus ise sporun, özellikle tesis yapma anlayışına indirgenmesi ile birlikte bir taraftan inşaat ekonomisi ile birlikte yürütülmesi öbür yandan ise kalıcı eser bırakma tutkusu için son derece mühim bir alan olmasına dikkat etmeliyiz.

Futbol federasyonunun özerk olması ile başlayan ve ardından diğer spor federasyonlarının da benzer şekilde yönetilmelerine vurgu yapan sürece karşın geldiğimiz noktada federasyon yönetimleri ile siyasal iktidar arasındaki bağlantı son derece güçlü bir görünüm arz etmektedir. Bir tarafta demokratik seçimlere vurgu yapılırken öte yanda tek adaylı seçimler ve çoğu kez kimin federasyon başkanı olduğunun alenen bilindiği durumlar. Bu konuda son futbol federasyonu seçimleri ile basketbol federasyonu seçimlerine bakılabilir. Bir önceki basketbol federasyonu başkanı Harun Erdenay, Hidayet Türkoğlu daha adaylığını açıklamadan 'Hidayet kardeşimin başkanlığı hayırlı olsun' açıklamasını yapmıştı. Aday olmanın yolunun delegelerin belirli sayıda imza vermesi üzerinden yürütüldüğü sistem sonrasında federasyonlardaki liyakat, adalet ve hakkaniyet tartışmaları asıl konumuz olan spor kültürümüzün yerleştirilmesi meselesinin önüne geçmektedir.

Bu ülkede spor denilince hala bir kesimin kadınların kıyafetleri üzerinden açıklamalar yapmanın ötesinde bir şeyler söylemediği gerçeğini unutmamalıyız. Hatta bu durum Ankara'da yapılan voleybol finallerini izlemeye giden bakanın çektirdiği fotoğrafa yapılan yorumlara kadar sirayet etmiştir. Atletizm federasyonunun önümüzdeki dönemde yapılacak olan kamplarda kadın-erkek ayrı ayrı kamp yapma uygulaması konusundaki yaklaşımı da üzerinde durulmaya değer bir karardır. Sporun kılık ve kıyafetin çok ötesinde bir yerlerde konumlandığı gerçeğini idrak edemediğimiz sürece, alana ilişkin söylediğiniz her şey havada kalmaya mahkumdur. Spor, evrensel insanlık kültürünün çok önemli bir parçasıdır ve bu kültürün yaygınlaştırılması için önce cinsiyet ayrıştırması anlayışını ortadan kaldırmalıyız.

Spor, siyasi yapılar tarafından kendi ideolojik angajmanlarını desteklemek için kullanılan bir alan görünümü arz ediyor olabilir. Ancak bunun karşısında yine sporun kendi bünyesinde evrensel insanlık mirasını taşıyor olduğu ve bu mirasın Fair Play kavramı ile yoğrulduğu gerçeğini de aklımızdan çıkartmamalıyız. Türkiye'de devletin sporu bir davranış biçimi olarak hayata geçirebilmesinin yolu öncelikle sporun evrensel ilkelerine saygı duymasından ve bu ilkelere sahip çıkmasından geçecektir. Başka türlü bir spor ve buna uygun bir yaklaşım biçimi mümkün olduğu gerçeğini devletten beklemek durumunda değiliz! İçinden geçilen dönem bireylerin tıpkı diğer bütün alanlarda olduğu gibi spor alanında da daha fazla ön planda olması gerektiğini ortaya koyması ve sporu daha çok sahiplenmesi gerekiyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Herkesin haklı olduğu yer

İster futbolda isterse toplumsal hayatımızın diğer bütün alanlarında olup bitenler karşısında sağduyu denilen anlayışı hayata sokamadığımız müddetçe ortak bir zemini inşa edebilmemiz ve buradan sağlıklı bir toplumsal yaşamı başarabilmemiz mümkün olmayacaktır

Sonları beceremeyen ve bunu tartışamayanların ülkesi

İster futbolda ister siyaset dünyasında olsun sorgulanmayan, tartışılmayan ve sistematik bir hale dönüştürülmeyen hiçbir yapının mutluluk getirebilmesi de söz konusu değildir

Yine bir 10 Kasım

Resmi devlet ideolojisinin yarattığı ve katı kurallar içerisinde insani vasıflarından arındırdığı Mustafa Kemal Atatürk imgesinin yıkılmakta olduğunu buna karşın bu ülkenin insanlarının kalplerinde yaşattıkları Mustafa Kemal Atatürk imgesinin ise her geçen 10 Kasım ile biraz daha fazla büyüdüğünü bir kez daha yüksek sesle haykıralım

"
"