Yaptıkları ile konuştukları arasındaki mesafenin arasının bu kadar açık olduğu herhalde pek az ülkeden bir tanesiyiz. İdeal durum üzerine çok konuşulduğunu ancak iş icraata geldiğinde hemen her zaman aynı kelimelerin ağızdan döküldüğüne şahit oluruz: ama, lakin, fakat, şayet gibi cümleleri hem devlet bürokrasimiz hem de siyasetçilerimiz çok ama çok severler. İleri demokrasiler gibi olma, insan hak ve hürriyetlerine saygı gösterme her daim ortaya konulan hedeftir buna karşın iş bu konuyu tüm hayata uygulayacak kurallara geldiğinde işler değişiverir. Ülkemizde Osmanlı devletinin son döneminde başlayıp, Cumhuriyet sonrası devam eden modern anlamda hukuka dair gelişmelere rağmen ne yazık ki bir türlü tüm ülkeyi kapsayacak düzenlemeleri tam anlamıyla hayata geçiremedik. Gücü elinde tutanların hukuka yönelik düzenlemeleri ile süren bir hayatı yaşamak zorunda bırakıldık. Demokrasi tarihimizin her on yılda bir kesintiye uğratılması ve 2016 yılını bitirmemize çok az bir süre kalmasına rağmen halen sivil bir anayasa yapamamış olmamız da durumun ne kadar iç karartıcı olduğunu göstermektedir. Darbe anayasaları ile iş başına gelen sözde sivil iktidarların, yaşadığımız bu garabeti ortadan kaldırmak yerine her fırsatta bunu kendileri için kullanma eğilimi içerisinde olmaları kadar, seçimlerde onlara bu hakkı veren bizlerin de bu yaşananlarda büyük katkısı bulunmaktadır. Siyasetin sınıfsal temeller üzerine yükselmediği ve siyasal iktidarda bulunmanın rant kapısına yakın olarak algılandığı ülkelerde, adalet kelimesine yüklenilen anlamın içeriği de değişir. Hak, hukuk ve hakkaniyet yerini çıkarlara bırakmak suretiyle toplumsal değerlerin içeriğinin boşal(tıl)masına imkan sağlar. Böylesi yapılarda her iktidar dönemi kendi zenginlerini ve adamlarını yarattığı için de bir türlü tüm ülkeyi ilgilendiren ve evrensel kuralların olduğu bir hukuk nosyonu hayata geçmez. Çünkü herkes kendi çıkarları üzerinden iktidardan nemalanmaya ve bunu korumak suretiyle de hayatını sürdürmeye devam etmektedir. Adaletin herkesi kapsayacak bir biçimde tesis edilemediğinde bireylerin her biri bundan farklı biçimlerde olmakla birlikte etkilenecektir. Demokratik değer ve yönetime olan inancın azalmasının arkasında da hiç kuşkusuz adalete duyulan güvenin aşınmasının önemli bir etkisi bulunmaktadır. Adaletin olmadığı yerde kurumların sağlıklı bir biçimde işleyebilmeleri ve daha güvenli, huzurlu ve kendisiyle barışık bir ülke oluşturmada katkıda bulunabilmeleri mümkün olmamaktadır. Ne ilginçtir ki böylesi ülkeler de ağızlardan sürekli olarak adalet, hak, hukuk kelimeleri dökülür. Bu kelimelerin bu kadar dolaşıma sokuluyor olması aslında içeriğinin ne kadar boşaltılmış olduğunun da bir göstergesidir.
