1 Eylül günü mübarek kurban bayramını ve dünya barış gününü kutluyoruz. Geçtiğimiz yüzyıl insanoğlunun savaşlardan fazlasıyla çektiği ve milyonlarcasının ölüp, sakat kalmasına vesile olduğu bir dönem olarak tarihteki yerini aldı. Modernleşme sonrası beklentiler gerçekleşmedi ve teknolojinin de etkisi ile ortaya çıkartılan yeni kitlesel imha silahlarıyla birlikte tahribat çok daha güçlü ve ardından yaşanan sonuçları çok daha korkunç oldu. 1 Eylül İkinci Dünya Savaşının başlangıç tarihi olarak Hitler Almanya’sının Polonya’yı işgal ettiği tarihtir. Bu arada ülkemiz ve K.K.T.C. dışında bu günü kutlayanın olmadığını da belirtmeliyim. 21 Eylül günü Birleşmiş Milletler tarafından uluslararası barış günü ilan edilmiş olup bu tarihte üzerinde ‘çok yaşa mutlak barış’ yazılı olan barış çanı çalınmaktadır.
Kurucu liderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından söylenen ‘Yurtta Sulh, Cihanda Sulh’ sözünün ne kadar hayati olduğunu içinden geçtiğimiz son yıllarda bir kez daha anlamış olduk. Ölümünden hemen önce yaklaşmakta olan ikinci dünya savaşına ilişkin öngörülerde bulunan Atatürk, savaşın nasıl sonuçlanabileceği hususunda da müthiş saptamalarda bulunmuştur. Ardından gelen sancılı savaş yıllarında, ülkesini savaşa sokmamak için büyük çabalar sarf eden İsmet İnönü’nün savaşın ne kadar kötü bir yüzü olduğu konusundaki bilgisi, bugün o dönem hakkında ahkam kesenlerden çok daha fazladır.
Savaşın beraberinde getirdiği destansı kahramanlık öyküleri, toprak kazanımı, muzaffer ülke olma duygusu ve gücünü ortaya koyma ile düşmanlarına göz dağı verme kozu her ne kadar ülkeleri yönetenler açısından önemliyse de, bir de götürdükleri vardır. Bu uğurda akan kanla birlikte kaybedilen vatan evlatlarının geride bıraktığı ağır tahribatı hiçbir getiri geri döndüremez. İçinde yaşanılan ülkeyi savunma dışında yapılan bütün saldırı savaşları her ne kadar inandırıcı saiklere dayandırılırsa dayandırılsınlar sonuç itibariyle başka bir ülkenin egemenliğine sekte uğratmak anlamını taşıyacaktır. Savaşlardan çok çeken bu yaşlı kıtanın, halen pek çok yerinde zulüm, kan ve gözyaşı dökülmeye devam ediyor. Barışın yaratacaklarını değil savaşın götürecekleri üzerinden kendi ikballerini koruma yoluna giden ülkeler açısından savaşlar, daima ulusal menfaatler temelinde normalleştirilirler. Aynı zamanda savaşlar üzerinden ülke ekonomilerinin çarklarının döndürülmesi ve sıkışan dengelerin geçici bir süre için bile olsa farklı pozisyonlar arz etmesinin de önü açılmış olur.
Savaşlar, insanlığın masumiyetinin ve mahremiyetinin yerle bir olduğu zamanlardır. Burada her şeyin mubah kabul edildiği bir sürecin önü ardına kadar açılır ve o açılan kapıdan daha sonra kara birer leke olarak anılacak olan yüzlerce uygulama geçiverir. Tıpkı ikinci dünya savaşında Japonların askerleri için sayıları iki yüz bini bulan Koreli kadınları fahişe olarak kullanmaları gibi. Ya da daha yakın bir dönemde Avrupa’nın orta göbeğinde Srebrenitsa’da 8372 kişinin soykırıma uğratılması ve halen 3000’den fazlasının izine üzerinden yirmi beş yıl geçmesine karşın bulunamadığında olduğu gibi. Son olarak Myanmar’ın Arakan bölgesinde Rohingya Müslümanlarının şiddete maruz kalmaları ve yaşadıkları toprakları terk etmek zorunda bırakılmalarında da aynı tabloyu görmeye devam ediyoruz.
