Gündem

Zülfü Livaneli Attila Özdemiroğlu'nu yazdı: Hayatımın kalelerinden biri gitti, Halep bile şen değil!

"Çökük avurtları ve fıldır fıldır gözleriyle kahkahalar patlatıyor; Clint Eastwood tarzı bir yakışıklılığı var, hep ince, hep keskin ve hafif müstehzi..."

21 Nisan 2016 16:28

Zülfü Livaneli, 73 yaşında çoklu organ yetmezliğinden hayatını kaybeden Attila Özdemiroğlu için, "Yetenekli mi yetenekli. Resmi konservatuar eğitiminin yetiştiremediği bir güçle armoni biliyor, birçok enstrüman çalıyor, bununla da yetinmiyor; konsol başına geçip kayıt yapıyor. Bozulan aletleri, inanılmaz bir yetenekle tamir ediyor. Ve arkasından çökük avurtları ve fıldır fıldır gözleriyle kahkahalar patlatıyor. Clint Eastwood tarzı bir yakışıklılığı var. Hep ince, hep keskin ve hafif müstehzi" dedi. "Bellek, geçmiş günleri cilalıyor mu yoksa gerçekten daha mı güzeldi her şey?" diye soran Livaneli, "Evet daha güzeldi. Bir askeri diktatörlükten kurtuluyorduk, halkımıza güveniyorduk, yeni şeyler yaratma heyecanı içindeydik, çalışmalarımızı uzun sarhoşluk gecelerinde kutluyorduk. Hepsi geride kaldı. Müziğimin ve hayatımın kalelerinden Attila da gitti. Biraz daha mahzunuz, biraz daha eksik. Deyimdeki gibi “Şen olasın Halep şehri!” diyeceğim ama Halep bile şen değil. Elveda sevgili dostum" ifadelerini kullandı. 

Zülfü Livaneli'nin Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan (21 Nisan 2016) yazısı şöyle: 

Ölen her arkadaşımızla birlikte biz de biraz ölüyoruz galiba. En azından anılarımız soluyor. Attila’nın ölümünü duyduğum zaman aklıma ilk gelenler birtakım soluk fotoğraflar oldu:

Yıl 1978. Beyoğlu’nda ŞAT Yapım stüdyosundayız, Nâzım Türküsü albümünü çalışıyoruz Attila ile. Kayıtları İhsan Apça yapıyor. Köhne apartmanın asansörü çalışır çalışmaz kayıt kesilmek zorunda. Karlı ka.. deyip kalıyorsunuz, Hoşgeldin beb.. deyip tıkanıyorsunuz. İki tane basit TEAC teyp makinesi var. Attila bu basit aletlere senfonik bir orkestra sığdırıyor.

Yıl 1979. Atlı’nın Türküsü albümü aynı koşullarda kaydediliyor.

Yine 79. Avrupa turnesi yapıyoruz. İki Amerikalı müzisyen, Ferhat ve Attila. Kemanı bırakıp trombonu alıyor, trombonu bırakıp xlefona geçiyor.

Yetenekli mi yetenekli. Resmi konservatuar eğitiminin yetiştiremediği bir güçle armoni biliyor, birçok enstrüman çalıyor, bununla da yetinmiyor; konsol başına geçip kayıt yapıyor. Bozulan aletleri, inanılmaz bir yetenekle tamir ediyor.

Ve arkasından çökük avurtları ve fıldır fıldır gözleriyle kahkahalar patlatıyor.

Clint Eastwood tarzı bir yakışıklılığı var. Hep ince, hep keskin ve hafif müstehzi.

Her davranışı, sıradan biri olmadığını kanıtlıyor sanki.

Aşklarını anlatıyor, heyecanlarını paylaşıyor. Nâzım Türküsü ve Atlının Türküsü albümlerinde kendimizi maden işçilerine benzetiyoruz. Anadolu’nun toprak altında gömülü müzikal madenlerini kazıyoruz kan ter içinde.

Sonra 1984.

Paris’te Ada albümünü kaydedip kalıplarını getirmişim.

Attila da Erol Simavi ile birlikte ART diye bir şirket kurmuş. Yayınladıkları ilk albüm ADA oluyor. 4. Levent’teki ofislerinde büyük bir davet veriyorlar. Sezen, Nükhet, Müjde, Yaşar Kemal; dostlar, dostlar, dostlar.

Sonra Şan Tiyatrosu’nda üstüste 24 konser yapıyoruz. Beyazlara gömülmüş bir sahnede rengarenk ışıklar altında on üç yetenekli müzisyen. Kimler yok ki içinde; Yaz Baltacıgil, Selim Selçuk, Yusuf Güler, Gülden Turalı, Mustafa Budan... Hepsinin başında Attila var.

Bellek, geçmiş günleri cilalıyor mu yoksa gerçekten daha mı güzeldi her şey?

Buna vereceğim cevap basit: Evet daha güzeldi. Bir askeri diktatörlükten kurtuluyorduk, halkımıza güveniyorduk, yeni şeyler yaratma heyecanı içindeydik, çalışmalarımızı uzun sarhoşluk gecelerinde kutluyorduk.

Hepsi geride kaldı.

Müziğimin ve hayatımın kalelerinden Attila da gitti.

Biraz daha mahzunuz, biraz daha eksik.

Deyimdeki gibi “Şen olasın Halep şehri!” diyeceğim ama Halep bile şen değil.

Elveda sevgili dostum.