Son bir hafta içerisinde ardı ardına yaşadığımız olaylar ülke olarak adalet konusunda ne kadar sıkıntılı bir yerde durduğumuzu bir kez daha göstermiş oldu. Bursa’da tarihi açıdan büyük önem taşıyan, ülkemizin ilk iplik fabrikalarından birisinin mahkeme kararına karşın bayram tatilini fırsat bilinerek yıkılması bu örneklerden sadece bir tanesi. Sistem hak, hukuk, adalet peşinde giden insanları sürekli olarak dışarıda tutuyor. Gücün iktidarının kurumsallaştığı ve kurallara uyan insanların ezildiği bir ülke, insanlarına geleceğe dair güven ve umut sunamaz. Adaletsizlik üzerine yükselen bütün yapılar hem kendilerini hem içinde bulundukları toplumsal bütünü tehdit etmekle kalmazlar aynı zamanda yarattıkları yanılsamalarla onulmaz yaraların açılmasına da neden olurlar. Ülkemizin doğal kaynaklarının birer birer bu yolla elimizden kayıp gittiğine ve bunun karşısında yarınları düşünen bir avuç insan dışında hiç kimsenin gıkının bile çıkmadığına şahit oluyoruz. İnsanımızın kendisine dokununcaya kadar bin yıl yaşasın geleneği içinde kodladığı yaşantısının önümüzdeki dönemlerde yaz ortasındaki sağanak yağmurlarda evlerinin su altında kalmasıyla ya da çevre kirliliğinin yarattığı tahribatın ortaya çıkartacağı sağlık problemleriyle baş başa kalmasıyla sonuçlanacak. Ancak bütün bunlar sonrasında aklımız başına geldiğinde de çok geç olacak, hayatı yol, su, köprü, havaalanı olarak gören ve bütün bunlarla çağdaşlaştığını zannedenler açısından ne desek fayda etmeyecektir. Görünen o ki, bu ülke insanı açısından da durum kendi oturduğu yere dokununcaya kadar da farklı değildir. Zaten ülkemizin siyasetle ve onun yarattığı siyasal kültürle alakalı olan en problematik taraflarından bir tanesi, insanlarımızın bütünü etkileyecek olaylar konusunda sürekli olarak sessizliği seçmeleridir. Bu ise siyasetçilerin yıllardan beri işlerini kolaylaştıran ve her bir toplumsal grubu diğerine karşı kışkırtmak ve ayrıştırmak suretiyle güçlerin bölünmesini sağlayabildikleri bir modeldir. Artvin’de yöre halkının bütün taleplerine karşı çıkan ve madenin açılması için destek gören firma ile sadece o yörenin insanları ve biraz çevre gönüllüsü mücadele ediyorlar. Böyle olduğu için de ülkenin bütün doğal güzellikleri birer birer elimizden alınıyor, bunun karşısında ise neredeyse hiç kimsenin sesi çıkmıyor. Benzer durum yıllardan beri yaşanan terörle mücadelede ölen gencecik askerlerimiz, polislerimiz için de geçerli. Şehitlerin ardından dramatize edilen yaşam öykülerinin ortak yanı: yoksulluk. Yoksul vatan evlatlarını kaybediyoruz, buna karşın bu vatan evlatlarının çocuklarına verilen eğitimin kalitesinin her geçen gün biraz daha azaldığı ve yoksulluğun yerleşiklik kazanmasının koşullarının arttırıldığı bir süreçten geçiyoruz. Ülkenin bütün okulları adım adım imam hatipleştiriliyor, ihtiyaç bahane edilerek okulların yerlerinin değiştirilmesi işlemi tamamlanıyor. On beş Temmuz sonrası yaşananlardan ders alınmadığını öğretmen alımlarındaki tuhaf sözlü mülakat sorularında görebiliyoruz. Liyakatın anlamının ve öneminin farkında olmayanlar, FETÖ’cülerden boşalan yerlere bu kez yeniden ama çok benzer saiklerle adam yerleştirmeye devam ediyorlar. Eğitim sistemimizin içi boşaldıkça boşalıyor buna karşın geleceğimizi kaybetmeyi de farkında olmadan sürdürüyoruz. Kapatılan üniversitelerdeki akademik personelin yıllarca süren emekleri bir çırpıda heba edilebiliyor. Hepimiz gayet iyi biliyoruz ki eğer bu üniversitelerdeki öğretim üyeleri ve öğretim elemanları yeni açılan üniversitelere alınmazlarsa, bir daha akademide çalışamazlar. Sistemin damgaladığı bu kişilerin, bundan sonra hayatlarını sürdürmeleri için halk arasında çok kullanılan bir tabirle, ‘pazarda limon satmalarını’mı isteyeceğiz. Yetişmiş insan kaynaklarımızı heba ederek nereye gidebileceğimizi zannediyoruz. Son örnek ise hayatını kaybeden bir polisin ailesinin şikayeti geri alması ve ünlü yönetmenin oğlunun ülkedeki hukuk gereği salıverilmesi. Adam öldürenlerin çıkartılan aflarla ve yasalarla kısa bir süre sonra iyi halden tahliye edildiği buna karşın düşünenlerin, yazanların yıllarca içerde tutulduğu bir sistem var karşımızda. Sonra kamu vicdanı zedeleniyor diyoruz, ortada gerçek anlamda bir kamu ve vicdan var mı? Varsa nerelerde bir türlü göremiyoruz.
Adaletin tecelli edeceği koşulları yaratamadığımız sürece bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete sözünü daha fazla kullanacağız. Bu arada vicdanlarımız daha fazla kararacak, geleceğimiz belirsizleşecek ve yarınlarımıza duyduğumuz inancımız biraz daha yok olacak. Adaleti beklerken, adaletsizlikle yanıp kavrulmaya ve birbirimizi tüketmeye devam edeceğiz. Böylesi bir ülkede hiç kimsenin yarına çıkıp çıkamayacağı belli olmadığı için hayatlarımız pamuk ipliğine ve kendimiz dışındakilerin iki dudakları arasında gel gitlerle sınırlı olacaktır.