Dünyanın daha yaşanılır ve daha özgürlükler içerisinde bir yer haline geleceğine yönelik inanca karşın gerek geçtiğimiz yüzyıl gerekse de bu yüzyıl içerisinde yaşadıklarımız tam tersini ortaya koyuyor. Dünyadaki eşitsizlik arttıkça daha barışçıl bir ortama değil tam aksine gözyaşının daha fazla aktığı bir yaşam biçimine doğru yol alıyoruz. Burada zenginliği elinde tutanlar ve diğerleri arasındaki uçurum giderek açılıyor ve ayrıcalıklı azınlık ile kimsesiz çoğunluk arasındaki dengesizlik had safhaya varıyor. Bunun sonucu ise tüm dünyada yerinden yurdundan edilen binlerce insanın, göç yollarına düşmesi ve mülteci statüsü içerisinde hayatlarını sürdürmek zorunda bırakılmaları oluyor. Barışı ve insani hassasiyetleri bu süreç içerisinde öne çıkartan çok sayıda insan halen var ancak tam tersi yönde sadece kendi rahatları üzerinden olan biteni seyrederek sıcak yuvalarında hayatlarını sürdürenlerin sayısı da artıyor. Burada din, etnisite veya ideoloji değil insaniyet namına yapılanlar ön plana çıkıyor aksi olsaydı Suriye’den kaçan binlerce mülteci sadece bizim sınırlarımıza ve oradan da Avrupa’ya gitmeye çalışmazlardı. Müslüman ülkeler kendilerine sahip çıkmaya ve onlar için kıllarını kıpırdatmaya her nedense bizim dışımızda pek yanaşmıyorlar! Myanmar’da yaşanan vahşeti dünya gündemine taşıma konusunda da yine Müslüman dünyası sessiz ve duyarsız kalmaya devam ediyor.
Barış ve Bayram kelimelerinin bizim kültürümüzde bir arada kullanımının son derece yaygın olduğunu söyleyerek başlayabiliriz. Bayramlar her şeyden önce küslerin barışmalarına vesile olan zamanlardır, tabii bunun da ötesinde toplumsal duyarlılığın ön plana geçtiği ve hayatın ritminin daha farklı icra edildiği anlardır da aynı zamanda. Bayramları uzun bir zamandır gerçek anlamının dışında başka bir konumda yaşamaya başladık ve o andan itibaren de artık bayramların, toplumsal belleğimizdeki önemi değişmeye başladı. Artık büyüklerin ziyaret edilerek ve hoş sohbetlerin yapılacağı anlarımız yok çünkü bu zamanı tatil organizasyonları ile değiştirdik. Tüm ülkenin hareket halinde olduğu ve yollarda hayatlarımızı kaybettiğimiz acı bilançoları yaşadığımız dönemin içinde kısıldık kaldık! İster Ramazan isterse Kurban bayramları açısından durum değişmiyor asıl önceliğimiz yedi ila on günlük tatilimiz. Tur organizasyonları ve hızla yollara düşen milyonlar her bayram tatilinde bizi karşılıyor. Arada ziyaretlerin yapıldığını, kabirlere gidip dualar edildiğini, kurbanların kesildiğini göz ardı etmiyorum ancak önceliği değiştirdiğiniz andan itibaren tüm bu yapıp ettiklerimizin anlamı da eskiden olduğundan farklı bir hal alıyor. Kendimizi dünyanın tüketim hızından ve onun getirdiği kötülüklerden ne kadar uzak tutmaya çalışırsak çalışalım, bu yeni uygulamalar ile birlikte tam göbekten, eleştirdiğimiz tüm o kötülüklerin parçası haline dönüşüyoruz. Öte yandan ülke olarak içinden geçtiğimiz dönemde, eskisinden çok daha fazla birbirimize ihtiyacımız var. Suni gündemleri ve bunun üzerinden ürettiğimiz tartışmaları bir tarafa koymak ve bu bayramda gerçekten barışmamız, hepimiz açısından hayati bir önem arz ediyor.
Ortadan ikiye ayrılan bir ülke görünümü ve ardından hissedilen mağduriyetler-ki bu mağduriyetler ne yazık ki zaman zaman ölümlerle sonuçlanabiliyor-üzerinden bilenen öfke ve nefret, hiçbirimize rahat yüzü görme olanağı tanımayacaktır. Bayramlar bu açıdan uygun zamanlardır ve barışın tesis edilmesinde vesile olabilecek en ideal anlardır. Barış tadında bir bayramı hep birlikte idrak edebilmemiz dilekleriyle, hepinizin mübarek kurban bayramını en içten duygularımla kutlarım. Umarım dünyanın tüm sıkıntılı coğrafyalarında yaşanan savaşlar, zulümler ve dökülen kanlar sona erer. Başta Myanmar ve Suriye olmak üzere bütün bölgelerde yerinden yurdundan edilenler için bu bayram, barışın tesisine vesile olsun. Bayram dörtlüğü Can Yücel’den gelsin;
Bayramlık
Koyunlar, keçiler ve koçlar için
Ne kadar bayramsa Kurban Bayramı
Bu barış var ya, bu barış
Cephedekiler için o kadar barış.